Mehmet MAKSUDOĞLU
Avrupa Birliği, bize, görüşmelere başlama târihi yerine, -sus payı gibi- para verecekmiş, bunun üzerine, çeşitli tepkiler dile getiriliyor. Aslında, meselenin kökleri çok derinde, bizim bâzı ‘aydın’larımızın göremediği veya görmek istemediği kadar derinde.
Türk Milleti’nin târih içinde bir seyri, gelişimi, determenizm içindeki yeri var. Kim ne derse desin, Saygıdeğer Kâzım Mirşan’ın ortaya çıkardığı, Saygıdeğer Turgay Tüfekçioğlu ve Saygıdeğer Halûk Tarcan’ın desteklediği, Hulkî Cevizoğlu’nun bilinçli Türk kamuoyuna başarıyla büyük ölçüde mâlettiği gibi, Târih, Türkler’de başlar.* Zâten, tarihten Türk’ü çıkarırsanız, ortada târih diye bir şey kalmaz. Arada, ‘bilim adına’ diye ortaya atılıp, bu işe akıllarının yatmadığını belirten, “Batılı’ların kurduğu yörüngeden hâlâ çıkamamış olanları”, etiketleri ne olursa olsun, kusûra bakmasınlar, kesinlikle ciddîye almıyorum. (Batı’nın en îtibârlı üniversitelerinden birinde Türkçe öğrettiğim üç yıl boyunca, ‘müsteşriklerin nasıl yetiştirildiğini, kafalarının nasıl biçimlendiğini’, ve dahî ‘çaplarını’ yakından müşâhade etmek imkânını bulmuş olduğum için, onların ‘tutumu’, ‘işlerine gelmeyeni yok sayma’ davranışı konusunda kesin kanâate varabiliyorum.)
‘Türkler olmasaydı târih olmazdı’ görüşünün konusu olan bu büyük milletin İslâm’a girişi, ‘târihin en önemli olaylarından biri’ olarak değerlendirilir. ‘Muhâtabımız’ olan Batılı’ların, dokuz asır sonra, atalarının irtikâb ettiği Haçlı Savaşları için özür dilemeleri, bu azîz milletin târihteki duruşunun ne kadar haklı oluğunu ilân etmesi bakımından önemlidir. Hatırlatalım: Papaz Rene Cardenas başkanlığındaki Amerikalı bir heyet, Türkiye Cumhûriyeti Diyânet İşleri Başkanı’nı makaamında ziyâret ederek, atalarının müslümanlara karşı yapmış olduğu Haçlı Saldırıları için özür diledi! (Türkiye, 04/06/1997). Yine bir grup Batı’lı, Göreme’de kapı kapı dolaşarak, aynı yüz karası iş için özür dilediler. (Böyle olmakla birlikte, sözlüklerde, hâlâ, crusade kelimesinin bir mânâsı, “Ortaçağda Hristiyan hükümdar ve halkların, Holy Land (Kudüs)ü Müslümanlardan almak için yaptıkları savaşlar” diye verilir, ikinci olarak da “iyi olduğuna inanılan bir şeyi desteklemek için veya kötü idiğine inanılan bir şeye karşı çaba ve mücâdele” olarak anlatılır.)
Bu büyük millet, Orhan Gâzi devrinde, öyle bir zenginlik seviyesine erişmiş ve gelir dağılımında öyle âhenkli bir hâle gelmişti ki, ilk Osmanlı târih yazıcılarından Neşrî‘nin ifâdesiyle, “O r h a n zamanında ‘ulemâ ve fukarâ müreffehül hâl oldular. Hattâ zekât virecek kimesne bulunmaz oldı.”(Kitâb-ı Cihân-Nümâ, Ankara, Türk Tarih Kurumu, c.I, s.187.) Fâtih devrinde, hırsızlık ve fuhuş unutulmuş gibiydi. (Neşrî, age., c. II, s. 839-841.) Kısacası, İslâm’dan önceki yüzyıllarında da büyük işler başarmış olan bu millet, Son Mesaj’daki buyruklara uyarak, üstün bir uygarlık seviyesi sergilemişti. Fâtih’in oğlu İkinci Bâyezîd (1481-1512) Hân’ın Edirne’de, Tunca kıyısında yaptırdığı Bîmârhâne’de akıl hastaları mûsikî ile tedâvî edilirken, Avrupa’da ise zavallılar, ‘içine cin girmiş‘ diye diri diri yakılıyorlardı!
Çevre bilincinde olan, toprağın kayarak Halic’i doldurmasını önlemek için sırtlara ayrık otu eken, câmi yaptırdığında, kuşları da ihmâl etmeyerek, duvarına kuşsarayı yaptıran Osmanlı Türkü, onsekizinci yüzyıl sonlarında -en azından idârî seviyede- dinamizmini yitirdi. Şanlı sayfalarını unutup, cephelerde doğru dürüst savaşmayan, içeride baş belâsı hâline gelmiş olan yeniçerilerin 1826 yılında ortadan kaldırılması, gerçekten de vak‘a-i hayriyye idi; çizgideki ilk kırılma, gelmekte gecikmedi, 1839 da ilân edilen Tanzîmât’la, Avrupalılar, dayatmalarını resmîleştirdiler. Çizgideki ikinci kırılma, 1856 yılında, İslâhât Fermânı ile geldi. Cizye kalktı, gavura ‘gavur’ demek yasak edildi!
İkinci Meşrûtiyyet devrinde tartışılan üç akım; Batıcılık, Türkçülük, İslâmcılık bir sonuca bağlanamadı, bir senteze varılamadı. Ziya Gökalp’ın ‘Türk Milletindenim, İslâm Ümmetindenim, Batı Medeniyyetindeyim’ formülü de hayâta pek geçirilemedi. ‘Batı, bir bütün olarak alınmalı’ görüşü ağır bastı. Ek olarak, Cumhûriyetin ilk yıllarında eski Türk târihine ve Türklüğe yapılan referanslar, bir müddet sonra bırakıldı, ‘Türk miilliyetçiliği’, bâzı çevrelerde ‘faşizm’le özdeş olarak algılanır hâle geldi. ‘Atatürkçü’ olduklarını iddiâ eden aydınlarımızın birçoğunun ise, bunu sâdece ‘slogan’ olarak kullandıkları görülüyor: En ümitsiz şartlarda, 1919 yılında, ‘işgal altındaki Türkiye’yi ‘bağımsız’ kılma çabasına girişen Mustafa Kemal ile, ‘bağımsız Türkiye’yi, 2002 yılında, netîce îtibâriyle, Brüksel’den yönetilen bir eyâlet yapma hevesindekilerin algıladığı ‘Atatürk’ aynı kişi olabilir mi? İşin acıklı ve düşündürücü tarafı, bu ‘slogan Atatürkçüleri’ yanında, samîmî Atatürkçülerin pek çoğu da, ‘Türkiye, ya Avrupa Birliği ile veya ABD ile birlikte hareket etmek zorundadır; çevremiz dost olmayan ülkelerle çevrilidir, bu iki büyük güçten birine yaslanmalıyız’ görüşündedir. Bu, kolaycı, teslîmiyyetçi ve statükocu bir görüştür; Türk Milleti’nin büyüklüğüne, potansiyeline, târîhî gelişine kat‘iyyen yakışmaz, bizi küçüklüğe mahkûm edici bir zihniyettir.
Sovyetler Birliği’nin dağılışı ve Türk ülkelerinin bağımsızlığa kavuşması, yöneticilerimizi ve aydınlarımızı hazırlıksız yakaladı. ‘Siyâsî Târih’i, ‘Millî Târih’ diye okumuş olan aydınımızın, Türkiye dışındaki Türkler hakkında hemen hemen hiçbir bilgisi yoktu. Böyle, hiçbir fikrî hazırlığı olmayan yöneticilerimizin bu yeni imkânı değerlendirmelerinin semeresi de çok cüz‘î kaldı.
Öte yandan, bize hâlâ ümitle bakan, çeşitli ülkelerdeki milyonlarca müslüman var. Bu müslümanların yaşadıkları ülkelerin yöneticileri de, bizim sözde aydınlar kadar ‘Batılı ve Batıcı’ dır. Buna rağmen, belli ekonomik ve bir dereceye kadar siyâsî konularda onların desteğini arkamıza almamız, -hemen değil, kültürel ilişkilerle alt yapısı hazırlanarak- orta vâdede hiç de imkânsız değildir.
Bu yazdıklarımın gerçekleşmesinin hiç de ‘kolay olmadığını’ çok iyi biliyorum. Aklıma, bir filmde seyrettiğim atlı sığırtmaç (cowboy) geliyor: çok iyi bir silâhşör olan bu delikanlı, zamanla içki müptelâsı hâline gelmiştir. Yapması gereken işi yapamaz, canı sıkıldıkça içki şişesine sarılır, tesellîyi orada arar. Bu defa da eli titrer. Görev-sıkıntı-içki üçgenini sonunda kırar, şişeden (kendisine kolay gelenden, kolaycılıktan) kurtulur ve gerekeni yapar.
Bizim aydınımız da, şişeden kurtulursa, kendisinden bekleneni pekâlâ yapar. Şişeden kurtulmanın ilk adımı, önyargıları, birtakım fobileri terketmek, ‘düşünmekten korkmamak‘tır; Türk olduğunun şuûruna varmak, ferdî müslümanlığın laikliğe aykırı veya zararlı olmadığını farketmek, Batı karşısında aşağılık duygusuna kesinlikle kapılmamak, bütün insanlığın kurtuluş reçetesinin kendisinde olduğunu bilmektir. Teşhîs (şimdi galiba ‘tanı’ diyorlar, peki tanıyalım) doğru konulunca, tedâvî kolaydır.
Hızır Hayreddîn Paşa (‘Barbaros/Kızıl Sakal’, ona, savaştığı Avrupa’lıların taktığı isimdir) Preveze’de, işin kolayına kaçıcı görüş ileri süren (bürokrasiden gelme etiketlilere) şöyle demişti: ‘Bey olmuşsunuz, birtakım mevkilere gelmişsiniz ama, bana kalsa, sizi, donanmamda forsa olarak bile kullanmam!’.
*Sonradan, Sn Cevizoğlu’nun, Kâbe’nin bir ‘sembol’ idiğini fark etmediği anlaşıldı: a tv de yönettiği, Çanakkale Savaşları ile ilgili bir açık oturumda ‘Okumuşumuzun Kıble’si değişmiş’ dediğimde ‘şimdi orada Amerika’lılar var!’ parlak (!) görüşünü ileri sürdü. Söyleyeceklerimin nereye varacağını tahmin ettiği için işi tavsadı, kültür istilâsından bahsedecektim, konu onun putuna dokunacaktı, işi gerzekliğe götürüp doğru dürüst konuşmamı engelledi. Bu, ayrı bir konu.