Doç. Dr. Ramazan ACUN[i]*
Özet
Ortaçağ bilimsel düşünce anlayışı incelendiğinde, bu anlayışın merkezinde dinin yer aldığı görülmektedir. Bu düşüncenin temelinde Hıristiyan teolojisi, İslam felsefesi ve Yahudi felsefe gelenekleri yer almaktadır. Bu geleneklerin farklılıklarına rağmen ortak felsefi özellikleri Antikçağ felsefesine dayanıyor olmalarıdır. Ortaçağ için kullanılan “Karanlık çağ ” deyiminin ancak Erken Ortaçağlar için kullanılabileceği, buna karşılık Yüksek ve Geç Ortaçağların bilim ve sanatta yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans için hazırlık dönemleri olarak değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Rönesans ’ın batıda eski Yunan Medeniyeti ’ne sadece bir dönüş olup olmadığı sorusuna Mümtaz Turhan, tam tersine Ortaçağ boyunca Yunan ve Latin kaynakları ile bağlantının kesilmediğini ifade etmektedir. Ona göre Rönesans eski kaynaklara bir dönüş olmaktan ziyade, Ortaçağ boyunca yükselen bilim ve sanat Rönesans’ı hazırlamıştır.
Anahtar Sözcükler: Mümtaz Turhan, Orta Çağ, bilimsel zihniyet, Rönesans
Ortaçağ’da bilimin durumu yakın zamanlara kadar genellikle geriliği ifada eden “Ortaçağ zihniyeti”, “Ortaçağ karanlığı” deyimleriyle ifade edilmekteydi. Ancak, bu deyimlerin Ortaçağ’ın tamamı için kullanılamayacağı son araştırmalarla ortaya çıkmıştır.
Ortaçağ deyimi, bilindiği gibi, Batı Roma İmparatorluğu’nun MS 476’da çöküşünden 1453’te İstanbul’un Fethine kadar geçen yaklaşık bin yıllık dönem için kullanılmaktadır. Söz konusu bu bin yıllık dönem üzerinde yapılan son araştırmalar, Ortaçağ’ın hem bilim tarihi bakımdan hem de siyasi ve sosyal tarih bakımdan yek pare bir bütün olmayıp üç farklı döneme ayrıldığını göstermektedir. Bu dönemler: Erken Ortaçağlar, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden itibaren yaklaşık 500 yıl süren (MS. 500-1000) döneme verilen addır. Yüksek Ortaçağlar, Erken Ortaçağlar’dan sonra gelen 1000-1300 yılları arasındaki üç yüz yıllık dönemi kapsar. Geç Ortaçağlar, Yüksek Ortaçağlar’dan sonra gelen 14. ve 15. yüzyılları kapsayan dönemdir.
Bu bildiride “Ortaçağ bilim zihniyeti”nin oluşum ve değişimi, söz konusu bu dönemler bazında ele alınmıştır. Bilim zihniyetin oluşumu ve gelişimi şüphesiz ki ilgili dönemin siyasi ve sosyal olaylarından bağımsız değildir. Bu çerçevede, Ortaçağ’ın yukarıda söz edilen dönemlerinde yer alan belli başlı siyasi ve sosyal olaylar da yeri geldikçe kısaca özetlemiştir.
Erken Ortaçağlar ve Bilimsel Düşüncenin Gerilemesi: Bu dönemin en belirgin özelliği Hunlar, Almanlar, Araplar, Vikingler ve kavimler tarafından gerçekleştirilen göçler, akınlar ve fetihlerdir. İslam doğdu ve gelişti. Kuzey Afrika, İber Yarımadası ve Ortadoğu, Müslümanlar tarafından fethedildi. Sık sık meydana gelen savaşlar, şehir hayatının neredeyse yok olmasına sebep oldu. Bronz çağından sonra, ticaret en düşük seviyesine geldi. Dönemin sonuna doğru feodal sistem altında tarımın gelişti. Ağır pulluk bu dönemde keşfedildi.
19. yüzyılda bütün Ortaçağlar “karanlık çağ” olarak adlandırılmıştı. Bilim dışı, din ve inancın hâkim olduğu bir dönem kastediliyordu bu deyimle. 20. yüzyıl başlarında, Yüksek ve Geç Ortaçağlara dair elde edilen yeni bilgiler ışığında köklü bir yeniden değerlendirme yapıldı. Sonuçta, “karanlık çağ” deyimi sadece Erken Ortaçağlar için geçerli olabilirdi. Sebebi konusunda görüşler farklıdır. Bazı tarihçilere göre Erken Ortaçağlar karanlıktır; çünkü dönem hakkında daha fazla bilgi sahibi olmamızı sağlayacak yeterli kaynak yoktur. Bazı tarihçilere göre ise bu dönem gerçekten karanlıktı; çünkü bu döneme bilim dışılık hâkimdi. Her ne ise, bütün Ortaçağları karanlık çağ olarak nitelendirmek artık doğru olmasa da, Antik
Yunan ve Helenistik dönemlerine kıyasla bu dönemde bilimsel faaliyetin daha zayıf olduğu genel olarak kabul görmektedir.
Peki ama neden? Antik Yunan ve Helenistik dönemde göreli olarak canlı bir bilim ortamı varken nasıl oldu da Ortaçağ’da özellikle de Erken Ortaçağlar’da bilimsel faaliyet durma noktasına geldi? Bazı bilim tarihçilerinin ifadesiyle Avrupa’da bilimin meşalesi niçin söndü?
En eski Yunan felsefeleri gözlemlenebilen dünya ile ilgileniyordu. Sokrat ve Platon ile birlikte ilgi doğal olandan doğaüstüne kaymıştı. Felsefe artık arkada yatan gerçeklikle ilgilenmeye, mistik ve ideal bir eğilim göstermeye başladı. Yunan aklı kendi yaratılarının içine hapsolmuştu. Platon’a göre haricî olgular, gerek tabiata gerekse insana ait olsun, ancak akılla kavranabildiği takdirde gerçeklik kazanırlar. Olguların gerçek anlamları, aklın tutarlı kavramsal yapısı ile uyumlu olan niteliklerinde gömülüdür. Olgular ancak böylece düşünülebilir olurlar, ancak bu şekilde var olabilirler. Gerçekte kavranamayacak olan imkânsız olandı.
Böyle bir felsefe tabii olarak, fiziksel dünyanın veya tarihin doğru ve önyargısız gözlemlenebilmesi içim uygun değildi. Evrenin yapısı, Platoncu felsefenin fikirlerine uygun olmak zorundaydı. Tarihî olgular, argümanlara destek sağlama aracından başka bir şey değildi.
Aristoteles, tabiatla Platon’un olduğundan daha çok ilgileniyordu. Buna rağmen Aritoteles’in de en güçlü olduğu alan metafizik ve mantıktı. Bilimi fizikten çok biyoloji olarak görüyordu. Mantığı bir bilim alanı olarak geliştirdi. Biyolojide gözlem metodunu kullandı. Ancak, fiziği gözleme dayalı değildi. Aristoteles, mantığı, algılanan nesneleri sınıflandırarak yeni bilgilere varmaya çalışmıştır. Bunu yaparken de kullandığı metot sınıflama ve karşılaştırmadır. Aristoteles, mantığı diğer bütün felsefe disiplinlerinden ayırmaya çalışmış; onu varlıkla ve bilgiyle ilgili bir alan değil, daha çok düşünme sanatı olarak görmüştür. Mantık doğru düşünme sanatı, akıl yürütmenin bilimi, daha doğrusu geçerli çıkarımları sağlayan kural ve ilkelerin bilimidir. Geçerli çıkarım şekillerini veren mantıktır. Aristoteles, mantığı fizik ve metafizik olgulara tatbik etmiştir. Bu nedenle onun düşünce sisteminde mantık, bilimlerden ayrı bir konuma sahiptir. Bütün bilimler için ortak bir alet, bir metottur; bilimlere giriştir. Sınıflama, varlıkların ortak niteliklerine veya bu niteliklerin değerlerine dayanır. Klasik mantık varlık değerleriyle idare edilen düşünce kanunlarını açıklamıştır.
Yüksek Ortaçağlar’da, Aristoteles’in geliştirdiği klasik mantık bütün bilimlerin metodu olarak kabul görüyordu. Bu durum hem Batı hem de Doğu
Ortaçağ’ı için geçerliydi. Ortaçağ düşüncesi biçimsel mantığı bir tartışma tekniği hâline getirince; bilgi elde etmede sürekli kavramlarla çalışarak deney ve gözlem bir kenara itilmiştir. O kadar ki, mantığın uygulaması ve önermelerin oluşturulması konusunda pek dikkat gösterilmeyip, bu konudaki hataların artması sonucu bazı metafizik prensipler üzerine kurulan garip sonuçlar yaygınlaşmıştır; artık duyulur âlemden bahsederken bile dış dünyaya müracaat edilmeyerek kıyasla bilgi elde etme yoluna gidilmiştir. Böylelikle mantık tamamıyla bir şekilden ibaret kalmış, eşyanın derinliğine inmediği, hep bilinen hakikatlerle uğraştığı ve bilimin dışında özlerden bahseden bir düşünüş sistemi olduğu fikri yerleşmiştir. Sonuçta Ortaçağ skolastik düşüncesinin en çok metot anlayışı tenkit edilmiş ve biçimsel mantığın esaslarının yetersizliği fikrî metodoloji konusunu gündeme getirilmiştir.
Yukarıda belirtildiği üzere, Hristiyanlık inancı Yahudiliğin kutsal kitabına, eski Yunan felsefesine ve daha önceki pagan inançlara dayalı olarak kilise babaları tarafından geliştirilmişti. Bunların başında Augustinus geliyordu.
Augustinus (354-430) Hristiyan teolojisine bütünlük kazandırmak yolunda en önemli adımları atan kişidir. Hristiyan dogması olarak bilinen düşüncenin temellerinde Augustinus vardır. Augustinus sırasıyla inançsızlıktan maniciliğe, oradan şüpheciliğe ve sonra Platonculuğa geçti ve en son olarak da Hristiyan oldu. Hristiyanlık içinde kısa sürede yükselmesiyle birlikte sapkın akımlara ve Hristiyanlığın birliği için savaşımın temsilcisi oldu. Platon’u felsefe ile Hristiyan kutsal metin öğretilerini birleştirmesi Hıristiyanlığın ilk bilgi sentezinin temelini oluşturdu ve alternatif düşünce tarzı olarak Aristoteles ve Thomas Aquinas’ın etkili olduğu Yüksek ve Geç Ortaçağlar’da bile varlığını sürdürdü. Augustinus’a göre “Bir doğru vardır ve bunun elde edilebileceğinden şüphe edilemezBuradan hareketle o, “Şüphe ediyorum, demek ki varım.” sonucuna ulaşmıştır. Bunun yanı sıra Tanrı ezelî ve ebedî bir varlıktır. Augustinus, Tanrı’yı ve insan ruhunun Tanrı ile ilişkisini temel mesele olarak ele alır. Yaradan ile yaratılan arasında varlık niteliği bakımından aşılamaz bir fark vardır. Tanrı Devleti’ni temellendiren Augustinus, Hristiyan kilisesinin görevinin de bu devletin yeryüzündeki temsilcisi olma ve Tanrı’nın sözünü bu dünyada egemen kılma olarak belirlenmesinde etkili olmuştur. Augustinus’un Hristiyan felsefesinin temsilcisi ve temeli olmanın yanında “Günah Çıkarmalar” ve “Tanrı Devleti” adlı eserlerinde ele alıp tartıştığı pek çok konu modern düşünce içinde bile varlığını sürdürmüştür.
Kısaca Erken Ortaçağlar’da insanlar gözlerini bu dünyadan öbür dünyaya çevirmişlerdi. Bununla birlikte Avrupa’nın şurasında burasında, küçük dünyevi bilgi filizlerinin ışığa kavuşmaya çalıştıklarını da görüyoruz. Dünyevi eğitim veren bazı
okulların İtalya’da büyük şehirlerde devam etmiş olması muhtemeldir. Fakat bu dönemde ortaya çıkan manastırlar öğrenme için asıl uygun ortamı yaratmıştı.
Kilise babaları, iyileştirme sanatı diğer dünyevi bilgiye uyguladıkları, en hafif ifadeyle göz ardı etme muamelesini tıbbî bilgi için yapamamışlardı. Çünkü hastaları iyileştirmeye çalışmak Hıristiyanlığın temel esaslarından biriydi. Böylece tıp, manastırlarda gelişen ilk bilim alanlarından biri oldu. Rahipler Helenistik dönem tıpçıları Hipokrat ve Galen’in eserlerini incelediler ve bu bilgi zamanla bütün Avrupa’ya yayıldı. Rahipler ayrıca çiftçilik de yapıyorlardı ve ziraata dair bilgileri canlı tutmuşlardı.
Avrupa’da bilim en düşük seviyesinde iken, Yunan, Roma, Yahudi ve uzakdoğu kültürlerinin karışımına dayalı bir kültür doğuda Bizans’ta, Suriye ve İran’da devam etmişti. İran’da Cündişapur’da yer alan okul ilk merkezlerden biriydi. Burada yerleşmiş bulunan Nesturi Hristiyanları ve yeni Platoncuların özellikle Plato Aristoteles’te yaptığı çeviriler sayesinde İran, Suriye ve Hint felsefeleri Yunan felsefesi ile tanışma imkânı bulmuştur.
620 ile 650 arasında Müslüman Araplar Arabistan, Suriye, İran ve Mısır’ı fethetti. Yüz elli yıl sonra, ünlü Abbasi Halifesi Harun el Reşid, Yunanlı yazarlardan çevirileri teşvik etti; böylece İslam dünyasında bilim ve düşünce alanında büyük bir canlılık dönemi başladı. Başlangıçta ilerleme yavaştı. Felsefi ve bilimsel düşünceyi ifade için Arap dilinde yeni terimler ve kavramlaştırmalar gerekiyordu. Müslüman bilginlerin ilk yaptıkları iş Yunan bilgi hazînesini ortaya çıkarmaktı. Sonra kendi dil ve kültürlerinde bulduklarını buna eklediler. En sonra ise kendi katkılarını ortaya koydular.
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra iki yüz yıl boyunca İslam dünyasında yoğun bir teolojik tartışma yaşandı. Hz. Muhammed tevhit anlayışını getirmişti. Kuran’a göre Allah evreni mutlak varlığından yaratmıştı. Bu düşünce sistemi daha sonra Hint ve Yunan felsefelerinin etkisiyle gözden geçirildi ve sonuçta çeşitli felsefi akımlar, mezhep ve tarikatlar ortaya çıktı. Bu süreçte İslam’ın itikadi esasları ile çelişen çeşitli akımlar da ortaya çıkmıştı. Fakat bu akımlar İslami esasları kabul eden akımlara göre azınlıktaydı. Fakat Maddeciler hariç diğer akımlar İslam’ın tevhit anlayışı esaslarına çok yakın durdular. Bu akımlar geneli itibarıyla Tanrı, ruh, vahiy, peygamber, kutsal kitap vb. dinsel varlık ve kavramları kabul etti.
İslam felsefecilerinde, kutsal metinlerle Yunan felsefi metinlerini uzlaştırma çabası görülür. Bunun etkisiyle bir yüzyıl sonra benzer bir çaba Hristiyan Skolastiklerde görülür. İbni Rüşt ve ekolünden gelenler aklı öne çıkarıp rasyonel sonuçlara dayanırken Gazali ve ekolünden gelenler Vahye veya mistik dinî tecrübelere önem verdiler. İslami felsefe ile kelam bir süre birlikte yürüdü, daha sonra genel olarak felsefe ekolü ile kelam ekolü arasında önemli görüş ayrılıkları çıktı ve kelam, İslami ilimlerde felsefeden ayrıldı. İtikadi konularda felsefe ekolü ile kelam ekolü arasında görüş ayrılıkları mevcuttur. Her ne kadar bu iki farklı grubun düşünceleri diğer grup ve mezheplere oranla daha akli bir bazda olsa da kelam, felsefeye oranla klasik dinî itikada ve nakile daha yakındır. Her iki ekolde de inanç konuların akıl yürütmenin geçerliliğini kabul etmemişlerdi.
İslam filozoflarının kutsal metinleri yorumlama, tefsir ve mantık ya da dil analizlerini ortaya koyduğu görülür. Bu yaklaşım Ortaçağ felsefesinin genel karakteristiğidir bir anlamda. Diğer Ortaçağ filozofları gibi onlar da Tanrı’dan hareket ederek, varlığa ve varoluşa, insan varlığına ve düşüncesine açıklık getirmeye çalışırlar. Bunlarla birlikte Antikçağ düşüncesinin taşınması ve geliştirilmesi bakımından Farabi, İbni Rüşt, İbni Sina, İbni Arabi gibi filozofların Batı felsefesi üzerinde etkisi birçok bakımdan belirleyici olmuştur.
Bu dinî felsefi tartışmalarla beraber fizikî dünyaya olan bir ilgi de vardı. Sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimde üstünlük İslam dünyasına geçmişti. Dokuzuncu yüzyılda tıp, fizik, kimya, matematik ve astronomi alanlarında büyük ilerlemeler görüldü. Bu dönemde ve daha Yüksek Ortaçağlar’da Arapça bilim dili oldu. Arapçada yazılan her eser daha önceki dönemlerde Yunanca eserlerin sahip olduğu prestije sahip oldu.
Yüksek Ortaçağlar ve Skolastik Düşüncenin Doğuşu ve Gelişimi:
Dönemin en belirgin özelliği, sosyal ve politik bakımdan büyük değişime yol açan Avrupa nüfusunun hızla artmasıdır. 1250’ye doğru ulaşılan seviye bazı bölgelerde 19. yüzyılda bile görülmedi. Dönem sonuna doğru görülen salgın hastalıklar ve savaşlar bu gelişmeyi gölgeledi. Bu dönemde Vikingler, İngiliz adalarına, Fransa’ya ve diğer bölgelere yerleşti. İskandinav ülkelerinde Hristiyan krallıklar doğdu. Orta Avrupa’da 1000 yılında Hristiyan Macar krallığı tanındı. Kısa süreli Moğol istilaları görüldü. Bir kısmı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Alpler’in kuzeyine, vahşi doğaya çekilmiş bulunan nüfus yeni alanlara yerleşmeye başladı. Avrupa’nın ormanlık ve sulak alanları temizlenerek tarıma açıldı. Bu süreçte yerleşmeler doğu Avrupa’ya kadar uzandı. Almanya’nın yüzölçümü üç katına çıktı. Roma Kilisesinin öncülüğünde Hristiyan Avrupalılar tarafından kutsal toprakların Müslümanların elinden alınması amacı ile 1095 ve 1291 arasında Haçlı seferleri gerçekleştirildi. Haçlılara karşı İslam dünyasını Selçuklu Türkleri savundu. Doğu Akdeniz ve Baltık bölgelerinde Haçlı kolonileri kuruldu. İber Yarımadası’nın büyük bölümü
Müslümanlardan geri alındı. Bu çağda Batı Avrupa’da ulus devletlerin doğuşu gerçekleşti. İtalya’da büyük şehir devletleri gelişti.
On birinci yüzyılda eleştirel düşüncenin yer yer teolojideki tartışmalı konulara uygulandığını görüyoruz. On ikinci yüzyılda teolojik felsefi çalışmalara bir süre ara verildi ve yeniden keşfedilen klasik eserlerin edebî değeri üzerinde düşünülmeye başlandı. Aristoteles’in dolaylı etkisine rağmen, ağırlıklı düşünce hâlâ Platoncu veya Yeni-Platoncu ve Augustinci idi; felsefi ve rasyonel olmaktan ziyade idealist ve mistikti.
Fakat on üçüncü yüzyılda manastır okullarının odağında olduğu hümanist akımla ve belki de onunla bağlantılı olarak büyük bir manzara değişikliği oldu. Dünyevi bilgiye olan ve giderek artan talep Yunan yazarların önce Arapçadan sonra da doğrudan Yunancadan Latinceye çevrilmesiyle karşılanıyordu.
Arapçadan Latinceye çevirinin en aktif olduğu yer İspanya idi. 1125 ile 1280 arasında Aristoteles, Ptolemy, Öklid ve diğer Yunan fizikçileri; İbni Sina ve İbni Rüşt başta olmak üzere diğer Müslüman gökbilimciler ve matematikçiler Latinceye kazandırıldı. Çeviri alanında önem bakımından İspanya, sonra ikinci sırada Güney İtalya ve Sicilya geliyordu. Buradaki çeviriler yerleşik Arap ve Yunanlılar tarafından yapılıyordu. Zamanın Bilim dili Arapça idi ve Arapçadan çevirilere çok değer veriliyordu. Bu durum Yunan yazarlarının Arapçadan çevirileri için bile geçerli idi. Bu dönemde Müslüman toplumlar ve onlar içinde yaşayan Yahudiler bilime gerçekten ilgi duyuyorlardı. Avrupa’nın bu ülkelerle temasa geçmesiyledir ki daha rasyonel bir düşünce tarzına doğru dönüşüm gerçekleştirdiler.
En büyük değişim Aristoteles’in yeniden keşfi ile gerçekleşti; 1200 ile 1225 arasında eserlerinin tamamı ortaya çıkarıldı ve Latinceye çevrildi; önce Arapça çevirilerinden daha sonra ise doğrudan Yunancadan çevirileri yapıldı. Bu son çabada kendisi bir gökbilimci olan Robert Grosseteste başı çekiyordu. Grosseteste Yunanlıları İngiltere’ye davet etti ve Yunan kitaplarını İngiltere’ye getirtti. Öğrencisi, Fransisken tarikatı rahibi Roger Bacon, Yunan dilinin bir gramerini yazdı. Amaçları edebî değil teolojik ve felsefi idi; kutsal metinlerin ve Aristoteles’in orijinal dilini anlamaktı.
Yeni bilgi mevcut tartışmaları konularda etkisini göstermişti. Realizm daha az Platoncu olarak devam etti. Nominalizme yaklaştı. Aristoteles Ortaçağ zihinlerinde yeni bir pencere açtı. Aristoteles genel olarak o zamana kadar Antik felsefeyi temsil eden Yeni Platonculuktan daha bilimsel ve daha rasyoneldi. Felsefede ve tabii bilimlerdeki bilgisi o zamana kadar bilinenlerden daha fazlaydı. Bu bilgiyi Hristiyan Ortaçağ düşüncesine uyarlaması ve hazmettirmesi büyük -ve tehlikeli- bir işti. Kilise ilahi bilginin alıcısı ve yorumlayıcısı olarak rakipsizdi. Dünyevi bilgi de Yeni-Platonizm’le temsil ediliyordu. Bu yüzden Aristoteles’in yeni keşfedilen eserlerinde yer alan bilimsel ve yarı bilimsel bilgileri kabul edip bunları Hristiyan öğretisiyle bağdaştırmaya çalışmak gerçek bir entelektüel cesaret işiydi. Gerçekten de ilk çalışmalar bazı çevrelerde alarma yol açmıştı. Aristoteles’in eserleri 1209’da Paris bölgesinde yasaklandı, ancak daha sonra 1225’te Paris Üniversitesinde okutulacak eserler listesine alındı.
Aristoteles’i yorumlayan bilim adamlarının başında Dominiken tarikatına mensup Albertus Magnus (1206-1280) gelir. Albertus belki de Ortaçağların en bilimsel düşünen beynine sahipti. Aristoteles’in Müslüman ve Yahudi bilim adamlarının eserlerinde yer alan gökbilim, coğrafya, botanik, zooloji ve tıp alanındaki bilgileri bir araya getirdi.
Albertus’un çalışmaları Oxford Fransiskenleri olan Grosseteste ve Bacon’ın çalışmalarına yakınlık gösterir. Ancak asıl önemlisi doğrudan öğrencisi Aziz Thomas Aquinas’ın kendisininkinden daha sistematik olan felsefesine yol açmasıdır. Her ne kadar zihniyeti Albertus’tan daha az bilimsel olsa da Aquinas’ın, felsefe tarihi ve modern bilimin başlamasında oynadığı rol bakımından önemi büyüktür. Albertus’un kutsal veya dünyevi mevcut bilgiyi rasyonelleştirme çalışmasıda devam ederek entelektüel ilgileri canlandırdı ve evrenin anlaşılabilirliği düşüncesini beyinlere yerleştirdi.
Albertus Magnus ve Thomas Aquinas birlikte düşüncede özellikle de dinî düşüncede bir devrim yarattılar. Platon’dan yeni Platonculuğa oradan Aziz Augustine kadar insan, kendi başına bağımsıZ varlığa sahip olduğu kabul edilen ruh ve gövdenin karışımı olarak düşünülmüştü. Her ruha Tanrı doğuştan fikirler aşılar. Bunlar içinde bir ilahi varlık fikri de vardır. Bu düşünce tarzı, bireysel hayatta kalma ve Tanrı’nın doğrudan bilgisine sahip olma gibi Hristiyan öğretileriyle kolayca bağdaşmıştı.
Buna karşılık Aristoteles, farklı bir insan ve bilgi teorisi ortaya koymuştu. Ne gövde ne de ruh kendi başlarına varlıklar değillerdi ve insan bunların birleşiminden meydana geliyordu. Fikirler doğuştan gelmiyor, fakat duyulardan alınan verilere dayalı olarak sebep sonuç ilişkisi içinde inşa ediliyordu. Tanrı’nın anlaşılması doğuştan değil, rasyonel ve zahmetli bir akıl yürütme sonucu olmak zorundaydı. Bu düşünce dinî inançlara uymasa da dış dünyanın daha iyi temsiline yol açtı. Bu yüzden Albertus ve Aquinas bu düşünceyi benimsedi. Sonra Thomas Aquinas bu düşünceyi Hristiyan öğretisiyle bağdaştırmaya koyuldu ve bunda da başarı oldu.
Aquinas, cahiller için Hristiyanlık bilgisini anlattığı en önemli eserleri Summa Theologiae ve Summa Philosophica contra Gentiles’i iki önemli bilgi kaynağı kabul eder: Hristiyan inancının kutsal metinleri, Kilise babaları ve Hristiyan geleneği aracılığıyla ulaştırılan gizemler ve insan aklı ile ulaşılan doğrular. Bu sonuncu tür bilgi yanılabilen bireysel akıldan gelen değil, Platon ve Aristoteles gibi otoritelerden gelen tabii bilgidir. Bu iki tür bilgi birbirl eriyle çelişmez; çünkü her ikisinin kaynağı Tanrı’dır. Bu yüzden felsefe ve teoloji bir bütünün parçalarıdır. Tanrı’nın varlığı bile akıl yoluyla ispat edilebilir. Burada Aquinas kendisinden önceki filozoflardan ayrılmaktadır. Kendinden öncekiler Neo-Platonizm’in etkisi altında, Teslis ve enkarnasyonun gizemlerini ispat etmeye uğraşmışlardı. Fakat Thomas, Aristoteles ve onun Müslüman şarihlerinin etkisi altında, bu gizemlerin akıl yoluyla ispat edilemeyeceğini, ancak anlamak üzere akıl yoluyla incelenebileceğine inandı. Böylece, bu doktrinler felsefi teolojinin alanından çıkartılıp inanç alanına dâhil edilmişti. Aziz Thomas Aquinas’la, Skolastisizm en yüksek seviyesine ulaştı. Skolastik düşüncenin insan aklı üzerindeki kıskacı çok uzun ve yoğun oldu.
Roger Bacon (1220-1292) skolastik dönemin Aquinas’tan sonra gelen en önemli bilginlerindendir. Bacon’a göre, güvenilir bilgiye ancak akıl ve deney yollarıyla ulaşılabilir; akıl kanıtlayıcı, deney ise veri toplayıcıdır ve doğru bilgi için her ikisinden de yararlanmak gerekir; akıl yürütme yoluyla ispat tek başına yeterli değildir; doğruluğunun deney yoluyla denetlenmesi gerekir.
Deneyle elde edilen bilgi, aynı zamanda yararlı bir bilgidir; çünkü insanlara geleceği önceden kestirme ve kavrayış yetisini geliştirme imkânı verir; böylece birçok kötülük gerçekleşmeden önce belirlenebilir ve giderilmesi için gereken tedbirler alınabilir; insanlık bu sayede doğaya egemen olabilir ve asırlardan beri özlemini duyduğu kurtuluşa ulaşabilir.
Bu, Ortaçağlar düşüncesinde bir devrim demekti. Nitekim, insan hatalarının sebeplerini analizi konusunda söyledikleri, 150 yıl sonra yine bir İngiliz filozofu olan adaşı Francis Bacon’ın söyledikleri ile benzerlik gösterir: Otoriteye gereğinden fazla saygı, alışkanlık, önyargı ve bilgiye aşırı güven.
Bacon, felsefe yanında optikle de ilgilenmiş, mercekler ve aynalar üzerinde düzenli araştırmalar yapmıştır. Işığın niteliği ve gökkuşağı üzerindeki incelemeleri özellikle ilginçtir; deneylerini özenli bir biçimde tasarlamış ama çoğunu hiç gerçekleştirmemiş ve sadece anlatmakla yetinmiştir. Optiği doğa felsefesinin odak noktası olarak gören Bacon’ın çalışmaları, Eski Yunan ve İslam optik geleneklerinin belirgin izlerini taşımaktadır. Yaşadığı dönem İbnü’l-Heysem etkisinin ortaya çıkmaya ve güçlenmeye başladığı bir dönemdir ve Bacon’ın temel optik görüşleri de İbnü’l-Heysem’e dayanmaktadır.
Roger Bacon felsefe alanında tam bir İbn-i Sina takipçisidir. 13’üncü yüzyıl filozofları arasında Ibn-i Sina’nın hayatı ve eserleri hakkında en iyi bilgisi olan odur. O Ibn-i Sina’nın Latinceye tercümelerinin hepsini bilmekle kalmıyor, bunlar dışında Arapça başka eserleri olduğunu da biliyordu. Onun yalnız felsefeye ait eserlerini değil, astronomi ve kimyaya ait eserlerini de biliyordu; deneyci bir filozof olması bakımından, onun bütün bu araştırmalarından geniş ölçüde faydalanmış, Ibn-i Sina hakkında dönemin skolastiklerinin mahdut görüşlerine saplanmamıştır (Ülken, 1957).
Özetle, Yüksek Ortaçağların en belirgin özelliği manastırlarda gelişen skolastik düşüncedir. Skolastik düşüncenin gelişmesinde yukarıda belirtildiği gibi 800-1100 yılları arasında zirvesinde bulunan İslam felsefesi çok etkili olmuştur. Skolastik düşünce genel olarak bir öğreti durumuna gelmiş olan Hristiyan inancının temellendirilmesi ve sistematikleştirilmesi girişiminden doğmuştur.
Yüksek Ortaçağlarda görülen din ağırlıklı Platonizm’den ayrılmak üzere, skolastik felsefede bilgi ağırlıklı bir Aristoculuk öne çıkmıştır. Skolastik düşüncenin temel motivasyonu rasyonel düşünceyi inanca uygulamak, vahiye akıl aracılığıyla bir kavranılırlık getirmek, inanca akıldan gelen saldırılan yine akıl aracılığıyla engellemeye çalışmaktır. “Anlamak için inanıyorum.” düsturu bir anlamda skolastik felsefenin nihai konumunu göstermektedir. Bu bakımdan skolâstik felsefe önceleri realist bir karakter kazanmış daha sonra ise nominalizme doğru yaklaşmıştır.
Geç Ortaçağlar ve Skolastik Düşüncenin Yıkılışı: Sosyal ve siyasi bakımdan krizler dönemi olarak bilinir. Bir dizi açlık, salgın hastalıklar Avrupa nüfusunu bazı tahminlere göre yarı yarıya azalttı. Nüfus azalmasıyla birlikte soysal kargaşa ve savaşlar baş gösterdi. Fransa ve İngiltere ciddi köylü ayaklanmalarına ve 100 yıl savaşlarına sahne oldu. Kilise içinde bölünme meydana geldi.
Bütün bu krizler, Eski Yunan ve Roma metinlerine olan ve gittikçe artan bir ilgiyi engellemedi. Eski Yunan ve Roma metinleriyle tanışma, Haçlı Seferleri sırasında Müslüman bilginleriyle karşılaşma sonucu olmuştu. Klasik metinlerle tanışma ile beraber matbaanın icadı bilginin yayılmasında erişimde geniş fırsatlar yarattı. Bunlar daha sonra Protestan Reformasyonuna yol açtı. Bu dönemin sonuna doğru Coğrafi Keşifler başladı. Bu keşifler Avrupa ekonomilerini güçlendirdi. Bu gelişmelerin yol açtığı değişmeler Ortaçağ’ın sona ermesi ve yeni bir çağın başlaması olarak yorumlandı.
Roger Bacon’ın skolastizmi eleştirmesi, günümüz bakış açısından haklı ve yerinde görünse de, zamanın ruhuna uygun değildi. Dolayısıyla da etkisi çok az oldu. Skolastizme asıl zarar veren yüzyılın sonuna doğru başlayan felsefi saldırılardır. Paris ve Oxford’da ders vermiş bulunan Duns Scotus (1265-1308), Aquinas’ın bile aklın ötesinde gördüğü felsefi alanı genişletti. Zamanın hâkim Hristiyan öğretilerini Tanrı’nın keyfi kudretine dayandırdı. İnsanı temel özelliğinin özgür iradesi olduğunu ileri dürdü. Bu özellik akıldan bile önce geliyordu. İşte bu noktada skolastiklerin felsefe ve din arasında kurmaya çalıştıkları ve Thomas Aquinas’in nihayet başardığı düşünülen birliğe karşı bir duruş vardı. Eksik ve yetersiz de olsa ikilik yeniden ortaya çıkmıştı. Bununla birlikte felsefeyi teolojiye hizmetten kurtarıp, deneyle birleştirerek bilimin doğması için imkân sağlayan gerekli bir adımdı.
Duns Scotus tarafından başlatılan süreç William Occam’ın (ölümü 1347) yazılarında daha da ileri gitti. Occam’a göre, teolojik doktrinler akıl ile izah edilemezdi. Kilisenin pek çok doktrinin akıl dışı mahiyetini gösterdi. Papalığın üstünlüğü teorisini eleştirdi.
Skolastik filozoflar yorumcuydular. Orijinal araştırma ve deney onların dünyasına yabancıydı. Bununla birlikte rasyonel düşünceye olan bağlılıkları mantıksal analiz ruhunu canlı tuttu, hatta güçlendirdi. Tanrı ve evrenin insanlar tarafından anlaşılabileceğine dair kabulleri bilinçsiz de olsa doğanın düzenliliği ve işleyişin belli kurallara bağlı olduğu düşüncesini Batı Avrupa’nın en iyi beyinlerine işlemişlerdi. Bu düşünce olmaksızın bilimsel araştırmaya asla teşebbüs edilemezdi. Rönesans insanı skolastik otoritelerin prangasından kurtulur kurtulmaz skolastik metodun kendilerine öğrettiği dersleri kullanmaya başladı. Doğanın tutarlı ve anlaşılır olduğunu gözlemlemeye, gözlemlerini açıklamak üzere tüme varım yoluyla hipotezlerini formüle etmeye ve tümden gelim yoluyla ulaştıkları sonuçları deneyle test etmeye başladılar. Skolastizm, kendisini yok edecekleri yetiştirmişti.
Görüldüğü üzere Rönesans, yeni bir metot ararken, skolastiğin kullandığı biçimsel mantığa özellikle de onun kıyas ve yorumlama metoduna karşı çıkmıştır. Rönesans ile birlikte tabiat bilimlerindeki gelişme karşısında yeni metot arayışları başladı. Çünkü, Rönesansla başlayan modern bilim, olgu ve olaylar arasındaki ilişkilerin matematiksel ifadesiyle ilgileniyordu. Bu münasebetleri en iyi temsil edip açıklamaya yarayacak yeni bir alete ihtiyaç vardı. Klasik felsefenin konusu mutlak değerdir. Modern bilimin konusu ise göreli olgu ve olaylarla aralarındaki ilişkilerdir.
Yeni mantık genel bağlantılar kuramını kurmuştur. Bu düşünce şekli klasik mantığı dışarıda bırakmaz tam tersine onu da kapsar. Aristoteles’in akıl yürütme metoduna karşı çıkanların başında Galileo (1564-1642), çağdaşı Francis Bacon (1561-1626) ve Descartes (1596-1650) gelir. Onlar mantığı metot olarak yetersiz görüp yeni metot arayışına başladılar. Bacon ile başlayan yeni mantık çalışmaları mantığın kendi içinde gelişmesinin tabii bir sonucu değil, bilimde o zaman gelinmiş olan seviyenin yeni ve sağlam bir metoda ihtiyaç hissettirmesindendir.
Francis Bacon sınıflama ve karşılaştırma metodu yerine tüme varımı esas alıp geliştirmeye çalıştı. Aynı şekilde, bilim metodu üzerinde ilk eserin sahibi olan Descartes de Aristoteles’in sınıflama ve karşılaştırmaya dayalı mantığını yeni bilimi kurmaya elverişli bulmamıştı. Ona göre, bilimler arasında yalnızca matematik sağlam temellere dayanmaktadır; o yüzden sarsılmaz bilime ancak matematik kullanılarak ulaşılabilir. Felsefede doğru ve şüphe götürmez bilgilere ulaşmak istenirse, matematik bütün bilimlere uygulanmalıdır. Descartes matematiği genel düşünüş yöntemi olarak gördü. Çünkü rasyonel bir bilim olan matematik, disiplinlerin en sistemlisidir. Kısaca, Descartes karşılaştırma yerine matematiksel dedüksiyonu bilim metodu olarak geliştirdi.
Bu yeni bilim yönteminin en iyi uygulamasını Yeniçağ’ın başlarında Galileo serbest düşme yasasını, Kepler güneş sistemindeki gezegenlerin hareketlerine ilişkin yasaları, Newton ise evrensel çekim yasasını formüle ederken kullandı. Mesela Galileo cisimlerin serbest düşüşlerini açıklayan yasada, cisimlerin neden düştüğünü değil nasıl düştüğünü ortaya koymayı amaçladı. Cisimlerin serbest düşüşünü doğru olarak tanımlayabilmek için olayın bütününü zaman (t), ivme (g), yol (s) gibi ölçülebilen ögelerine ayırdı ve onu bu ögeleri içine alan bir matematik fonksiyon şeklinde (s=1/2gt2) ifade etti. Buna göre, serbest (ya da boşlukta) düşen bir nesnenin aldığı mesafe, düşme süresinin karesiyle doğru orantılıdır. Bu ilişki ağırlıkları veya maddesel nitelikleri ne olursa olsun tüm nesneler için geçerlidir. Galileo, burada Aristoteles mantığını bir yana itmiş, onun yerine matematiği koymuştur. Bu davranış ile matematik yeni bilimin aracı olma yolunda çok önemli bir mesafe almıştır.
Görüldüğü üzere bütün Ortaçağlar boyunca aynı olmamakla birlikte, Ortaçağ bilimsel düşüncesinin genel özelliliği din eksenli olmasıdır. Bu düşüncenin temelinde Hristiyan teolojisi, İslam felsefesi ve Yahudi felsefe gelenekleri yer almaktadır. Bu geleneklerin farklılıklarına rağmen ortak felsefi özellikleri Antikçağ felsefesine dayanıyor olmalarıdır; bu gelenekler Antikçağ felsefesini kendi dinî niteliklerine göre sürdürür durumdadırlar ve birbirlerini bu temelde sürekli etkilemişlerdir. Ortaçağ felsefesi geleneklerinde, şüphecilik hariç, Antikçağ’ın önemli filozoflarının ve felsefe akımlarının çoğu görülür.
Ortaçağ için kullanılan “Karanlık çağ” deyiminin ancak Erken Ortaçağlar için kullanılabileceği, buna karşılık Yüksek ve Geç Ortaçağların bilim ve sanatta yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans için hazırlık dönemleri olarak değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Mümtaz Turhan’ın “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” adlı eserinde Batılılaşma ve modernleşme konusunda kendi zamanında ileri sürülmüş fikirleri eleştirirken sorduğu sorular ve bunlara verdiği cevaplar bu makale için iyi bir sonuç niteliğindedir:
Rönesans hakikatte Eski Yunan Medeniyeti’ne sadece bir dönüş müdür? Bugünkü Garp Medeniyeti ile Eski Yunan Medeniyeti arasına müşterek olan unsurlar nelerdir, eksik veya fazla olan kıymetler hangileridir, bunları biliyor muyuz? Sonra intisap etmek istediğimiz Garp Medeniyeti’nin esas unsurları olan kıymetleri nelerdir?
Bu sorulara cevap verirken Turhan haklı olarak Ortaçağ’da hiçbir zaman Yunan ve Latin kaynakları ile bağlantının kesilmediğini belirtiyor. Rönesans’ın eski kaynaklara bir dönüş olmayıp, tam tersine Ortaçağlar boyunca çoğalan bilim ve sanat alanındaki çalışmaların Rönesans’a yol açtığını belirtiyor. Aynı şekilde feodalizmin yıkılışı, insan topluluklarının milletler hâlinde taazuvu, büyük şehirlerin ortaya çıkışı gibi içtimai yapıda büyük değişmeler ve mütemadiyen artan, biriken bilgi neticesinde de Rönesans’a hakiki manasını ve hüviyetini veren Reformasyon mümkün olabilmiştir.
Bununla beraber ilim bakımından Ortaçağ zihniyetinden hakiki kurtuluş insan düşünce ve görüşünü değiştiren hakiki inkılâp, ancak on yedinci asrın ortasında Galileo’nin ilim sahasında yaptığı büyük keşif sayesinde olmuştur. Çünkü Ortaçağ’ın ilim telakkisiyle bugünkü ilim zihniyeti arasındaki fark, bu ve benzeri keşiflerle açığa vuruluyordu. Artık büyük otoritelerin üstatların hâkimiyeti sonra eriyor, sistemli müşahede ve tecrübelerin son sözü söylemesi isteniyordu. Hadise ve vakıalarla bunlar arasındaki münasebetlerin objektif bir şekilde ifadesi, şahsi kanaat ve fikirlere tercih ediliyordu. Bu fikirler ve kanaatleri ortaya atanlar ne kadar büyük ne kadar meşhur olurlarsa olsunlar bir kıymeti yoktu.”
Kaynaklar
Colin, A.R. (2003). Bilim tarihi dünya kültürlerinde bilimin tarihi ve gelişmesi. Ankara: TÜBİTAK yayınları.
Dampier, W. C. (1948). A History of science and ıts relations with philosophy and religion. Cambridge: Cambridge Univeristy Pres.
Köz, İ. (2002). Aristoteles mantığı ile felsefe-bilim. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 10(2), 355-374. http://dergiler.ankara.edu.tr/
dergiler/37/725/9167.pdf. “Ortaçağ Felsefesi”: http://tr.wikipedia.org/
Turhan, M. (1959).Garplılaşmanın neresindeyiz?. İstanbul:Türkiye Basımevi.
Ülke, H. Z. (1955). Gazali ve felsefe. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,4(3),98-121. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/ 37/734/9374.pdf
Ülken, H. Z. (1957). Farabi ve İbn Sina’nın garp ortaçağ düşüncesi üzerinde tesirine dair yeni bazı münakaşalar. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,6(1), 27-34. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/ 37/739/9431.pdf.
Yıldırım, C. (2008). Bilim tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
—————————————-
Kaynak:
Doç. Dr. Ramazan ACUN, “Ortaçağ ve Bilimsel Zihniyeti”, Aramızdan Ayrılışının 40. Yılında Prof. Dr. Mümtaz TURHAN Sempozyumu, Gazı Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara – 2009, ISBN: 978-975-507-187-9, Sf. 293-306
[i] Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü