Füsun MENŞURE
Küçük adımlarımla sabahın çiği düşmüş çimenlerin üzerinde yürüyorum. Bir, iki, üç, dört… Dört ahenkli adımı öyle zarif bırakıyorum ki yere, âdeta toprağı incitmekten korkarmış gibi, parmak uçlarımda dolaşıyorum. Beni uzaktan izleyenler, yürüyüşümün pek bir havalı olduğunu söylerler. Görünüşüme ise söyleyecek söz bulamazlar. Çünkü buna, lügatlerindeki kelimeler yetmez. Onlarla aramda hiçbir fark olmadığını savunan kimi ahmaklar, kendilerini benimle eş tutma gafletine düşecekleri anda, bir bakışımla hemen toparlanırlar.
Farklılığım, saray bahçelerinde gezinen büyük büyük annemin soyundan gelir. Dedelerimin soyundan ise bahsetmeye gerek bile görmüyorum. Asil bir dişinin bir anlık zayıflığından yararlanmış, boz bir fırsatçıdan başka bir şey olmasa gerek büyük dedem. Anne soylu olmamın gururunu, boz rengi ile lekeleyip genlerini yıllar sonrasına bu şekilde iletmiş şıpsevdi bir züppe!
Büyükannem, o malum bahar sabahı, bembeyaz kürkünü havalandıran aşk rüzgârının etkisine kapılmış, aklı başından uçmuş, duygularına teslim olmuş her dişi gibi, kendine engel olamayıp sıradan bir erkekle birleşip, gelecek nesillerinin muhteşemliğini lekeleyeceğini hiç düşünmemiş olmalı. Yaşadığı aşk ve arzu dolu dakikalar için o anda pişman olmadığına eminim. Benim de bir ara başıma gelmişti böyle bir şey. Ancak yine de dikkatli olmakta, her iş için dengini aramakta fayda var. Karnında o boz erkeğin yavrularını taşıdığını hissettiğinde, biraz olsun pişmanlık duymuş olabilir. Oysa doğum anı gelip çattığı, annelik mertebesine yükseldiği sırada, türünün diğer bütün dişilerinin başına gelen, onun da başına gelmiş, çok ihtiyaç duyduğu erkeğini yanında görememiştir. Eminim! Belki de türümüzün dişilerinin, erkeğin de genlerini taşıyan yavrulara karşı gereken hassasiyeti gösterememesi bundandır. Hak ettiğini sanıp, bir türlü sahip olamadığı sevgiyi ve ilgiyi kendinden olandan, yani evladından bile esirgeme sendromu deriz kendi aramızda buna. Başkaları nankörlük der, bencillik der, der de der…
Her neyse. Parkın içinde en alımlı hâlimle salınırken kendimi bu kadar beğenmemin nedeni, anne soyumdan aldığım eşsiz beyaz kürkümdür. Karnımın alt kısmında baba tarafımdan geldiğini düşündüğüm, ilk bakışta görünmeyen boz lekeyi ise hiç takmıyorum.
Tabii ben, atalarım kadar şanslı değilim. Bir saray bahçesinde yaşamıyorum. Fakat bu, saraylara layık olmadığım anlamına da gelmez elbette. Neticede yaşadığım yer bir saray değilse de, şehrin en nezih parkı. Karşıda deniz, arkada ağaçlar, yukarıda beni sıcacık ısıtan güneş, parkın hemen köşesinde kurulu muhteşem bir çay bahçesi, özellikle hafta sonları parkı dolduran insanların, açgözlülüklerinden bolca sipariş verdiği ve bitiremeyince benim payıma düşen enfes yiyecekler…
Bazen çay bahçesinin kapalı kısmını dış mekândan ayıran camların önünde durup, aksime yemyeşil gözlerimle baktığımda, bundan daha iyisine layık olduğumu düşünüyorum. Sıcacık tertemiz bir yuvaya. Sonra kader diyorum. Buna da şükür. Daha kötü bir yerde de yaşayabilirdim.
Sabahın erken saatlerinde insanlar genelde sahilde yürüyüş yapıyorlar. Ben o tarafa doğru yürümeyi pek sevmiyorum. Denizden esen rüzgâr üşütüyor beni. Zira soğuğa hiç gelemem. Sonra, öğlene doğru, birer ikişer masalara doluşuyorlar. Genelde herkes yanında birisiyle oturuyor. Durmadan konuşuyorlar. Ne anlatıyorlar böyle hiç anlamıyorum. Bütün yüzleri neredeyse tanıyorum. İnsanların belli aralıklarla aynı yerleri tercih etmeleri biraz bize benziyor. Biz kediler de rahat ettiğimiz yerlerden kolay kolay vazgeçemeyiz.
Parkı her gün dolduran bu insanların aralarında biri var ki bilemezsiniz. O benim vazgeçilmezim. Havanın sıcak olduğu zamanlarda neredeyse gün aşırı geliyor. Güneşi arkasına alıp hep aynı masada oturuyor. Güneş gözlüklerini gözünden hiç çıkarmadığı için nereye bakıyor, ne düşünüyor hiç anlamıyorum. Fakat yalnız biri, bunun farkındayım. Yanında bazen bir kitap, bazen bir bilgisayar getiriyor. Durmadan okuyor, yazıyor, çalışıyor.
Birbirimizi iyi tanıdığımızı söyleyebilirim. Benim ona karşı tutkunluğumdan eminim haberi var. Çünkü parkın öteki ucundan adım attığı anda havaya yayılan kokusunu alıyorum. Türümüz gereği iyi koku alırız, tamam. Fakat bu daha çok, yiyecek kokuları ile ilgilidir. Bir insanın kokusunu benimsemek, elbette özel bir meziyet gerektirir. Oturduğu sandalyenin yanında dolaşıyorum önce. Kuyruğumu sallayıp ilgisini çekmeye çalışıyorum. Sonra bacaklarının arasında dolaşıyorum. Biraz eğilip beni sevmeye başladığında keyfime diyecek yok. Oysa etrafta onlarca kedi var. Herkes imrenerek bakıyor bize. Beyaz kürkümün görkeminin karşısında ezilseler de yüzsüzlükten vazgeçmiyorlar. Yanımıza gelip bana sunulan ilgiden nemalanmaya çalışıyorlar. O sırada bütün uyanıklığımla suskunlaşıp, o muhteşem dokunuşların sahibinin hemen yanında, masanın altına doğru sürülmüş sandalyeye yerleşiyorum. Nasılsa bir süre sonra o, sıradan kedileri yanımızdan uzaklaştırır. Olmadı, bir parça yiyecek eşliğinde güzel demlenmiş bir çay getiren garsona, kedileri kovması için işaret eder. Garson göz ucuyla beni gösterdiğinde -işte en zevk aldığım an- “Hayır onu değil diğerlerini.” der.
Onun yanı başındaki sandalyenin üzerinde, bir eli vücudumda şefkatle gezinirken diğer eliyle sayfaları çevirişi yok mu? Öğlen güneşi bütün cömertliği ile kendini bize adadığından, gevşeyip âdeta sandalyeye yayılmışım. Şu anda kim bilir kaç kişi benim yerimde olmak isterdi. Ne kadar da şanslıyım.
Birden telefonu çalıyor. Karşıdan bir kadın sesi geliyor, biraz gerginleşiyor ilk anda, dokunuşundan anlıyorum. Sonra yavaşça sakinleşiyor. Telefondaki her kimse kapatıyor. Ardından yine çalıyor telefonu. Bu defa, daha dostça biri olmalı. Ses tonu daha sakin. Kulaklarıma inanamıyorum. Ona bizi, şu anımızı anlatıyor. “Sahile indim. Parktayım.” diyor. “Bu park, denizden esen hafif rüzgâr, yemyeşil çimenler, mis gibi bahar havası ve her şeyden önemlisi Pamuk var yanımda. Parkın zarâfet temsilcisi. Ona dokunduğumda bütün stresim uçup gidiyor.”
Duyduklarım karşısında ne yapacağımı şaşırıyorum. Bir dostuna, ona çok iyi geldiğimi söylüyor. Ve bana Pamuk diyor. ‘Pamuk’ aslında hayalimdeki havalı isim değil. Ben hep, ‘Afrodit’ diye çağırılmayı hayal ederdim. Ama olsun. Bu da bir şeydir. Belki zamanla değişir fikri. Değişmese bile ne fark eder. O da beni seviyor demek ki. Sonra telefonun karşısındaki ses diyor ki, “Sana iyi gelen şeylere sıkıca sarılmalısın. Onları asla bırakmamalısın. Bu dünyada ne kadar az şeyin bize iyi geldiğini bir düşünsene!”. Dost dediğin işte böyle olmalı! Duygulanıyorum. Umutlanıyorum. İnsanlar gibi ağlamayı becerebilsem, neredeyse mutluluktan ağlayacağım. Zevkle mırıldanıyorum sadece.
Garson hesabı getirdikten ve parasını alıp uzaklaştıktan sonra dönüp yüzüme bakıyor. Bu defa başımı okşuyor. Allah’ım. Hep hayal ettiğim şey. “Seni yanımda götüreyim mi güzellik?” diye soruyor. “Benimle yaşar mısın? Hep yanımda kalır mısın?”
Ne diyebilirim ki? Bakışımdan, hâlimden anlaşılmıyor mu?
Eşyalarını toplayıp çantasına yerleştiriyor. Beni kucağına alıp yürümeye başlıyor. Parkın içinde spor kıyafetleri ile sahile doğru koşan genç kızlar, onun kucağında beni şımartıyorlar. “Aman Tanrım! Ne tatlı bir şey bu böyle.” Sahibim, bir anda kendimi adadığım, kokusu ile beni büyüleyen, biriciğim; “Evet, öyledir.” diyor. İnanılmaz derecede gururlanıyorum. Herhâlde bugün zevkten öleceğim. Bundan böyle ömrümün sonuna dek sevilerek yaşayacağım mutlu sıcacık yuvamı görmeden ölmeyeyim Tanrım! Lütfen!
Beni arabasına, hemen yanındaki koltuğa koyuyor. Biraz korkuyorum. Kıpırtısız oturuyorum koltukta. Başımı okşuyor. “Arkadaş, sen ne uslu şeymişsin böyle!” diyor. Aradan biraz zaman geçince kapalı karanlık bir yerde iniyoruz arabadan. Hâlâ kucağında taşıyor beni. “Yorulacaksın, ben yürürüm.” demek istiyorum. Fakat sesimi çıkaramıyorum. Biraz sıkılarak anın keyfini sürmeye devam ediyorum.
Nihayet evine geliyoruz. Yani yeni yuvama. Kapıdan içeriye girmemize rağmen, beni hâlâ yere bırakmıyor. Dar bir koridordan ilerliyoruz. Karanlık, soğuk bir odaya giriyoruz. Odayı aydınlatıp birden suyu açıyor. İnanamıyorum! Sanırım beni yıkayacak. Fakat ben, en kirli hâlimde bile kendimi iki günde temizleyebilirim ki. Sesimi çıkarmamak, direnmemek için zor tutuyorum kendimi. Çırpınırken tırnaklarım ona zarar verebilir zira. Ah, tamam itiraf ediyorum. Suyu pek sevmiyorum. Fakat bu evde yaşamanın ilk kuralının temizlik olduğu anlaşılıyor. Galiba bizim temizlik anlayışlarımız biraz farklı.
Ilıktan biraz daha sıcak bir su ve hoş kokulu bir sıvıyla nazikçe yıkıyor beni. Yine de çırpınıyorum. Neyse ki yıkamadan önce tırnaklarımı dikkatle kesti. Bu adam her şeyi biliyor. Beni sudan çıkarıp kuruluyor. Sıcak hava üfleyen bir aletle kurutuyor ve nihayet yere bırakıyor. Özgürce yürümek ne güzelmiş. Evin içinde peşi sıra dolaşıyorum. Bir koltuğa oturuyor. Yoruldu, anlıyorum. Hafifçe kapadı gözlerini. Zıplayıp kucağına yerleşiyorum. İşte saadet bu. Sıcacık eli yine üzerimde. Bir müddet bu şekilde durduktan sonra kapı zili çalınıyor. Kalkıp kapıyı açıyor. Hemen arkasında duruyorum. İçeriye bir kadın giriyor. Beni gördüğü anda bir çığlık atıyor kadın. “Sen benim günlerdir temizlik yaptığım eve, bu hayvanı nasıl alırsın?” diye sesini yükseltiyor. Sesini yükseltmek ve böyle suçlayıcı konuşmak ne ayıp şey! Bir anda ortamın bütün büyüsü yok oldu işte. Temizlik derken, benim pis olduğumu nereden çıkardı ki bu kadın? O, usulca kadını ikna etmeye çalışıyor. Elinden tutup, “Bana çok iyi geldi. Çok sevdim, alıp geldim işte, hadi sorun çıkarma, benim için… Lütfen…” diye ondan merhamet dileniyor âdeta. Çok üzülüyorum. Demek ki bu sıcak ve güzel evin asıl sahibi bu kadınmış. O da benim gibi buraya sonradan sığınmış.
“Şunun güzelliğine bir baksana.” diye başını çeviriyor. Sevgi dolu bakışlarını üzerime dikerek. Kadın nihâyet kabulleniyor durumu. Şartlarını öne sürerek konuyu kapatıyor. “Mutfağa ve salona girmesine asla izin vermem. Buna bir kutu al. Balkonda onun içinde yatsın. Bana yaklaşmasın yeter!” diye sıralıyor direktiflerini.
“Ben de çok meraklıyım zaten, senin gibi çatal dilli birine yaklaşmaya. O olmasa bir dakika durmam burada!” diye geçiriyorum içimden.
Sonra onun, tekdüze, sıkıcı, stresli hayatının içindeki yerimi alıyorum. Belki de bu ortamdan kaçıp, arada bir bile olsa kendini hoş bir parkın dinginliğine bırakması bundandı. Benimse gözüm hep yükseklerde olduğundan elimdekiyle yetinmedim. Yaşadığım hayatın kıymetini bilemedim. Kendimi zorla sevdirip, kabul ettirdim ona. Meğer esas mesele, onu buradan çıkarmakmış. Oysa ben, aslında bilmeden onu da mutsuz eden bir tür hapishaneye kapandım. Şimdi bir pencerenin önünde, büyük binaların arasına yer yer serpilmiş küçük yeşil boşluklara hasretle bakıyorum. Sanırım bundan böyle asla o yemyeşil çimlerin üzerinde etrafımdakilere hava atarak, kurumlu kurumlu yürüyemeyeceğim. Yanında nedense huzur bulduğum bu adamın, bir tür esaretin içinde olduğu hayatına eşlik ederken, bir daha asla o parkı, güneşi, denizi göremeyeceğim. Hep yolunu gözlediğim insanın yanında, içimde, kaybettiğim doğal ve özgür yaşama olan özlemle, belki bir boz kedi ile bile karşılaşma ihtimalim olmadan, yapayalnız yaşlanıp öleceğim.