Turgut GÜLER
Nietzsche’nin müdâfaa ettiği ahlâk felsefesi “töresizlik” esâsına dayanıyor. “İmmoralizm (İmmoralisme)” adını alan bu düşünüş şekli, ahlâkın ahlâksızlık üzerine binâ edilmesini istiyor. Anarşiye, en müsâit zemîni hazırlayan bu ihtilâlci ve etik değerleri toptan reddedici anlayış, günümüz Türkiyesi’nde her geçen saat hızını arttırarak genişliyor.
Sözde araştırmacı bir bakışla, hiç derinliği olmayan kasıt cümlelerine “akademik” maske takan immoralistler, hedeflerine varmak için her türlü hîleye tevessül ediyorlar. Ahlâksızlık ideolojisini hâkim kılmaya çalışandan da, herhâlde bu beklenir.
En son hünerleri, Osmanlı Hânedânı’nı meyhâneye oturtmak. Bol kâğıtlı bir gazetenin birinci sayfasına, Yavuz Sultan Selîm’in rûhunu sızlatan o meşhûr – küpeli – resmi koymuşlar, altına da:
“Sarhoş lâkaplı Yavuz Sultan Selîm”
yazısını dizmişler.
Târîhin tanıyıp ismini kaydettiği birkaç Cihângîrin en mühîmi, Yavuz Sultan Selîm’dir. Onun, alnının akıyla hak ettiği nice unvan, sıfat ve lâkabı arasında “sarhoş” tâbirine kimse rastlamamıştı. Mâmâfih, bu büyük insanın “sarhoş” olduğu demler yok değildir. Lâkin târîh sahnesine sürûr veren “Selîmî” sermestliklerin hiçbirinde, “alkol”ün gölgesi bile yoktur. Sultan Selîm’i Evvel’in başını sevinçden döndüren, ama aslâ gurûra kaptırmayan mânevî hâller, hep ve dâimâ “hamr”ı harâm kuyularına hapseden duruşun renkleridir.
Ahlâksızlığı ahlâk edinenler, bütün kâinâtı kendi meşreplerine ortak gösterme gayreti ile en muhkem kalelere destûrsuz hücûm ediyorlar.
Yavuz’u “sarhoş” ilân eden ve hakîkî bir sarhoş hezeyânı olan satırlar, mescidde kadeh tokuşturmak seviyesizliğinde bir karalama.
Yavuz’un hayâtını anlatan ve “Selîmnâme” mektebini meydâna getiren onca ciddî eser varken, sözde ve fiilde girdiği günahların ağırlığı altında “Tâib” mahlâsına ilticâ eden tövbekârı referans göstermek, meyhânede namaz kılmak gibi absürd bir iş. Dünyâ’nın en kirli insanları, suyun berraklığından ve arıtıcı hassasiyetinden korkan; bu yüzden de suyu düşmân ilân eden “bed-fıtrat”lardır. Yavuz Sultan Selîm’in “su” gibi âziz duruşu, bu nâdân ehline dâimî rahatsızlıklar veriyor.
İstanbul’da doğan ve ölen 17. yüzyıl şâirlerinden Cevrî Çelebî, ömründe kayığa binmemiş ve Anadolu Yakası’na geçmemiş. Galata’da işi olunca Halic’i atla dolaşır, Alibey Deresi ile Kâğıthâne Deresi köprülerinden gider, gelirmiş.
“Ol mâhîler ki, deryâ içredir, deryâyı bilmezler!”
meseli, herhâlde Cevrî’ye çok yakışıyor.
Buna, psikolojik terminolojide “hidrofobi (hydrophobie)” deniyor.
Cevrî Çelebî, “su korkusu” mecrâsında yalnız değil. Târîhî seyri içinde Türk topluluklarının ezici çoğunluğu “su”dan, özellikle de denizden uzak durmuş. Dünyâ hâkimiyetinin, su üzerindeki güç ve kuvvet üstünlüğünden geçtiğini anladığımızda, maalesef Üsküdar’da sabâh olmuş…