Semanur ULU
Herkesin sızısını gideren su,
Suyun sızladığını kimseler bilmez.
İsmet Özel
Hayatın kaynağı, her şeyin başlangıcı sudur. İslam dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de Enbiya Suresi’nin otuzuncu ayetinde şu ifade yer alır: “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hala inanmıyorlar mı?”[1] Ülkemizde planlı bir şekilde din ile karşıtmış gibi gösterilen evrim teorisinde de dünyadaki canlılık suda başlamış, ilk canlı suyun başkalaşımı ile oluşmuştur. Türk mitolojisi için önemli bir anlatı olan Yaradılış Destanı da su ile başlamaktadır. Başlangıçta Tanrı ve su vardır. Bu Tanrı Türk mitolojisinde Kara Han/ Kayra Han bazen de Kuday/Kutay adları ile anılır. Kara Han tek başına uçmaktan sıkılınca kişiyi yaratır. Ancak kişinin yüreği kötülükle doludur. Kara Han yerleri yaratmak için kişiye suyun altından balçık getirmesini buyruk verir. Ancak yaratma hırsı içindeki kişi kendi dünyasını yaratmak için bu balçıktan bir miktar da ağzına saklar. Kara Han kişinin getirdiği balçığı eliyle savurup “Genişle!” diye buyurunca kişinin ağzındaki balçıkta genişler, artar. Boğulmak üzere olan kişi Kara Han’dan aman diler. Kara Han onu bağışlar ama aynı zamanda cezalandırır. Ona Erlik der ve kendi katından kovar. Türk mitolojisindeki şeytan figürünün doğumu işte bu destanda anlatılmaktadır. Yine farklı din ve inanç sistemlerinde de suyun ilkselliğine dair anlatılar, inanışlar vardır.
Su hayatın kaynağı olduğu gibi onun devamının da teminatı olmuştur. Tarih boyunca irili ufaklı topluluklar su kaynaklarından uzaklaşmadan yaşamış, önemli medeniyet merkezleri su kaynaklarına yakın mevkilerde kurulmuştur. Nil Mısır’a hayat vermiş, bereketli hilali bereketli kılan Fırat ve Dicle olmuştur. Su insanlığın başlangıcından itibaren öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir. Hatta kimi şartlar altında önemi daha da artmış, insanlar için bazen ilham kaynağı bazen hedeflerine varmalarında aracı olmuştur. Su, bir nevi insanlık tarihinin kadim tanığıdır. Tanık diyince şu bilgiye yer vermeden geçmek olmaz. Bilim insanları suyun hafızası olduğunu iddia ediyorlar artık. Bir internet sitesinde yer alan haber metninden bir kesit:
“Benvenistesuyun içerdiği her maddeyi hafızaya kaydettiğini o maddenin sudan ayrıldığında bile hafızasında bütün özelliklerini taşıdığını, örneğin suya bir zehir yerine sadece zehrin frekansı yüklendiğinde bile zehrin kendisi eklenmiş gibi içine konulan sinekleri öldürdüğünü tespit etmişti.”[2]
Suyun içine eklenen tüm maddelerin, duyduğu ve gördüğü her şeyin bilgisine sahip olduğunu kabul ettiğimizde müthiş bir durumla karşılaşırız. İnsanlığın tüm veri mirası denizler, okyanuslar, göller ve nehirler vasıtasıyla gelecek nesillere aktarılmaktadır. Zaman su gibi akarken su da zamanla beraber akmıştır. Zamanın yükünü sırtlamıştır su. Necip Fazıl Sakarya’ya seslenirken
“Ne ağır imtihandır başındaki Sakarya,
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya,
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal
Hamallık ki sonunda ne rütbe var ne de mal”
Diyordu.
Su kaderi taşır Musa’yı Firavun sarayına götürür gibi. Su kaderin tecellisi ile fışkırır İsmail’in ayağını vurduğu yerden yahut ikiye bölünür Musa’nın asasının yeri dövdüğü yerden. İlmin şehri olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bir gün ilmin kapısı Hz. Ali (r.a.)’a bir sır diyiverir. Sır bu ya kimselere söylenmez ama İmam Ali’nin gönlüne de sığmamaktadır. Çaresiz gidip bir kuyuya “Hu” diye bağırır. Ali’nin taşıyamadığı sırrı zavallı kuyu mu taşıyacak? Coşagelip taşar Hu’nun sırrı ile göl olur da ancak öyle durulur. O gölde sazlıklar biter bir çoban gelip koparır kamışı terbiye eder ve kendi nefesinden üfler ona. O kamış neydir. Rivayet odur ki neyin sesi Hz. Ali’nin sesidir ve hala o sırrı söylemektedir. Suyun hafızası kamışa kamıştan insana akmaktadır. Sudan kendine erişen bilgiye vakıf olan sanatkâr ondan aldığı ilhamla ölümsüz eserler ortaya koyar. Çünkü sudan binlerce yılın bilgi mirasını süzmüş ve insanlığın ortak hazinesine bir kapı aralamıştır. Fuzuli, Fırat ve Dicle’ye bakarak Su Kasidesi’ni yazarken bunu yapmaktadır. Kıbleye doğru akan bu iki nehirde sular sevgiliye kavuşmak arzusu ile başını taştan taşa vurarak akmaktadır Fuzuli’ye göre. Edebiyatta buna hüsn-i talil (güzel nedene bağlama) deniliyor. Yani şair nehrin doğal ve coğrafi nedenlerle aktığını bilmektedir ama kendisi bunu başka bir nedene bağlayarak söz sanatı yapmaktadır. Kim bilir belki de nehrin delice çağlaması bizim edebi sanat sandığımız güzel nedendendir. Bir de şair dilince bakalım meseleye, A. Yılmaz Soyyer’in Su şiirinde şöyle bir bölüm vardır:
“Bir damla düşer suya sonsuza halkalanır
Dicle sahillerinde Fuzuli erer aşka
Kasidelerle yanan kandiller derer aşka
Kalem ağlar, su ağlar ve harfler noktalanır
Şairler gözyaşından satırlar serer aşka
Fuzuli su dedikçe onu kâinat tanır
“Saçma ey göz” virdini ezberler de gönüller
Su aşkın dilindendir, diller olsa da başka
Dudaklardan dökülür mısra mısra suya sır
Tabipler üfleyince em olur her derde su”[3]
Türkler de adeta suyun sırrını bilir gibidir. Türk mitolojisinde kutsallık atfedilen motiflerden biri de sudur. Su kaynaklarını kirletmek yasaklanmıştır Türk toplumlarında. Su iyesi/perisi denilen suda yaşayan ruhlar olduğuna inanılır ki belki de bunlar suyun hafızası olduğu bilgisinin deformasyona uğraması ile ortaya çıkmıştır. Nehirler ve göller de Türk tarihinin önemli bir parçasıdır. Hala Türk tarihini anlatırken Türklerin yayıldığı coğrafyayı belirtmek üzere Orhun’dan Tuna’ya kadar deriz. Orhun’dan Tuna’ya Türk’ün kadim sırlarını taşır su. Özellikle eski dünyada nehirler ve dağlarla coğrafi tanımlamalar yapmak oldukça yaygındır ancak Türklerin hâkimiyeti altında bulunan su kaynaklarını sahiplenişleri, korumaları bambaşkadır. Hazar’a söylenmiş türküler, Vey Irmağı kıyısında can veren yiğitler, Selenge’de açan çiçekler, Volga’da suladığımız atlar Türk’ün hafızasıdır. Milyon yılların hafızasını yüklenmiş olan su bugün şırıltısıyla, kıyıyı döven dalgalarıyla bize eski zamanların hikâyelerini anlatmaktadır. Su ile haşır neşir olduğumuz miktarda aşinayızdır kadim sırlara. Bilincimizle kavrayamasak bile bilinçaltımıza nakşolur suyun bilgeliği nehirlerden, mahalle çeşmelerinden kandıkça. “Çırpınırdın Karadeniz bakıp Türk’ün bayrağına” mısraını Karadeniz’den nasiplenmemiş, onun hafızasını sular seller gibi ezberlememiş bir yürek söyleyebilir miydi? Sulara anlatılan rüyalar, suya yazılan yazılar, yağmura edilen dualar, sulara karışan kanlar, küller, mürekkepler hepsi bir nehrin yüreğine işlenmiş yeri damar damar yararak akmaktadır. Bize aktarılmaktadır.
Günümüzde coğrafyamızın nehirlerinden su içemiyoruz, onun bize taşıdıkları ile nasiplenemiyoruz. Yağmurların uzaklardan taşıdığı çilelerin, acıların bilgisine sahip olamıyoruz. Bu yüzden belki Doğu Türkistan’ı hissedemiyoruz. Her şeyin modernizm hızıyla kirlendiği dünyada su hem fabrika atıkları ve kanalizasyonlarla maddi olarak kirleniyor. Hem de çağın bilgi kirliliği ile manevi olarak kirleniyor. Hafızasına sahte veriler de doğrular gibi yerleşiyor. Dedik ya zaten, artık o nehirlerden, ırmaklardan kanma şansımız da yok. İşlenmiş ve arıtılmış sulara talim ediyoruz; arıtılmış ve hafızasından arındırılmış sulara.
Dipnot
[1] Haz. Fikri Yavuz, Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meali Alisi, İstanbul, 1974, s.325
[2] Neva Çiftçioğlu Banes, “Suyun Hafızası,” http://www.haberturk.com/saglik/haber/1175966-suyun-hafizasi# , (01.07.2018)
[3] A.Yılmaz Soyyer, Çifte Vavın İzinde, Post Yayın, İstanbul 2017, s. 68