Saliha MALHUN
Sükûtu ve dağları seviyorum.
Arkadaşlar yol boyu aralarında mütemadiyen şakalaşıp ara sıra da koyu sohbetlere dalarken ben de onları çoğunlukla da doğayı dinliyorum. Bir an garip bir boyutta yürüdüğümü hissederek duruyorum ve arasından geçmekte olduğumuz kayalıklara bakıyorum. Arkadaşlar merakla; “Ne oldu Saliha?” diye soruyorlar. “Burası Antik bir yer mi? diye soruyorum. Bir etrafa bir de bana garip garip bakıp; “Yok canım bildiğin dağ başı…” diyorlar ve gülüşerek yürümeye devam ediyorlar.
İnsan şehirden uzaklaştıkça, daha doğrusu şehre uzaktan bakınca insanlığın o büyük serüvenini okuyor yahut okuma ihtiyacı duyuyor. Oysa medeniyetin temelinde şehir var, insanlık var ve insanlığın o kadim hikâyesine şahitlik eden mîmâri var.
Prohistorik târih bilgileri hikâyeleriyle oyalıyorlar insanları. İnsan indirildiği bu yeryüzünde öncelikle kendini güvende hissedeceği bir mekân yaratmak istemiş. Sonra güvende duyacağı bir eş, bir aile, dostlar, şehirler istemiş. Tabiata dost olduğu nispette tabiat da bütün varlığıyla dost olmuş onunla.
İnsan bedenini barındığı mekânlara ve yakınında olduklarına emanet ederken kalbini de bütün bu yerleri, gökleri ve evreni yaratanın kalbine emanet etmek istemiş. Yaşarken de ölürken de bir mekân tutmuş kendine. Kendiyle birlikte Rabbine de. Bütün o kutsallık atfedilen dağlar, göller, nehirler hep o kalbini emanet ettiği Yüce Rabb’e yakın olmak için.
Bu sebeple kalbini bağlayacağı ve Rabb’i ağırlayacağı yüce mekânlar inşâ etmiş. Taşları kayaları oymuş önce sonra kathedralleri ve camileri ve kubbelerini yüceltmiş göklere. Her zaman en yüceyi en yüce olana atfetmiş. Kendine de o yüceliğin kenarında köşesinde bir köşecik edinmek istemiş. Kimbilir yüzyıllar önce İsa’ya inanan kaç İsevî sevdiklerini dinini gizlice yaşadığı o dehlizlerin kalbine gizlemiş.
Gariptir kendini Hakka adayan insanlar yüceyi ve yüceliği hep bu toprağın kalbine gömdükleri yerlerden yükseltmişler. Selçuklunun şehirden uzak o türbelerinin bir köşeciğini süsyelen sevgiliyle olma yeri yani mihrap ayrılmamış mekândan. İlk Hıristiyanların gizli dehlizlere gömdükleri ölülerini şapeller ve kathedrallerin kalbine gömmeye ve biriktirmeye devam etmiş.
Bunları neden düşündüğümü düşündüğümde şehirlerin hazîrelerinde, manastırların, şapellerin derinliklerinde yatan binlerce ölü meşgul ediyor zihnimi. İnsanın zevâl bulduğu mekânlarda kendini ulu mabedlerin kalbine düğümlemesi ne garip. Kalbini diriltmek isteyen saliklerin türbelerin şefkat dolu sinesine sığınması hastaların manastırların ve kathedrallerin loşluklarına başını dayaması şifa istemesi ne garip.
Demir bir kazıkla ruhunu mabedin kubbesine bağlayarak Rabbin katında ve her ân huzurunda olmak. Ne ki her toplumun kendine özgü bir ontik kordonu var Hakkla. Eğer kendine ait ontik kordonu kaybederse anlaması, okuması ve yorumlaması zor bu hayatı, toplumu, kendini ve bütün bir âlemi.
Bu yüzden karşı değilim hiç bir düşünce ve inanca. Fakat ontik kordonların karışmasından dolayı bir karmaşa var bugün yeryüzünde. İnsanın kendini bir inanca, bir cemaate ait hissetmesi yetmiyor. Mabedler ve ibadetler Hakla olan münasebetin sürekliliği için bir sembol. Temelde esas olan o sürekliliği fehmetmek ve anlamak. Evvelâ mabedler ve ibadetler niçin var anlamak lâzım. Sûfilik tekke ve camilerin loşluklarında elini kalbine koyup mistizmi tatmak değil inandığı yahut anladığı şeyden kendisine verilen hikmete bakmak demek.
Antik Yunan buna sopho demiş. Ploton’un o kendi içinin mağarasına sığınan ve oradan mağara dışına yükselttiği aklının ışığından gördüğü hikmete karşılık putperestlikle yoğrulmuş kilise babalarının orta çağın başına ördüğü o taassup bugün ki İslam anlayışından çok mu gayrı dersiniz? Sufi duruş tennure takıp dönmek değil farklılıkların içinde kendi öz gönlüne dönmesi ve anlaması, tahlil etmesi insanın.
Yıllarca Allah’ın bizden istedikleri konusunda yalan söylediler bize. Hâlâ söylemeye devam ediyorlar. Allah namazda elleri şöyle bağlamayı, şöyle niyazda durmayı istiyor diyorlar. Oysa şehadetin temelinde anlamak var.
Dervişlerin zikir halkalarında, cemaatin aynı anda yatıp kalkmasında, kilise korolarında ve tabiatta salınan ve her bir varlığın kendi varlığından taşan o ritimdir birliğin kalbine bağlanan kordon. İnsan sadece bu güven hissini duymak için bağlanıyor o birlik tevhid ritmine. Türk düşüncesinde bunu temsil eden kudüm ve kös. Zekâi Dede’nin o eşşiz bestesindeki “kûs” hep bu anlamaya remz. Ve o eşsiz tezyinât hep bu vahdet içinde Hakka bağlanma, tutunma gayretinden başka nedir ki?
Ârifler Hakk’ın sureti demiş kendisine, Hıristiyan babaları ise Tanrı’nın yüzünü mübah kılmış onca Musevîliğin o katılığına rağmen. İnsan en çok zevâlinden korkmuş bu dünyada. Ve sadece vâr olmak yetmemiş ayrıca tamamlanmak da istemiş hep. Tâ ki Hakk’da yok olana dek.
Dervişlerin ve mistiklerin dağlara çıkıp kırlarda otlarla çiçeklerle ilâhi söyleşisi ne gariptir. Şehirde parçalanan varlığını tekrar birliğe kavuşturmak istemesinden başka bir şey değildir bu. Gürültü ve karmaşıklığın yurdundan sükût ve dinginliğin kalbine yolculuk. Hatta sığınma. Dingin olana, o her zaman olân, her ân olanda olan Hakk’ın merkezine bağlanıp o yörüngede dönmektir sema etmek. Hakk’la olan o ânın ritmi. İşte bu yüzden huzuru yakalamıştır derviş. O’nda oluşun akışına eşlik ettiği için.
Büyük bestekârların duydukları o eşşiz ritm hep bu ilâhi birliğin tezahürüdür. Özünde ritmi, zikri, âhengi ve şuuru yani anlamayı barındırır. Özünü o merkeze o merkezin temsilcisi Kutbu’l Aktâba ayarlar. O her şende Hakk’la olandır. Hakk’ta yok olduğu için sırdır insanlar içinde, herkesin gözünün önündedir ama bilinmez. Kör kuşlar onun himmetiyle doyar, rotasını yitiren gemiler onunla okyanusta bulur yolunu.
Şehrin en yüksek tepesinden şehri ve şehirlileri izleyen Üftâde tekkesi ile yalçın kayalıklarda yükselen manastırlar ve insanlığın varlığından beri Allah’ın evi olan kutsal Kabe insanlar ve insanlık sonsuz keşmekeş içinde çürürken olduğu gibi, olduğu yerde kalanı o yüce Hakkı hatırlatır. Bozulmayanı ve çürümeyeni. Bu yüzden şifa bulur hastalar o tavafta ve zamansızlıkta. Çünkü Hakk’la olan o eşşiz anda ve anlamada ebedî dirilik vardır.
Kutsal kitaplar bu sebeple hep bir zamansızlıktan seslenmiş insan muhayyilesine. Çünkü geçmiş geçmiş olduğu için yoktur, gelecek de meçhul. Ârifler bu sebeple ânı işaret etmiş. Boşlukta salınanlar ve Hakk’ı talep edenler için muhayyile yani anlamak kanatlanmaktır.
Dinlenme molasında arkadaşlar gülüşerek sabahki sualimden bahsediyorlar Oymak başımıza. Evet.. diyor.. Doğrusu orası antik bir yolmuş çok çok eski zamanlarda.
Gülüşmeler sessizliğe derin bir düşünceye dönüşürken gözlerim ağaçlarda ve dağların doruklarında ve yeryüzünün tek şahitleri taşlar ve kayalarda. Kulağımda ise o dingin mûsiki; Nela Fantasia…
Geçmişin şimdiki zamânında aynı yolda salınan ruhlara selâm vererek yoluma devam ediyorum..
Esselâmun âleyküm Ey İbnü’l Vakt…