Metin SAVAŞ
Roman sanatında, ‘tabulaşma tehlikesi’ dememiz abartılı olsa bile, en azından ‘tabulaştırılma eğilimi’ barındıran ‘yazarın objektifliği, yazarın tarafsızlığı ve yazarın sesinin bastırılması’ kuralı neredeyse dayatılmaktadır. Oysaki bu imkânsızdır. Her şeyden önce, yazarın o kadar mevzu arasından cımbızla seçercesine işlemeyi tercih ettiği ana tema nedeniyle (yazarın tercihi sebebiyle) objektiflik gölgelenmektedir. Romancı duygusuz, idealsiz ve robotumsu bir ucube değildir ki kendi eseri karşısında tastamam yansız kalabilsin. Tanrısal yazar olgusuna direneceğim derken yazarın kendisini sıfır noktasına sürükleme gayreti zaten başlı başına tanrısallaşma cüretkârlığıdır. Tanrı, kullarını yaratır ve hesap gününe dek serbest bırakır. Ama yazar aynı tavrı sergileyemez, yapıtı karşısında kendisini tanrısal konuma çekemez. Edebiyat eleştirmeni Wayne C. Booth “Aslında kurmaca okumamızın sebeplerinden biri de yazarın sesini duymaktır,”[1] diyor.
Buna bir misal verecek olursak, ‘Selma Ve Gölgesi’ Peyami Safa’nın müstear isimle yazdığı en basit romanlarından biridir. İşbu romanı günümüzde alelâde bir yazar kaleme almış olsaydı belki hiç umursanmayacaktı. Ne var ki kimi okurlar ‘Selma Ve Gölgesi’ adındaki bu piyasa romanını Peyami Safa’nın kaleminden çıktığı için satın alıyor, okuyor ve sahaflarda ilk baskısını arıyor. Çünkü bu romanda herhangi bir muharririn değil de Peyami Safa’nın sesi vardır. Dolayısıyla bu romanın birinci dereceden müdahili Peyami Safa’nın ta kendisidir. Oğuz Atay’ın o hacimli iki eserinden handiyse hiçbir şey anlamayan okurlar sırf Oğuz Atay’ı sevdikleri veya ciddiye aldıkları için ‘Oğuz Atay’ın kayıp bir romanı bulunsa da okusak!” diye hayal kurmuyorlar mı? Kuruyorlar çünkü onların derdi bir şeyler okumaktan daha fazla olarak Oğuz Atay’ın sesini Oğuz Atay’ın bilinmeyen bir yapıtında tekrar işitebilmektir.
Yazarın sesinin fevkalâde kısılması demek objektiflikte zirveye çıkmak falan değildir. Zaten mümkün de değildir. Ben bir okur olarak herhangi bir yazarın herhangi bir kitabına talip olmuyorum. Beğendiğim veya merak ettiğim bir yazarın eserine dokunmak istiyorum. Yazarı değil de konusu, kurgusu, üslûbu ya da birtakım teknikleri itibarıyla salt kitabı merak ettiysem bile o kitapta hiç tanımadığım veya zerre umursamadığım yazarın sesini yine arayacağım. Tanrısallaşmak kaygısı nedeniyle yazarın sesi haddinden fazla kısılmış ise o eser muhtemelen dilsiz bir eser atmosferine bürünecektir. ‘Yılanların Öcü’ veya ‘Bozkırdaki Çekirdek’ adlı romanlar yazarlarının ideolojik sesiyle birlikte anlam kazanıyor. Alev Alatlı’nın o acayip romanları kimi okurlar indinde sırf acayip oldukları için mi caziptir yoksa o acayip romanları Alev Alatlı yazdığı için mi çok daha caziptir? Sol cenah Ruh Adam’ı kendilerince değersizliğinden emin oldukları için mi okumuyor yoksa Nihal Atsız’ın sesini işitmeye tevessül etmedikleri için mi okumuyor? Milliyetçi cenahtan kimileri Orhan Pamuk’u hangi sebepten okumayı reddediyor? Çünkü her romanda yazarın ideolojik sesi vardır. Yazarın örtük veya aleni bakış açısı, yazarın tarzı, esas konuyu ya da muhtelif karakterleri yazarın gizli veya apaçık yansıtış tercihi bir romanı pek çok yönüyle o yazarın sesiyle doldurmaktadır.
Saflık/doğallık derecesinde yazarın sesinden arınmışlık söylemi veya iddiası hem palavradır hem de yazarın kendisini ve okurunu aldatmasıdır. Tanpınar bir yazısında şöyle der: “Bizim nesilde vatan düşüncesi ıstırap duygusuyla beraber kurulur.”[2] Her nesilde bu böyledir. Her nesilde ıstırap başat yönlendiricidir. Cengiz Aytmatov Dişi Kurdun Rüyaları’nı keyif olsun diye yazmamıştır. Anthony Burgess Otomatik Portakal’ı çocukluğunda kabzımallara özendiği için kaleme almış değildir. Tanpınar’ın ‘vatan düşüncesi’ yerine koyabileceğimiz bir başka ıstırap duygusu muayyen bir yazarın itici gücüdür. İşte o güç o yazarın iç dünyasındaki güya gizli yahut da sanat yaşamındaki belirgin gür sesidir. İttihatçı Kemal Tahir’den Esir Şehrin İnsanları’nda sessiz kalmasını, kendisini makul ölçülerde bile olsa gizlemesini bekleyebilir miydik? Elbette ki ‘roman’ dediğimiz anlatı metni bir vaaz metni değildir. Başka bir şey de değildir veya olmamalıdır. Sadece roman metni olarak kalmalıdır ama o romanı yazan romancıdan doğaüstü bir varlık gibi nötrleşmesini isteyemeyiz. ‘Aydın sorumluluğu’ söylemini hatırlatarak (veya başa kakarak) romancıyı mutlak tarafsızlığa sürükleme hakkımız yoktur. Keza böyle bir talep romancıyı insanlıktan çıkarma teşebbüsüdür. Dolayısıyla romancıyı sıkıştırmak (ve birtakım kurallara hapsetmeye yeltenmek) bir nevi zulümdür ve sanatın özgürleştirici ruhuna aykırıdır. Şu halde genel olarak sanatta ve özel olarak roman sanatında bütün kurallar parçalanmalı mıdır? Sanat kuralsızlığı mı rehber edinmelidir? Doğrusu şu ki, yazarın sesinin tümden kısılması nasıl imkânsız ise, muayyen bir sanat dalında yüzde yüz kuralsızlık da mümkün olamaz. Herhangi bir sanat eserini muayyen bir sanat dalı kapsamına dâhil etmemiz bile o eseri birtakım kurallara bağlamamız için yeterlidir. “Ben roman yazmıyorum, kendi icadım olan özgün bir anlatı metni kaleme alıyorum” diyebilirsiniz fakat okur olarak ben o özgün metni belki de roman sanatı kapsamına sokmaktayımdır. Kaldı ki çizdiğiniz şeye bambaşka bir isim verseniz bile o şey pek çoğumuzun algısında bir resimden ibarettir. Şu halde sanatçı “ben ressam değilim” dese bile o bir ressamdır. Demek ki kuralsızlık da imkân dışıdır.
Ernst Cassirer şöyle diyor: “Duyu algılarımızı sınıflayıp genel kavramlar ve genel kurallar altına toplamamız gerekir ki onlara objektif bir anlam verebilelim… Sanat yapıtı aynı şekilde bir yoğunlaşma ve kendini ona verme akdını (sözleşme) gerektirir.”[3] Yani, sanattaki objektiflik arayışı dahi birtakım kuralların kuşatması altındadır. Kuralsızlık kaostur. Hâlbuki sanatın nihai hedefi kaosu bertaraf etmektir. Ayakları yere basabilen (hayatın acı gerçeklerini görmezden gelemeyen) hakiki sanatçı kaosun bertaraf edilmesinin imkânsızlığının şuurunda olarak enerjisini boş yere tüketmektense imkânları ve sınırları zorlayarak verimli olabilmenin arayışına soyunur. Çünkü nihai hedef bir ütopyadır. Hayalde canlıdır ama realitede ölüdür. “Sanatçının görevi,” diyor Ernst Fischer, “insanın yitirilmiş olan birliğini yeniden kurmaktır.”[4] Yitirilmiş birliğin yeniden tesisinin de kuralları olacağına göre “yıkıcı sanat” ile “yapıcı sanat” arasında özdeşlik aramamız uçuk bir tavır olarak yargılanamaz. Sanat hem yıkıcıdır hem yapıcıdır. Yıkarak yaparsınız ve yaparak yıkarsınız. Tabii ki ‘kuralsızlık da kurallar koymaktır’ diyerek işin içinden sıyrılabiliriz. Kurallar koyduğumuzda ise kuralsızlığı dizginlemiş olur muyuz? Bütün bunlar lâf kalabalığı gibidir. Özetle: Sanatçının sesi asla bastırılamaz.
DİPNOTLAR
[1] Wayne C. Booth, Kurmacanın Retoriği, sayfa 69, Metis Eleştiri, İstanbul 2012
[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, sayfa 68, YKY, İstanbul 2002
[3] Neclâ Arat, Sembolik Form Olarak Sanat, sayfa 52, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1977
[4] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, sayfa 54, E Yayınları, İstanbul 1979