Himmet KAYHAN Beye…
Oraya “Kuş Kayası” diyorlardı. Uzak değildi. Öğretmenlik yaptığım köyün hemen yanı başında boz gevenli bir sırtın tam tepesine çakılmış gibi duran yüksek bir kayalıktı. Patika bir yoldan gidiliyordu. O kayalığa ne zaman çıksam, kendimi göğün mavi derinliklerinde süzülen bir kartal gibi hissederdim. Bütün tabiat kanatlarımın altında… Bazı günler okul çıkışında buraya gelirdim. Hani derler ya “doğa harikası” diye; işte öyle bir yerdi. Güneşin batışını, ayın doğuşunu seyrederdim. Bir dünya yıkılır, yeni bir dünya kurulurdu gözlerimde. Eskiyen bir günün ardından burada olmak mutlu ederdi beni. Kuş Kayası, o dingin yapısı ve sunduğu eşsiz manzara ile benim için, huzurun, düşünmenin, büyük hayaller kurmanın diğer adıydı.
O kartal yuvasında yalnız değildim elbet. Her gündönümü, hasretle yolumu gözleyen biri daha vardı. Beni gördüğünde ihtiyar, eğri bedenine bir canlılık gelir, sevinçten rüzgâra tutulmuş ekin gibi ıralanırdı. Konuşmazdı, konuşamazdı. Onunla hep hâl diliyle anlaşırdık. Belki de yarım asırdır orada tek başına yaşıyor, Kuş Kayası’na ev sahipliği yapıyordu. Bu ev sahibim hiç şüphesiz yaşlı bir alıç ağacıydı. Bir dirhem toprağa inat, o yalçın kayalığı çatlatarak hayata tutunan tek yeşil… Kurşun renkli kayalıkta mavi göğü soluyan tek hayat… Kim bilir kaç bahar, kaç karakış görmüştü. Yine de ayakta kalmayı başarmıştı! “Arkadaşım, sırdaşım!” derdim ona. Nasıl da mutlu olurdu anlatamam! Gölgesi yana uzamış, bu arkadaşımın dizinin dibine oturur, zaman zaman dertleşirdim onunla. Aşklarımı anlatırdım. Sadece gülümser, mahzun dinlerdi beni. Tâ ki gün batana kadar. Artık veda vaktidir. O ister ki hiç yanından ayrılmayayım. Yüz bulsa “Gece de yanımda kal!” diyecek. Son günlerde beni kıskandığının farkındayım. Söylemiyor ama hissediyorum bunu. Geçen gün ilk defa bana gönlünü açtı: Bu bahar çiçeğe duracakmış! Nasıl sevindim bilemezsiniz! Yüreğinin sesiydi bu. Bundan daha iyi itiraf mı olurdu?
“Ey alıç ağacı! Beni böyle bir tutkuyla sevme ne olur! Bir gün gideceğim buralardan! Vedamız zor olacak! Hep arkadaş kalalım seninle!” demeyi çok isterdim, diyemedim.
Ağlasın, üzülsün istemedim. Her şey gözlerimizde…
İşte yine oradayım.
Ceketimi çıkarıyor, bedenine sırtımı yaslıyorum. Beni gölgesiyle sarıp, saçlarımdan öpüyor. Sonra duman duman bir sigara yakıyorum. Köyden yüksekte ve düşüncelerimle baş başayım…
Başım, arkadaşımın omzunda; gözlerim kapalı…
Öğrencilerim geçiyor gözlerimin önünden. Yoksul köy çocukları düşüyor aklıma. Onların kirlenmemiş hislerine köprü olmak ne güzel! Ne güzel, başlarını her okşadığınızda gözlerinden yıldızları sağmak… Hafta sonları dağlara çiğdem sökmeye birlikte gitmek… Sarp kayalardan mavi sümbüller derlemek… Bir pınar başında ellerini vurmadan eğilerek kana kana buz gibi su içmek… Akan bir dere kenarından mis kokulu yarpuz toplamak… Sırttan, bayırdan yabani kekik, yeşil çay biçmek… En büyük zulüm acı kenger sakızı kaynatmak… Akşama kalmadan güle oynaya eve dönmek… Dönerken yüksekçe bir kayanın başında hançeremiz yırtılırcasına birlikte “Andımızı” okumak: “Türküm! Doğruyum!” Sonra Ali’nin o yanık sesinde bir bozlakla hüzünlenmek: “Karalar mı Giydin Alın Üstüne?” En son Ayşegül’ün beni taklit eden esprisiyle katıla katıla gülmek: “Güneşi yüreğinizde yitirmeyin çocuklar!” Her şey bir masal gibi…
Dedim ya, işte yine oradayım. Söz verdim ona, bu akşam yanında biraz daha kalacağım. Nasıl sevindi, nasıl mutlu oldu anlatamam!
Güneş, mor bulutların yırtıklarından altın sarısı son huzmelerini uzatarak, sessiz sedasız dağların arkasına devrildi. Ufukta kalan son kızıl serpintinin solmasıyla ortalık önce kurşunî bir tüle, sonra gittikçe kirlenen bir karanlığa boyandı. Sıra sıra koca dağlar, gecenin siyah kalbinde eriyip kayboldu. Birazdan ay doğacak. Her taraf, yumuşak bir dirilişin o efsunlu aydınlığında yeniden kurulacak.
Dağlar dağlar… Gündüzleri serin bir bahar rüzgârı gibi insanın ruhunu okşayan dağlar, geceleri bir başkadır. Suskun, soğuk ve karanlıktır. Yeşilin bütün tonları, koyu bir katran karanlığında erimiştir. Bir birlerinin döşüne yaslanmış gibi derin bir uykunun kollarında sabahı bekler. Yeni doğan güne merhaba diyecek, bulutlara serenatlar yollayacak.
Hep merak etmişimdir. Şu karşı dağın yamacında her gece kör kandiller misali kirli bir ışık yanar. Çoğu zaman bir fener kırmızısına, bazen bir lüks parlaklığına dönüşür. Sabaha kadar hiç sönmeden insana göz kırpar durur. Gün doğmadan gözden kaybolur. Gündüzleri göremezsiniz. Çünkü gözleriniz yeşil bir renk ummanının sonsuzluğunda erir. Neresi olduğunu şaşırırsınız. Hep sormak istemişimdir, fakat ihmalkârlık mıdır nedir, sormak nasip olmadığı için, öğrenmek de kısmet olmamıştır. İşte yine o ışık! Bugün daha erken yandı. Akşam karanlığı bastıkça sanki enerjisi yenileniyor. Önünden hareketli karartılar geçiyor. Birileri olduğu kesin. “Çobanlar” diyorum veya kurbağa salyangoz toplayan işçi çocuklar… Belki de tavşan, domuz avlayan gece avcıları… Hayır hayır! Bunların hiç birisi olamaz. Çünkü ışığın yeri sabit ve tek… Peki öyleyse nedir? Uzun uzun düşünüyorum, fakat ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum. İçimde dayanılmaz bir merak! Kendi kendime söz veriyorum: Yarın mutlaka sorup öğreneceğim!
Oturduğum yerden kalkıyorum. Arkadaşıma artık veda vaktidir. Gözlerinde hüznün yedi rengi, beni yolcu ediyor. Küçük adımlarla öğretmenlik yaptığım köye doğru ay ışığında yürüyorum.
Etrafımdaki tek gürültü, gece böceklerinin çift ‘R’ li sesleridir. Hantal gövdeli, iki katlı taş yığını evlerin “ara kesme” oynarken ezilmesin diye bir kenara ittikleri “küçük ev”im gözüküyor. “Evim” kelimesindeki bütün güzellik ve sıcaklığı duyar gibi oluyorum. Bekâr bir ilkokul öğretmeninin evi nasıl olacak? İki sitil; bir mitil… Şüphesiz, anamın özenle hazırlayıp gönderdiği bulgurun yanından fare geçmiş; naylon torbadaki toz şekere de karınca çökmüştür. Kapıyı açmamla birlikte, oksijensizlikten can çekişen bir hava “Merhaba!” diyor. Beni önemsemeyen çıtırtılara zaten alışkınım. Kibriti çakıp, beş numara gazlı lambamı yakıyorum. İçeriye sarı kirli bir aydınlık yayılıyor.
Bakmayın siz evimin görünüşüne. Aslında zenginlik içinde yoksulluğu yaşayan bir derviş gibidir. Artık her şeye o kadar alışmışım ve her yer o kadar tabii ki… Canım yemek yapmak istemiyor. Gerçi sahanda yumurta kolay ama ondan da usandım. En iyisi vazgeçmek. Sedirin üzerine oturup sırtımı yastığa dayıyorum. Duvarda asılı duran sazım takılıyor gözüme. Dokuz renk püsküllü divan sazım… Sanki dağları bir birine kavuşturmam; “Şehriyar’ın Şeheri”nden selam getirmem için yalvarıyor. Yok, buna sesim iyi gitmez. “Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım.” Arkasından yanık bir Yemen türküsü: “Kara çadır is mi tutar?/ Martin tüfek pas mı tutar? /Ağlayalım anam bacım;/ Elin kızı yas mı tutar?” Neden bilmiyorum elim bir türlü saza gitmiyor. Çenesi düşük, sırtı pil yüklü küçük radyomun dilinin şiştiğini biliyorum. Yine de açmıyorum. Duvarda asılı duran çerçeveli resme bakıyorum; evimin ve duygularımın tek bekçisine. Yalçın kayalıklar arasında başı kalpaklı, gök gözlü, kurt bakışlı bir Türk serdarının Ergenekon’dan çıkış yürüyüşü… Sağ elinin şahadet parmağı ile yeni ufukları işaretliyor. Kurtuluş Savaşı”nın uğultularını duyar gibi oluyorum.
Elim masaya uzanıyor. Kitaplarımdan birini çekip alıyorum: “Gün Uzar Yüzyıl Olur” /Cengiz AYTMATOV… Turan coğrafyasının bu büyük romancısı sanki bana “Mankurt” efsanesini yeniden anlatıyor. Nayman ana geliyor gözlerimin önüne. Genç yaşında mankurt olan oğlu Colaman’ı Sarı Özek bozkırlarında birlikte arıyoruz. Daha ilk sayfasını çevirmemle birlikte dışarıdan tıp tıp ayak sesleri geliyor. Kapım çalınıyor. Bu saatte kim ola ki? Açıyorum. Mustafa Ağabey! Köyün bakkalı… Her zamanki gibi gözünde eski tip kalın çerçeveli gözlükleri, gülümseyerek bana bakıyor. Elindeki tabakta eşi Dudu Hanım’a hazırlattığı börek türü şeyler…
-Gel, diyorum. “Gel! Kapıda kaldın.”
Selam verip içeri geçiyor. Oturmasını, rahat etmesini söylüyorum. Ayağında kara şalvar, sedirin üzerine bağdaş kurup oturuyor.
-Ya hoca, diyor. “Evde sıkıldım. Işığını da yanık görünce, gidip şu bizim hocayla iki çift şor edeyim.” dedim.
-İyi ettin, diyorum. “Hoş geldin! Ben de sıkılmıştım”
Mustafa Ağabeyin gelişine seviniyorum. Köyde en yakın dostum odur. Zamanın derin çizgiler çektiği yüzünde, kartal kanadı bıyıkları ona ayrı bir hava verir. Dalgalanan bir bayrak görmeye dursun, oturur hüngür hüngür ağlar! Memleket meselelerini konuşuruz bazen. Coşar, “Ah hoca ah! İçim yanıyor! Aha şuram!” der. Bağdan bahçeden bahseder; kıraç toprağı nasıl Cennet yaptığını anlatır. Üretme heyecanını, toprak sevincini onda gördüm; çalışma aşkına, alın terinin kutsiyetine onda şahit oldum. “Toprak ana gibidir, emek ister; toprak evlat gibidir, hürmet bekler.” sözünü ondan işittim. Her hafta ilçe pazarına gider. Bir bana, bir de kendine gazete alır. Okumayı benden sonra sevdiği kesin!
Ocağa çay koyuyorum.
Sohbet koyu, çaylar tavşankanı. Bazı geceler geç vakitlere kadar oturduğumuz, birkaç kez çay demlediğimiz olur. Sonra o ışık düşüyor aklıma. Yamaçtaki o kızıl, kirli ışık… Bazı geceler seyrettiğim, günlerce aklımı karıştıran ışık… Sormak için tam zamanıdır diyorum. Nihayet bir fırsatını bulup soruyorum. Mustafa Ağabey, önce şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor:
-Hoca sahi bilmiyor musun? Duymadın mı? diyor.
-Yok… diyorum.
Bir suç işlemişim gibi başını bir o yana, bir bu yana sallıyor.
Oldukça heyecanlanıyorum. Bir müddet hiç konuşmuyor. Cebinden tütün tabakasını çıkarıyor. Bir kendine, bir de bana cigara doluyor. Benzinli çakmağı ile “cark” diye yakıyoruz. Derin bir nefesten sonra, gözlerine düşen huzur dolu bir tebessümle konuşuyor:
-Doğru ya… Senin ne günahın var. Biz anlatmazsak sen nerden bileceksin? Orada bizim padişahımız yaşıyor hocam! O padişah ki bir mürşit-i kâmildir.
-Ne? Dur dur, bir dakika! Mürşit-i kâmil mi dedin?
-He ya! Mürşit-i kâmil… Büyük bir evliya! Köyümüzün medarı iftiharı!
Önce şaka yaptığını sanıyorum:
-Yok canım! Daha neler(!)
Benim tavrıma biraz bozulur gibi oluyorsa da, gayet ciddi anlatmaya devam ediyor:
-Belki “Şeyh” demeliydim. Kendisi büyük bir âlim, derin bir hoca! El-Ezher’den terk… Bizim köydendir. Canımız, ciğerimiz, ruhumuz o bizim! Köyümüzün kalbi yamaçtaki o ışıkta atar. Çoğu yerden ziyarete gelenler; icazet alanlar olur! Bakanlar, milletvekilleri uğramadan, elini öpmeden gitmezler! Hoca onlara himmet eyler; yol gösterir; işaret kılar. Bizim kilidimiz ona bağlı hocam!
– Orda nerede kalıyorlar? Ne yiyip, ne içiyorlar?
-O karşı yamaçta tarihten kalma metruk bir kale var.
Müritleriyle birlikte yaz kış orada kalırlar. Bazen o yüce kutlu meskenden köye inerler. Fazla kalmaz, üç dört gün misafir olur giderler. Hangi evi şereflendirirse o eve yokluk girmez, o haneye nur-î ilahi yağar hocam! Her ev, durumuna göre yardım eder: Bazen para, bazen yiyecek içecek, bazen de koyun, kuzu… Tek orda mutfak kaynasın, o ışık sönmesin de malımız mülkümüz feda olsun! Yakında yine ineceklermiş. İstersen tanıştırayım seni. Meclisinde bulunan her kişi feyiz almıştır. Başından çok işler geçti hocamın! Ah, ah! Kaç defa müfreze götürdü. Hey hocam hey! O nasıl bir piri fani ki her seferinde çemberi yardı çıktı! Hocamın sesi de güzeldir ha! Bir def çalışı, bir ilahi söyleyişi, bir zikre duruşu var; görme gitsin! Vallahi ağlarsın! Onun boynunu büken çocuklarıdır. Hayırsız çıktılar. Gıybet olmasın diye, söylemeye dilim varmıyor. Laf aramızda, şurupçu murupçu(!) Allah ıslah eylesin. Hocam çok üzülüyor.
-Tanıştır! diyorum. Mutlaka tanıştır veya oraya götür beni!
-Dur hele, muallim bâ dur! Sabret. Cim demeden hoca mı olacaksın?
-Niye ki?
-Bu işin erkân-ı usulü var. Adap bileceksin, yol öğreneceksin! O mübarek meclise öyle pattadak… Yo olmaz! Orası menzil-i dergâh… Menzil- rütbedir.
Merak dolu duygularla Mustafa Ağabeyi dinliyorum.
Köylülerin ona bağlılıklarını, nasıl misafir edip ağırladıklarını, müşkül meselelerinde ona nasıl koştuklarını, birçok ayyaşın onu gördükten sonra o zıkkımı nasıl bıraktığını, namaza nasıl başladığını gurur duyarak anlatıyor. Gözlerine bir hüzün düşüyor:
– Hey o ne mübarek bir insan ki ahret elbisesini şimdiden giymiş sırtına! Üzerinde hep beyaz kefeniyle dolaşır. Peygamber Efendimiz gibi saçları nah böyle uzun! Zaten ufak tefek bir adam… Görüntüler ve haller insanı aldatabilir hocam. Nice erdemler, nice süfli görüntüler içinde gizlidir!
Mustafa Ağabeyin son söylediği tasavvufi söz, adeta çarpıyor beni: “Nice erdemler, nice süfli görüntüler içinde gizlidir.” Birden ruhum, yüzyıllar öncesine kanat çırpıyor:
Anadolu’ya yapılan mübarek akınları ve o akınlardaki güzel hikmetleri düşünüyorum. On birinci yüzyıl Türkistan’ında ilahi kudretin takdiri ile doğan, gönül ve tefekkür ırmağının Anadolu coğrafyasına çağıl çağıl akışını hayal ediyorum. Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’nun “Dünkü Türkiye Dizisi”ni hatırlıyorum. Erenlerin hepsi birer birer gözümün önünden geçiyor: KİLİT’indeki Sarı Hocalar, Küpeli Hafızlar; ANAHTAR’ında Aslan Babalar; KAPI’sında Kara Kurt Hafızlar; KONAK’ında Hazreti Pirler, Şeyh Edabaliler, Sarı Saltuklar, Yunus Emreler, Taptuk Emreler, Kaygusuz Abdallar, Abdal Musalar, Tokatlı Barak Babalar, Karaca Ahmetler; ÇATI’sında Kumral Dedeler; EBEMKUŞAĞI’nda Hacı Bayram-ı Veliler; SABIR’ında Horoz Dedeler ve “Horasan Erenleri” adıyla Anadolu’ya çağıl çağıl akışları…
– Hoca!
– ?
– Ne o yahu, birden daldın! Duygulandın herhalde? Yoksa uykun mu geldi?
-Hayır hayır! Horasan’dan Anadolu’ya bir tarih geçti gözlerimin önünden!
Mustafa Ağabeye, Anadolu’nun manevi Fatihlerinden bahsediyorum. İnsanımızı nasıl taşla toprak arasında yoğurduklarını anlatıyorum. Yunuslardan, Mevlânalardan, Hacı Bektaş-ı Velilerden, Ahmet Fakihlerden söz ediyorum. Hoca Ahmet Yesevileri, Hacı Bayram Velileri, Geyikli Babaları anlatıyorum. İlgiyle dinliyor.
-İlahi takdir. Diyor. “Bizim şeyhimiz de onların yolunda, o kutsal bayrağı devralmıştır inşallah!”
-İnşallah!
-Bana müsaade hoca! Vakit hayli geç oldu. Sohbete doyum olmaz. Gideyim ben…
“Yine beklediğimi; ziyaretlerinden çok memnun olduğumu.” söylüyorum. Tam kapıdan çıkarken sanki çok önemli bir şeyi unutmuşçasına geri dönüyor. Kitap istiyor. Kitaba olan ilgisine seviniyorum. Tarık BUĞRA’ın ‘OSMANCIK’ adlı romanını uzatıyorum. Önce tanımadığı birine bakıyormuş gibi bakıyor kitaba. Arkasından itirazla karışık sesi duyuluyor:
-Ya hoca! diyor. ‘Sen bana KARAKOÇ’u ver KARAKOÇ’u! Hey gözünü sevdiğim! Adamın tekesi bu işte!
Gülümsüyorum. Gülüşüyoruz. Bu defa da ‘VUR EMRİ’ni bulup uzatıyorum.
-Diğerini de okumalısın. Aşiretten devlete nasıl geçtiğimizi, söğütten bir ulu çınara nasıl dönüştüğümüzü anlamak lazım.
Kitapları alıyor. Gözlerinde çocuksu bir sevinç, “hayırlı geceler” dileyip gidiyor.
Odamda yeniden yalnız başıma kalıyorum.
Uyku tutmuyor bir türlü.
Günler günler… Geçmek bilmeyen günler… Yamaçta parlayan ışık ve yaşayan Şeyh!
Bu arada merhum Erol GÜNGÖR hocamın “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” ve “İslam Tasavvufunun Meseleleri”ni yeniden okuyorum. Daha önce söylemediklerini sanki şimdi söylüyor.
Dayanılmaz bir gurbeti yaşıyorum:
Karanlık dünyama doğan İlâhi bir nur demeti. Ulaşmak istediğim karasevdam. Ruhuma açılan menfez… İçime doğan güneş… Mistik özlemlerimin parıltısı, yamaçta parlayan ışık ve yaşayan Şeyh…
…
Bir sarışın kuşluk vakti, Mustafa Ağabeyi, nefes nefese sınıfın kapısında buluyorum. Terli, heyecanlı! Yüzünde eksik olmayan yine o tatlı tebessüm:
-Müjde hoca! diyor.
-Hayırdır?
-Şeyhimiz geldi Şeyhimiz! Şimdi Muhtar Muhammet’in evini şereflendiriyor. Kuzular kesildi; akşama ziyafet var! Mübareğin elini öpüp, kulağına fısıldadım. Okumuş takımını fazla sevmez amma, “mademki sen kefilsin; gelsin bakalım payitahtımıza. İzzet-i ikramda bulunalım. Feyiz, bereket Allah’tandır.” Aynen böyle söyledi hocam!
Çocuklar gibi seviniyorum.
Mustafa Ağabey kısaca usul erkândan bahsediyor.
-Selam verip, elini öpeceksin. Hoca müsaade etmeden oturmak, konuşmak, soru sormak yok. Adap içindir. Çayı Şeyhimiz demler, müritleri dağıtır. Katran gibi karadır, dilini ikiye büker. Demli olmuş filan diyerek içmem yok. Şeyh doldurduğu müddetçe içeceksin. Mübareğin elinden verilen ağu da olsa içilir. Nefs-i emmare içindir. Hoca tütünü çok sever. Yanlış anlama, eli boş gelmek olmaz. Haktan gelen halka sunulur. İkram içindir. İlerleyen saatlerde def ve zikir başlar. Işıkların söndürülmesi ürkütmesin seni. Kol kola girip karanlıkta “Hû” çekilir. Ben ayağa kalkmam, beceremem filan yok. İçimizdeki kirlerden arınmak, kötü enerjiyi atmak içindir. Hoca çok az konuşur. Bizde sohbet yoktur, ilahi vardır.
-Yunus’tan mı?
-Ne Yunus’u? Kendisi Yunus’tan daha iyi yazar! Mübareğin kendi dizdikleri var. Onlar söylenir. Duvarda her daim yeşil bez bir çanta asılı durur. Kitap yazdığı söylenir. En son Şeyhimizin bir sürprizi olur. Nefs-i emareden kurtulmak, nefs-i mutmainneye yükselmek içindir.
-Sürprizi ne ola ki?
-Sürpriz işte! Orası da saklı kalsın.
-Tamam, diyorum. “Akşama gidelim.”
Mustafa Ağabey gidiyor.
…
Bu gün Cuma… İçimde bir coşku…
Şeyhi, akşama Muhtar Muhammet’in evinden önce, öğleye camide göreceğim için kendimi şanslı sayıyorum. Okullar tatile dün girdiğinden, sınıfın duvarından söktüğüm son mevsim şeridini de dolaba kilitledikten sonra hemen eve geliyorum. Ilık su ile banyo yapıp, abdest alıyorum. Temiz çamaşırlarımı giyiyorum.
Güneş ışıklarının pare pare yere savrulduğu sık ağaçlıklı ince patika yoldan camiye doğru yürüyorum. Erken çıktığımın farkındayım. Niyetim camiye gelenlerle merhabalaşmak, en azından hâl hatır sormak… En önemlisi de şeyhi yakından görmek… O mübareğin elini öpmek.
Hayret, Şeyh camide yok! Kefenlik giymiş kimse yok. Saçları uzun kimse yok! Caminin içinde gözlerim hep onu arıyor, fakat Şeyhe benzer hiç kimseyi göremiyorum. Belki de diğer insanlardan farkı yoktu da tanımadığım için ben bilmiyordum. Çıkışta ağız ucuyla soruyorum tanıdık birine.
-Şeyhimizi göremedim.
– Şeyh Cumaya gelmez…
-Neden?
-Onun hikmetinden sual olunmaz! Sırrı kendinde gizli… Ama bize yol verdi. Çok da meraklı olmayacaksın hoca efendi!
Usulen azarlandığımı düşünüyorum.
Cami avlusunda etekleri yeri öpen uzun pardösülü, yeşil sarıklı, mağara kaçkını gibi kirli, çalı sakallı bir adam dikkatimi çekiyor. Şeyh bu adam olamaz. Söylendiğine göre Şeyhin müritlerindenmiş. İnsana deli deli bakan, gözleri insana yapışıp kalan bu adam önce bir duyuru yapıyor:
-Büyük mazlum, şeyhimiz, efendimiz; köyümüzün kutbu, insanlığın mürşid-i kâmili Müslim Ali Hocamız, bu akşam Muhtar Muhammet’in evini şereflendirmektedirler. Allah ellerinizi ikramsız, gönlülerinizi nursuz, Şeyhimizi şefaatsiz bırakmasın.
Hep bir ağızdan “Âmin!” sesi yükseliyor.
Yeşil sarıklı adam, önündeki geniş tepsi içinde bir birine yapışmış gibi sıvımsı bir cıvıklık içinde duran bal rengi akide şekerlerini gösteriyor. Sağ dudağı, sağ kulağına doğru geriliyor. İyice sararmış kazmayı andıran tek dişini göstererek gülümsüyor.
-Şeyhimizin ikramıdır! Okunmuştur! Dualıdır! Buyurun! diyor.
Bütün eller büyük bir cezbe içinde iştahla tepsiye uzanıyor. Ben de uzanıyorum. Başparmağımla şahadet parmağım arasına duran şekerden iplik iplik sıvılar akıyor. Şekerlerin niye bu kadar rutubetli olduğuna pek bir anlam veremiyorum. Ellerim yapış yapış. Bakıyorum herkes lokma lokma iştahla atıyor ağzına. Dudaklarında hep aynı temenni: “Allah kabul buyursun!” Bir alan bir daha alıyor. Sularını dudaklarından akıtarak çatur çutur yiyorlar. Galiba elimde kalan akide şekerini ağzıma koyup koymamakta tereddüt eden tek insan benim. Mustafa Ağabey yanıma geliyor:
-İkram geri çevrilmez hoca! Okunmuştur, büyük sevap, at ağzına, diyor.
Ne de olsa okunmuş bir şeker. Kazaya belaya, cümle kötülük ve şerre, yalana dolana, düşmana ve şeytana karşı diyerek atıyorum ağzıma. Emiyorum o tatlı sularını. Oh! Gerçekten çok lezzetli… Ağzımda şakır şukur, ha bire dilimle çevirip duruyorum. Ben de kıracağım amma bir türlü beceremiyorum. Neredeyse dişim kırılacak. Hayatımda bu kadar sert bir şekere rastlamadım. Duluğumda ceviz büyüklüğünde bir şiş, o koca kütleyi emip duruyorum.
Mustafa Ağabey ağzında şeker, devam ediyor:
-Bu okunmuş şeker var ya hoca, yedi derde devadır, hastalıklara şifadır, kötülüklere beladır. O mübarek, hiç erinmez, bu şekerleri ağzında tek tek tükürükler, nemlendirir, okur, üfler…
Demeye kalmıyor, danalar gibi böğürerek kendimi yolun kenarına zor atıyorum. Kus ha kus…
…
İşte yine Kuşkayası’ndayım.
Düşünüyor düşünüyorum. Düşündükçe yüreğimde dinmeyen bir hüznü yeniden yaşıyorum. Neden sonra anlıyorum ki, bu hüzün, Hacı Bayram’ın nefesiyle insanımızın “Taşla toprak arasında kendini arayışının” verdiği ıstıraptır.
-Ey alıç ağacı! Arkadaşım, sırdaşım, dert ortağım! Yamaçtaki o kirli, kırmızı ışık yine yanıyor. Senelerce kör kandiller boyadı dağların eteklerini. Hiç kimse karanfilin yedi rengini göremedi. Işığa olan yarasa nefretiyle tanımladılar güneşi. Öksüz ve yetimdiler… Beyaz ışığı göremeden göçüp gittiler. Benim beyaz ışığımı kimler çaldı?