Metin SAVAŞ
Bir Musevi öyküsü şöyledir: Krakovlu Rabbi Eisik adında bir kimse bir gece rüyasında Prag şehrindeki kralın sarayına geçit veren köprünün altında bir hazine bulunduğunu öğrenir. Rüyanın üç gece tekrarlanması üzerine Krakovlu Rabbi Eisik bu rüyayı ciddiye alarak Prag’a gider. Ne var ki kralın muhafızları köprünün her yakasında nöbet tutmaktadır. Bu şartlarda köprü altında kazı yapması mümkün değildir. Yine de Krakovlu Rabbi Eisik vazgeçemez ve köpürün etrafında günlerce dolanır durur. Nihayetinde muhafızların komutanının dikkatini çeker. Komutan onu yanına çağırarak derdinin ne olduğunu sorunca Krakovlu Rabbi Eisik gördüğü rüyayı anlatır. Komutan şöyle der: “Ve sen de rüya uğruna Krakov’dan Prag’a gelmek için pabuçlarını yıprattın. Zavallı adam. Rüyalara güvenmek konusuna gelince, bana kalsa ben de gider, Krakovlu Rabbi Eisik’in evindeki sobanın altında hazine arardım. Bana rüyamda söylenen budur.” Kıssadan hisseyi almış bulunan Krakovlu Rabbi Eisik umutla Krakov’daki evine dönünce sobanın altındaki hazineyi kazıp çıkarır ve yoksulluktan kurtulur.
Kurgu mu yoksa gerçek mi olduğunu bilemediğimiz bu rüyanın mesajı açıktır. Hazineyi, kurtuluşu, refahı çok uzaklarda aramamıza gerek yoktur. Hazine aslında bizdedir. Bizde olanı göremediğimiz için kurtuluşu başka yerlerde, uzaklarda, kendimizin dışında arıyoruz. Önce şunu soralım:
“Hazine nedir?”
El cevap: “Bize ne lâzımsa hazine odur!”
Rüya şeklindeki bu öyküyü pek çok şeye yorabiliriz. Toptancı bir yaklaşımla diyebiliriz ki: Türkiye’nin kurtuluşu Türkiye’nin dışında değil Türkiye’nin içindedir. Hazine kendi imkânlarımız, kendi şuurumuz, kendi bilgeliğimiz, kendimizdeki potansiyellerimiz ve tabii ki kendimizdeki noksanları ve kusurları olgunlukla fark edip savuşturabilme basiretimizdir.
Önyargıyla, inatçı bir tutumla, cehalette veya basiretsizlikte ısrar etmekle, hepsinden önemlisi bu türden kusurlarımızın mevcudiyetini budalaca bir gurur yüzünden inkâr etmekle hazineyi gizlendiği yerden çıkaramayacağımız malumdur. Sadece hamasete bel bağlayarak Türklüğün büyüklüğünden dem vurmak ama hamaset dışına çıkmayıp Türklüğün gücünü törpülemek müspet sonuç vermeyecektir. Tribünlerdeki taraftarlarımızın coşkusu bize yeter deyip de futbolun gerektirdiği disiplini gevşettiğimizde hiçbir müsabakayı kazanamayız. Kazansak bile bu tesadüfî bir kazanım olacaktır ve kendimizi avutmamızdan başka bir işe yaramayacaktır. Ve elbette ki gerçekçi olmak endişesiyle aşırıya kaçıp Türklüğün büyüklüğü hamasetini büsbütün boşladığımızda ise yine yanlışa düşmüş olacağız ve motivasyon eksikliğine sürüklenerek bu sefer de özgüvenimizi yıpratacağız.
Krakovlu Rabbi Eisik’in rüyasına dönersek: Dikkat edelim ki, Krakovlu Rabbi Eisik’e bir ders veren, hazinenin yerini söyleyen kişi Praglıdır; yani bir yabancıdır. Krakovlu Rabbi Eisik söz konusu hazineye dolaylı yoldan erişiyor. Krakov’da iken bir rüya görüyor ve hazinenin Prag’daki köprünün altında olduğu bilgisini ediniyor. Fakat Prag’a gittiğinde ise hazinenin gerçekte kendi şehrinde, kendi evindeki sobanın altında bulunduğunu öğreniyor. İşte burada sol kulağımızı sağ elimizi uzatarak gösterme yanılgısı vardır. İşi yokuşa sürmek yanlışlığı söz konusudur. Fakat bu demek değildir ki, yabancıya sırtımızı döneceğiz ve dünyanın birtakım hakikatlerine gözlerimizi kapayacağız. Osmanlının çöküşü bu yüzdendir. Batıdaki gelişmeleri görmeyip veya görmeye yanaşmayıp kendi dünyamızda kalmamız bize pahalıya patlamıştır. “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız” hadis-i şerifinin tersine bir tavır Osmanlıyı ve İslam dünyasını Batı karşısında yaya bırakmıştır. Şu halde yabancı da önemlidir. Bununla birlikte yabancının yabancılığı yerine yabancıya körü körüne hayranlık tavrı da başka bir yanlışlıktır. Basite indirgeyerek söylersek; yabancının teknik ürünlerini satın almakla yetinmek yerine yabancının gelişkin tekniğini öğrenip (kendimizden de bir şeyler katarak) kendi ürünümüzü yabancıya satabilmek hünerdir.
Krakovlu Rabbi Eisik’in rüyasında iki unsur dikkat çekicidir; “köprü” ve “soba”…
Soba ocaktır. Ocak ise kendi evrenimiz, kendi yurdumuz ve kendi imkânlarımızdır. Bu imkânlar yeraltı kaynaklarımızdan tutun da kendi toplumumuzun çalışkanlığına ve becerikliliğine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Demografik ve coğrafi imkânlarımız, tarihsel tecrübelerimiz, kendimize özgü kültür kodlarımız, kendi iç dünyamızın manevi zenginliği, muhtelif gayretlerimiz, Kızılelma gibi birtakım ülkülerimizin bize kattığı hayaller ve enerji. Türk milleti dinamik bir toplumdur fakat Türkistan’dan Balkanlara pek çok yurtta sürekli bozgunlar sebebiyle örtük bir yılgınlık da hissediliyor. İstiklal Harbi ve Cumhuriyet kazanımları ve tabii daha öncesinde Çanakkale Zaferi bizleri tekrar canlandıran millî tecrübelerimizdir. Dolayısıyla mağlubiyet kaderimiz değildir. Herhangi bir alanda başarının yüzde yüz garantisi de yoktur. Esas olan, çalışıp çabalayarak başarıyı kovalamaktır. Bugün başaramasak bile yarın başarabiliriz inancı bizi daima zinde tutacaktır. Sobanın temsil ettiği ocak biteviye tütmelidir ki ocağımıza incir ağacı dikilmesin. Ocak evdir, ailedir, fabrikadır, teknoloji vadisidir, mabettir, tekkedir, cemevidir, ordudur, sivil toplum kuruluşlarıdır, sanattır, felsefe kulüpleridir, üniversitedir, millet meclisidir ve aklımıza ne geliyorsa kendimize ait her şeydir. Ocak aynı zamanda ateşinden ötürü arınma yeridir. Kendi kusurlarımızdan, zaaflarımızdan ve yanılgılarımızdan akılcı bir tavırla sıyrılma yeridir ocak. Çünkü ateş temizler. Tufan’ın suyu günahkâr bir nesli bertaraf ederek gemiye binenlere temiz bir ortam hazırlamıştır. Nuh’un gemisi bu mânâda bir ocaktır. Cehennem ateşi de günahkârları arındırarak onları cennete hazırlar.
Köprü ise erişimdir. Hem yabancıya uzandığımız hem de kendimize dönebildiğimiz vasıtadır köprü. Farkındalık sağlar. Köprü sayesinde kâh kendi dışımızdakileri tanırız kâh kendi içimizi keşfederiz. Kişinin (veya toplumun) kendine yabancılaşması biraz da köprülerin atılması yüzündendir. Köprü yoksa iletişim de yoktur. Sadece yabancıyla değil, kendimizle de iletişim kuramayız. Köprü sayesinde yabancıyı tanıdığımızda o yabancının bizi nasıl bildiğini de öğrenmiş oluyoruz. Bu aslında kendimize ayna tutmaktır. Oryantalizm denilen bilim dalının teşekkülü sayesinde Batı hem Batılı olmayanı tanımıştır hem de Batılı olmayanın Batıya nasıl baktığını öğrenmiştir. Öğrenme (yani bilgi) ise kuvvettir. Bilgi alışverişi köprüden gelip geçerek edinilir. Deli Dumrul’un köprüsüne biraz da böyle bakmak gerekiyor.
Krakovlu Rabbi Eisik’in rüyasında dikkatimizi çeken bir diğer ayrıntı ise aranılan hazinenin altta bulunuyor olmasıdır. Köprünün veya sobanın altındaki hazine kendimize bakmamız lâzım geldiği mesajından ötürü yeraltındadır. Buradaki yeraltı tabii ki bir metafordur. Hazineyi göremediğimiz için yeraltındadır. Çok yakınımızdaki hazineyi göremiyorsak o hazine gizli demektir. Ama onu gizleyen yine bizizdir. Göremediğimizden değil, görebilmek uğrunda kendimizi yeterince donatma yükümlülüğünden kaçındığımız için bize gizlidir o hazine. Oysaki gözümüzün önündedir. Buna güncel bir örnek verelim: Türkiye’nin toprakları veya iklimi müsait olmadığı için mi yabancı bir ülkeden mercimek ithal ediyoruz? Hâlbuki o mercimeği üretebileceğimiz toprak ve iklim kendi evimizdedir. Sobamızın altındaki topraktır. Yeri geldiğinde yabancıya ihtiyaç duyulacaktır. Başlangıçta toprağımızı süreceğimiz traktörü yabancıdan alıyorduk ama sonra traktör üretmeyi öğrendik ve traktör fabrikası kurduk. Şimdi biz kalkıp da traktörü tekrar yabancıdan almaya yeltenirsek kendimizdeki hazineyi (traktör fabrikasını) kendi gözlerimizden gizlemiş oluruz. Hazine işte bu yüzden saklıdır ve bu yüzden uzaktaymış gibi görünüyor.
Metin Savaş
[*] Rüyanın kaynağı: Mircea Eliade, Mitler Rüyalar Ve Gizemler, sayfa 276, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2017