Kutlu Kağan KILIÇ
Popülizm, modernizmin ortaya çıkışından beri, demokrasiyle birlikte özellikle bu son yaşanan dönemlerde dünya siyasetinde ve ideolojik hareketlerde kendisini fazlasıyla hissettiren, etkileri giderek artan bir “siyaset biçimi veya siyasi üslup tarzı” haline geldi. Onun en önemli özelliği; çoğunluğun taleplerini siyasi arenaya taşımak ve seçkinlere yahut seçkin olmasa dahi çoğunluk gibi düşünmeyen-eylemeyenlere karşı ötekileştirme, ayrıştırma ve kutuplaştırma metoduyla kendi kitlesini konsolide ederek, memleketin asıl ve gerçek hak sahiplerinin kendileri olduğunu vurgulayan siyaset yapma tarzıyla, büyük bir sosyal çatışma ve travmaya zemin hazırlamasıdır diyebiliriz.
Popülist siyaset ve tavrın, yer yer anayasa ve vatandaşlık hükümlerine karşı isyankâr hâli, evrensel hukuk ile milletin çoğunluğunun örfi ve ahlâki kaideleri arasındaki boşluktan faydalanma arzusu, bunu bir siyasi enerjiye dönüştürme çabası; bir yandan içerisinde yasacı seçkinlere karşı kendi kitlesine ve millete şirin gözükme arzusu ile diğer yandan “yasanın egemenliğine” karşı onulmaz yaralar doğurabilecek potansiyeldedir. Popülizmi ana hatlarıyla böyle özetleyebiliriz.
Gelişmekte olan ve tarihî hafızada dünya siyasetine kendi değerleriyle damga vurabilmiş bizim gibi ülkelerde; din ile gelenek kodlarının ağır bastığı, sosyal yaşamdan siyasete kadar milli geleneğin etkisini belirgin biçimde hissettiğiniz bölgelerde, popülizmin en yaygın tipi olarak “muhafazakâr popülizmden” söz edebiliriz.
Muhafazakâr popülizmin köklerini ülkemizde besleyen en önemli durum; geleneğe karşı modernleşme serüvenin yarattığı sosyal ve siyasi travmalar olarak belirlenebilir. Modernleşmenin geleneksel olana karşı açtığı savaş ve şimdiyi yeniden üretme arzusu; bu üretme biçiminde gelenek içerisinde kodlanmış ilahi, örfi ve tarihî olan tüm bu mukaddeslere karşıt pozisyon alışı, ister reformist ister devrimci olsun, milletin çoğunluğunda büyük bir kin ve nefret biriktirmekte olup, mukaddeslerin yeniden dolaşıma sokulması adına “muhafazakâr popülizm” siyasi bir silkinme hamlesi olarak açığa çıkmaktadır.
Muhafazakâr popülizmin en önemli unsurunun yine geleneği ve metafizik ruhu sinesinde barındıran “millet” olduğunu görüyoruz. Bu ruh onun beslendiği tarihi, coğrafyayı, dini ve töreyi kapsayan ancak bu mefhumların her birine aşkın ve onları kuşatan bir bileşke olarak tarif edilebilir. Mustafa Şekip Tunç ülkemizde muhafazakâr popülizmin başat unsuru olan milleti şöyle tarif ediyor: “Benzetmek caizse millet hayatı bir ağaç gibidir. Kökleri, gövdesi, dallarıyla parçalanamaz bir bütün olduğu gibi milletin de kökleri, gövdesi, dalları vardır. Kök milletin mâzisi, gelenek ve adetleridir, köklere doğrudan doğruya bağlı olan gövde umumiyetle halk topluluğudur; gıdasını da daha çok doğrudan doğruya bu köklerden alır…”
Bu alıntıda görüldüğü gibi muhafazakâr popülizmin öznesi olarak millet, geleneğin koruyucusu sıfatıyla yüceltilen bir kavramdır ve muhafazakâr popülizmin siyasi areneya, milletin ruhundan taşarak geldiği görülür. Bu aşkınlık ve sûdur hâli olarak milletin bağrından kopan ve gelişen muhafazakâr popülizm; yine siyaset, sermaye ve bürokratik seçkinlere karşı uzun süredir yaşanan mağduriyet ve mağlubiyetten dolayı “pasif direniş” halinde konuşlanmış bir milletin; popülist siyasetle birlikte “aktif direniş” haline doğru geçişinde önemli bir siyasi görev üstlenir.
Millet ve milletin sînesinde yatan ruh; yaşanan modernleşme sürecinde tüm bu mukaddeslerin korunması adına uzun bir “pasif direniş ya da zımnî bir reaksiyonerlik” geliştirmiştir. Muhafazakâr popülizm ise bu pasif direnişi siyasi arenada başarıyla kenetlemiş ve sürekli dozu artarak konsolide edilen yeni bir “aktif direniş” dönemi başlatmıştır. Bu yüzden türü ne olursa olsun “direniş” bu siyaset tarzında daima yeniden üretilmek durumunda kalır. Zira aktif direnişin sonunda konsolidasyon tamamlandığında aktif inşâ dönemine geçilecek olup; bu yeniden inşânın tekrar popülizm üretebilmesi için kendi içerisinden yeni direniş hamleleri çıkarması gerekmektedir.
Muhafazakâr popülizm, içerisindeki türlü direnişleri sürekli yenileyerek devam ettirmesi gereken ve bu direniş; baskıları, mağduriyetleri göze alarak gelenekteki tüm mukaddeslerine sahip çıkan ancak yine bir mukaddes olan “devlete zeval vermeme” kaygısıyla devam eden bir tutuma sahiptir.
Muhafazakâr popülizmin “millet eksenli ve millî irade fetişizmiyle” yarattığı yürüyüş; “dış düşman ve iç düşman” yaratmak sûretiyle ötekileştirmenin dozunu giderek artırır. Nurettin Topçu’nun deyişiyle, düşman her yerde, evimizde etrafımızda ve hatta mâbettedir. Hatta bu anlamda dışardaki düşmanla aleni bir karşıtlık üreten popülizm; zihni ve fikri anlamda mukallitlerden yani batıcılık taklitlerinden de sıyrılmalıdır. Topçu bu durum için “kafatasını yabancılardan boşaltmak” deyişini uygun görür ve bu durum bize “katharsis” hâlini gösterir. Aristo’nun Poetika’da tanımını yaptığı, seyircinin izlenen oyundaki korku ve acıma öğelerini, kendi başına geliyormuş gibi düşünerek, bu duygulardan arınması olgusu denilen bir durumdur.
Muhafazakâr ideolojinin odağında yer alan milli ve yerli anlayışların temelinde bu “katharsis” durumu yatar ve bu durumun medeniyetlerin iç içe geçtiği küresel bir ortamda, batı ve doğu dünyasının zihni ayrımı pek mümkün olmadığından, tartışılmakla birlikte, bir yan etki şeklinde muhafazakâr özneyi bunaltarak birçok zihni karmaşa yaratır.
Muhafazakâr popülizm, siyasi arenada kendinde bulunan özü kaybetmiş, mazlum ve mağdur edilmiş, milletin elinden alınan “kutsal ruhunun bir gün yeniden galebe çalacağı” bir tablo yaratır ve bu ağı sıkı sıkıya dokumaya gayret eder. Burada ıstırap öğesi her aşamada kendine önemli bir yer bulurken; beslendiği temel şey antagonistik toplum anlatısıdır. Mukaddeslerin rolünü de eklersek “kutsal mazlumluğun psikopatolojisi” denilebilecek nevrotik bir durum karşımıza çıkar. Muhafazakâr özne ve popülist siyaset, bu psikopatolojiden beslenerek, nevrotik bir şekilde, ona zulmedenlerin onu uğrattığı “hayâli hadımlaştırmayı” telafi etmeye veya ondan alınan tözü geri almaya çalışır. Kitlenin ezilmişliğini kullanarak yol alan popülizm, onları kendi nevrotik, baskıcı ideolojik söylemine davet ederek onun kutsal ruhunu çalan birtakım nesneler yaratır ve kitleyi bu nesnelere karşı konsolide eder; komünistler, masonlar, siyonistler, kozmopolitler, mukallitler gibi…
Nevrotik halini yine Zizek’ten bir örnekle açıklamak gerekirse; muhafazakâr popülizmin ideolojik nevrotik pozisyonu, muhafazakâr öznenin zalimlerin kendisinden çaldıklarını, kendisini mahrum bıraktıklarını iddia ettiği şeye aslında hiç sahip olmadığı travmatik gerçeğini gizlemesinde yatar. Bu durumda muhafazakâr popülizmin telaffuz ettiği kutsal mazlumluk, modernizm öncesi huzur ideasının modernizmin patolojileriyle baş etme girişimi olarak değerlendirilebilir.
Muhafazakâr popülizm, bir yandan modernizm ve kapitalizm öncesi huzur ideasını diri tutmaya çalışırken bir yandan da modernist kapitalist sisteme yeniden eklemlenmeye çalışır. Buradaki duruşu, modernizmi reddediş olarak değil; modernist travmaları en kolay atlatacak sosyal savunma mekanizmalarıyla sistemin içerisinde olma çabası olarak görmek gerekir. Aksi takdirde benliğindeki çelişkilerle sosyal süreklilik ve ideolojik devamlılık mümkün olmadığından, gurbete gitmiş ama hep sılanın derdini yüreğinde taşıyan “gurbetin ötekisi” olarak popülizmini üretmeye devam eder. O gurbette dayandığı şey, kutsal kaynağı olmakla beraber, diriliğini ıstırabının şuurunda bulur. Sefalet mahşerinde, ıstırap çeken mazlum muhafazakârın iç dünyası yine de yaralanmaktan kurtulamamıştır. Topçu, bu durumu en az dokuz asırdır süren “gurbet acısı” olarak tariflerken; bugün koca Şark dertlidir diyecektir.
Millet öznesini ve öznedeki ruhu dış düşmana karşı konsolide ederek diri tutmaya çalışan Topçu, modernizmi ve Şark dünyasını şöyle tarif eder: “Asrın seli, haçlı çocuklarına el açan Doğu dilencilerinin tarihini, geleneğini ve inancını çökertmektedir. Ruh inkâr edilmiş ve makina onun feryadını boğmuştur. Bedbaht Allah’sızın kudurmuş saldırısıyla ruhun değerleri çiğnenmekte, milletin bağrı doğranmaktadır.”
Türkiye’de modernizmin başat aktörü olarak; İttihat Terakki geleneğini ve birtakım jakoben subay hareketlerinin olduğunu hatırda tutarsak; sürecin akabinde Kemalizm’le sertleşen ve agresifleşen devrim ve inkılâpların tamamında milletin ruhu dediğimiz din, gelenek ve mukaddeslerle zımnî yahut açık bir mücadele olduğu görülür. Kemalizm’in bu mukaddeslerden bir rasyonel din, rasyonel gelenek yaratarak; hurafî ve batınî anlayışlardan kurtulmak endişesi açıkça görülse de muhafazakâr popülizm için bu inkılâplar hep “dışarıdan” bir dönüşüm olarak algılanmıştır. Kendi sinesindeki aktörlerle değişim ve dönüşüme açık olduğunu gördüğümüz muhafazakâr özne; bu değişim ve dönüşümün “içerden” olduğuna inandığı takdirde; politik sahada mücadeleye muhafazakâr popülizmin reformlarıyla devam ettiğini ve bunu yadırgamadığını rahatlıkla görebiliriz.
Türk siyasetinde muhafazakâr popülizmin bu içeriden dönüşümü sağlamak adına kullandığı en önemli metafor; popüler bilince hitap etmesi ve bir tavır sergilemesi bağlamında “milletin sağduyusu” kavramı olmuştur. Gramsci’nin tabiriyle bu durum; “kalabalıkların kendiliğinden felsefesi” ile özdeşleşir. “Halkın aklıselimi” veya “milletin irfanı” gibi folklorik imgelere sık sık başvurulması; milletin özne olarak en doğru, en güzel, en iyi kararları kendi içsel sağduyusuyla alabileceğini yine millete hissettirmesi, onun içerden bir reformist olarak icraatlarının kabul görmesine sebep olmuş sayılabilir. İçeriden olan tüm bu değişim ve dönüşümlere karşı açık ve yenilenmeci olan muhafazakâr özne; dışarıdan olana karşı bir o kadar mutaassıp bir tutum takınır. Dış özne düşman olarak algılanır ve onunla savaşmak için de kendine bir popülizm aramaya başlar. Popülizmin ve muhafazakâr öznenin mutaassıp yaklaşımları bu ayrımda keskinleşir; inkılâpları icra edenin milletin ruhundan olup olmaması en önemli ayraç kabul edilebilir.