“Güzel Dil Türkçe Bize”[1]
Turgut GÜLER
Rahmetli Muharrem Ergin, artık bir klâsik paragraf hâline gelen ifâdesinde, “dil”i şöyle târif ediyordu:
“Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vâsıta, kendisine mahsûs kaanûnları olan ve ancak bu kaanûnlar çerçevesinde gelişen cânlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamânlarda atılmış bir gizli andlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş ictimâî bir müessesedir.”[2]
Pek ihâtalı ve özlü bu târifde dikkati çeken iki mühim husûs vardır. Bunlardan biri, dilin cânlı bir varlık oluşu, diğeri de, dilin temelinin bilinmeyen bir zamânda atılmasıdır. Mübhem, belirsiz bir temel üstünde hayâtını sürdüren bir cânlı varlık tesbîti, insana ilk ânda biraz şaşırtıcı geliyorsa da, zihin idmanı yaptıkça, şaşkınlık, yerini isâbet nazarlarına bırakmaktadır.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de, insanların birbirleriyle anlaşabilmeleri ve hayâtlarını kolaylıkla sürdürebilmeleri için, kavimler hâlinde yaratıldıkları, şöyle buyuruluyor:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki, Allâh yanında en değerli olanınız, ondan en çok korkanınızdır. Şüphesiz, Allâh bilendir, her şeyden haberdârdır.”[3]
Âyet-i celîlede, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan başlayan insan serencâmının, bilâhare kavim ve kabîle hikâyeleriyle devâm ettiği ifâde buyurulurken, bundan maksadın, insanların birbirleriyle anlaşmaları olduğu ihsâs ettirilmektedir. Muharrem Ergin rahmetlinin yaptığı dil târifinin, bu âyetin îzâhı gibi durduğunu görüyoruz. Bugün, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın Cennet’den çıkarılarak Yeryüzü’ne indirildikleri vakti tâyin etmek nasıl mümkün değilse, aynı şekilde, âyet-i kerîmede söylenen kavim ve kabîlelere ayrılış târîhini tesbît etmek de müşkilin ötesindedir. İşte, dilin bilinmeyen bir zamânda teşekkül ettiğinin söylenmesi, bu insan aczi yüzündendir.
Hz. İbrâhim’in, kendisinden sonra gelen hayli kalabalık bir peygamber zincirinin atası olduğu mâlûmdur. Fakat, bu yüce peygamberin hayâtını da hassâs bir kronoloji içinde görme imkânımız yoktur. Çok kaba ve yuvarlak tahmînlerin ötesine geçemiyoruz. Neredeyse bütün insanlığın diline düşmüş meşhûr “Bâbil Kulesi” menkıbesi, hakîkatle efsâneyi harmanlayarak bize birtakım mesajlar vermektedir.
Bu menkıbeye göre, Nemrûd, – hâşâ – Allâh’ı öldürmek maksadıyla yükseğin yükseği bir kule yaptırır ve bu kulenin en üst katının burçlarından, üzerinde keskin nişâncı okçuların bulunduğu dev-âsâ bir kartal havalandırır. Gûyâ, bu okçular, kartalın yükselebileceği yere kadar gidecekler ve orada, yaylarını gerip – sümme hâşâ – Allâh’ı öldüreceklerdir. Bu aceze mizâc kul yeltenişiyle istihzâ etmeyi murâd eyleyen Hz. Yezdân, Nemrûd’un okçularının fırlattığı ok temrenlerinin önüne iri kıyım bir balık çıkarır. Bu balığın bedenine değen ve dahî kanlanan oklar, bumerang gibi geri dönüp kartalın üstündeki okçulara ulaşırlar. Onların yanında hazır olan Nemrûd, oklardaki kan izlerini görünce, – şeddeli sümme hâşâ – Allâh’ı öldürdüğünü ve kendisinin onun yerine geçtiğini îlân eder. Kartalın, aşağıya inmesiyle kulenin yıkılması, aynı sâniyelere rastlar. Nemrûd ve avenesinin taş, tuğla, kerpiç, tahta parçalarıyla toz zerrelerinin uçuşarak ortalığı Cehennemî bir sahneye çevirdiği Bâbil’de, görüp şâhit oldukları bir başka şaşırtıcı hâl vardır: Kartal uçuşu öncesinde herkes aynı dili konuşuyorken, bu Kıyâmet hengâmında, kimse kimsenin dediğini anlamamakta ve bu yüzden, insanlar bitip tükenmez bir kavganın içine sürüklenmektedir. Nemrûd, kartalın kanatlarında bulunan okçularının da farklı lisânlarla konuştuklarını görünce, uydurma ve sözde ilâhlığının ne menem bir mevkide durduğunu anlar.
İslâm terminolojisinde, kendisinde ilâhlık vehmeden kral ve hükümdârlar için “Fir’avn, Nemrûd” sözleri, bâzen birbirinin yerine kullanılır. Hz. İbrâhim’in uğraştığı kral Nemrûd; Hz. Mûsâ’nın mücâdele ettiği bu kabîl kral da Fir’avn (Firavûn)’dır. Böyle bir kule inşaatını telmîh ettiren şu âyetler, “Bâbil Kulesi” vâkıâsının, menkıbeden hakîkate uzandığını göstermektedir:
“Fir’avn:
‘Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi, benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla îmâl et), bana bir kule yap ki, Mûsâ’nın Tanrı’sına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlakâ yalan söyleyenlerdendir.’
Dedi.”[4]
“Fir’avn:
‘Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de, Mûsâ’nın Tanrı’sını görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum.’
Dedi.
Böylece, Fir’avn’a, yaptığı kötü iş, süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Fir’avn’ın tuzağı tamâmen boşa çıktı.”[5]
Bütün Dünyâ dillerine girmiş “Bâbil Kulesi” tâbiri, insanların birbirlerini anlayamadıkları, her kişinin ayrı bir dile sâhip olduğu karmaşayı ifâde etmektedir. Bu menkıbeden de anlaşılacağı üzere, dil, bir anlaşma vâsıtasıdır ve herhangi bir dili konuşan insan, kendisine yeni ortaklar arar. Bu ortak arayışı, “millet” dediğimiz mütecânis topluluğun doğmasına sebeb olmuştur.
Bütün bu mâlûmâta, Hz. Nûh’un adını taşıyan tûfânı ve sonrasını da ilâve ettiğimizde, Dünyâ’nın en ücra köşe ve minik adalarına varıncaya kadar yayılan kavim ve kabîleleri, daha iyi anlama ve kavrama imkânımız olacaktır.
Merkezî Asya’nın yaylalarına ve bu cümleden olmak üzere Altay ve Tanrı Dağları zirvelerine, eteklerine yerleşen “Türkler”, ilâhî takdîrin biçtiği kader romanında, birbirleriyle anlaşmak maksadıyla telâffuz ettikleri lisâna, “Türkçe” dediler. Dolayısıyla, Türkçe, Türklerin konuştuğu dilin adı oldu.
İnsan neslinin kavim ve kabîlelere ayrılmasına takvîm göstermek ne kadar zor ise, Türkçenin başlangıcını kestirmek de aynı şekilde mümkün görünmemektedir. Dünyâ’daTürkler kadar geniş coğrafyaya yayılmış ikinci bir millet gösterilemez. Eski Dünyâ denilen Asya, Avrupa ve Afrika kıt’alarının hemen her tarafına ulaşan Türkler, târîhin değişik devirlerinde, ardı arkası kesilmeyen göç dalgaları ile, Dünyâ ahvâline yön vermişlerdir. Başlangıçta aynı husûsiyetleri olan Türkçeyi konuşan Türkler, bu uzak diyârlara dağılmanın tabiî bir netîcesi olarak “lehce, şîve ve ağız” özelliklerine ayrılan Türkçe kollarını telâffuz etmeye mecbûr oldular. Reşid Rahmetî Arat ve onun yolunu tâkib eden dil âlimlerimiz, Türkçenin iki “lehce”si olduğunu söylüyorlar. Bunlar, Çuvaşca ve Yakutca. Bilinmeyen bir zamânda, ana Türkçeden ayrılan bu iki “lehce” dışında, öteki dil farklılıkları, “şîve” ve “ağız” başlıkları altına alınıyor.
Türkçe de, diğer Dünyâ lisânları gibi, yazı dili ve konuşma dili olarak ikiye ayrılır. Konuşma dili, günlük hayâtta kullanılan ve evde, sokakta, çarşıda, pazarda kullanılan dildir. Konuşma dili, şehirden şehire, bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye birtakım farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar ağız, şîve ve lehce şeklinde sıralanırlar. Çuvaşca ve Yakutcanın “lehce” oluşlarına karşılık Kazakca, Kırgızca, Özbekce, Türkmence, Âzerbaycanca ve Türkiye Tükçesi “şîve”dirler. Bu şîvelerin kendi içinde tesbît edilen küçük farklılıklar da “ağız” adını alırlar.
Yazı dili, yazıda kullanılan dildir ve konuşma diline göre daha uzun ömürlüdür. Bundan dolayı, yazı diline medeniyet dili de denir. Yazı dili, konuşma dilinin gelişigüzel sarf edilmesine karşılık birtakım kaaideleri olan ve bu kaaidelere uyma mecbûriyeti bulunun bir dildir. Tâbir yerinde ise, yazı dili, sun’î bir dildir. Türkler de dâhil olmak üzere, hiçbir millet yazdığı gibi konuşmaz. Ancak, bir milleti yarınlara taşıyacak olan, konuşma dili değil, yazı dildidir. Dillerin ve o dilleri konuşan milletlerin târîhî seyrini tâkib etmek için, yazı dili ile yazılmış eserleri bulmak ve okumak lâzımdır.
Türkçenin, şimdilik bilinen ilk yazılı eserleri, Orhun Âbideleridir. Fakat bu âbidelerin metinleri incelendiğinde, onların Türkçenin ilk yazılı numûneleri olmadığını, kolaylıkla anlıyoruz. Zîrâ, Orhun Âbidelerinde kullanılan dil, çok işlek ve gelişmiş bir medeniyet dilidir. Bu âbide metinleri, son derece yüksek bir edebî seviyededirler. Böylesine zengin bir yazı dilinin, bu âbidelerden önce yazılmış başka eserleri, mutlakâ olmalıdır. Ne var ki, biz şimdilik o bahsedilen muhtemel eserleri bilmiyoruz. Orhun Âbideleri, milâdî sekizinci asırda dikilmişlerdir. Bu zamân bilgisi, Türk siyâsî ve medenî târîhi bakımından son derece ileri bir noktadır ve Türklerin o vakte kadar yapıp ettikleri göz önüne alınırsa, Orhun Âbidelerinden en az bin yıl öncesine âit Türkçe yazılı eserlerin mevcûdiyetinden bahsedilmelidir.
Kâşgarlı Mahmûd’un ölümsüz eseri “Dîvânü Lügâti’t- Türk”, Türkçenin ve dahî Türklerin hemen her sâhadaki varlıklarını, hazînelerini içine alan bir âbide kitaptır. Orada bahsedilen Türk şîve ve ağızları, bizzat müellifi tarafından “Türkçe” diye isimlendirilir. Mahmûd, çok ileri seviyede bir Türklük şuûru taşımaktadır. Hz. Peygamber’in, Türkçenin öğrenilmesini tavsiye ettiği ve Türk milletinin “Allâh’ın ordusu” olduğunu söylediği hadîs-i şerîfler nakleden Mahmûd, eserini de, Türkçeyi ve Türkleri tanıtmak, hattâ öğretmek maksadıyla yazmıştır. Mahmûd, bulunduğu şeref mahâllinde, milletini ve dilini bayrak yapmış muazzez bir mevkide duruyor. Bahsi geçen hadîslerden ikisi, Kâşgarlı Mahmûd’un nakline göre şöyledir:
“Türk dilini öğreniniz, çünkü onların uzun sürecek pâdişâhlıkları vardır.”
“Tanrı’nın Devlet Güneşi’ni Türk burcunda doğurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzrinde göklerin dâirelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı, onlara Türk adını verdi ve onları Yeryüzü’ne hâkim kıldı. Zamânımızın hâkânlarını, onlardan çıkardı. Dünyâ milletlerinin yularını, onların ellerine verdi. Onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları azîz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dilediklerine eriştirdi. Bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu. Oklarının isâbetinden kurtulmak için, aklı olana düşen vazîfe, bu adamların tuttuğu yolu tutmaktır. derdini dinletmek ve Türklerin gönlünü almak için, onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur. Bir kimse, kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa, o takımın korkusundan kurtulur, bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir.”[6]
Türkçenin, en eski devresinden günümüze kadar geçirdiği safhaları, Ahmet Câferoğlu şöyle sıralıyor:
“1-Altay Devri: Türk-Moğol dil birliği
2-En Eski Türkçe Devri: Proto Türk dil birliği
3-İlk Türkçe Devri
4-Eski Türkçe Devri: VI.-IX. asırlar
5-Orta Türkçe Devri: X.-XV. asırlar
6- Yeni Türkçe Devri: XVI. asırdan îtibâren
7- Modern Türkçe Devri: Günümüz”[7]
Yukarıdaki sıralamada dördüncü basamakta bulunan “Eski Türkçe Devri”, aynı zamânda ilk yazılı Türkçe metinlerin ortaya çıktığı safhadır. Orhun Âbideleri, bu devrede yazılıp dikilmişlerdir.
Türk milleti, fâtih bir millettir. Türkçe, fâtih bir millet olan Türklerin konuştuğu fâtih bir dildir. Rahmeti Nihad Sâmi Banarlı, ömrünü fâtih Türkçenin husûsiyet ve fazîletlerini keşif ve anlatmaya hasretmiş, azîz bir Türk oğlu idi. Onun, usanmadan, bıkmadan yazıp söylediği bu “fâtih Türkçe”, maalesef, bugün, pek çok aslî vasfını kaybetmiş, kuru ve kakavan bir dil derekesine düşürülmüştür. Bu esef edilecek netîcenin alınmasında, “öz dil” arayışının büyük payı vardır. Hâlbuki, Dünyâ’da tesbît edilen öz diller, klân seviyesini aşamamış, vahşî hayâtı sürdüren ve dışarısı ile hiçbir münâsebeti olmayan Afrika ve Avustralya kabîlelerinin konuştuğu dillerdir. Bunların dışındaki gelişmiş diller ve bilhassa Türkçenin de içinde olduğu medeniyet dilleri, aslâ ve kat’â öz dil olamaz ve bu ibtidâî çizgiye çekilemez. Çekildiği takdîrde, ortaya gaz tenekesi sesini andırır bir garîb tekellüm vâsıtası çıkar.
Türkçenin en işlek ve ileri kolu, Batı Türkçesi ve BatıTürkçesinin en mühim uzvu da, bâzılarının yanlışlıkla Osmanlıca dediği Türkiye Türkçesidir. Kendi geçmişi içinde, tekâmül eden ve yine onu konuşup yazan Türk milletinin irâdesi ile sâdeleşen Türkiye Türkçesi, Osmanlı’nın son yılları ile Cumhûriyet’in ilk devirlerinde Ömer Seyfeddin, Yahyâ Kemâl, Yâkûb Kadri, Hâlide Edib, İsmâil Habîb, Hamdullah Suphi, Mehmed Âkif, Reşat Nuri, Peyâmi Safâ ve daha birçok kalem ehlinin eserlerinde, varabileceği en sâde hâline kavuşmuş iken, dışarıdan destekli ve sipârişli bu öz dil arayışı yüzünden, zorlamalarla aslî hüviyetinden uzaklaştırılmış, bu sayılan yazar ve şâirlerin, sâde Türkçe ile yazdıkları eserler, sâdeleştirme işgüzârlığına uğratılmıştır. Bu, neresinden bakılırsa bakılsın, millî dilimizi katletmek demektir ve kelimenin eksiksiz mânâsıyla cinâyettir.
Cumhûriyet’in îlân edildiği 1923 yılında yayımlanan “Türkçülüğün Esasları” kitabında Ziyâ Gökalp, âdetâ yeni Türk devletine bir çalışma programı sunar gibidir. Başta mûsıkî bahsi olmak üzere, tartışılabilecek bâzı yanları olan bu eserde, en isâbetli görüşler, “Dilde Türkçülük” başlığı altında ortaya konmuştur.
Mehmet Kaplan’ın dediği gibi, 1923’de yayınlanan Türkçülüğün Esasları’nda:
“İleri sürülen fikirlerden çoğu, Cumhûriyet Türkiyesi’ne şekil ve istikaamet vermiştir. Atatürk inkılâblarının temelinde, Ziyâ Gökalp’ın fikirleri vardır. Türkiye’de bugün yapılmak istenen sosyal reformların birçoğunu Gökalp, yıllarca önce düşünmüş ve en vâzıh şekilde ifâde etmiştir.”[8]
Ziyâ Gökalp, Dilde Türkçülük bahsine, “Türkiye’nin millî dili İstanbul Türkçesidir.” cümlesiyle başlar. Istanbul’da konuşulup da yazılmayan, yazılıp da konuşulmayan iki dil olduğunu; bu ikiliği kaldırmak için:
“Esperanto gibi sun’î bir dil” olan yazı dilini, “hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak.”. … “Istanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları dili”
Yazı dili yapmak gerektiğini söyler.[9]
Daha sonra halk diline girmiş Arapça ve Farsça kelimeler konusunu ele alan Gökalp:
“halk dilinde müterâdif (eş- mânâlı) kelimeler yoktur.”
Diyerek, halk diline giren Arapça ve Farsça sözlerin müterâdifi olan Türkçe kelimelerin, dilden atıldığını misâlleriyle açıklar:
“Meselâ, halk hasta kelimesini alınca sayru lâfzını, ayna kelimesini alınca gözgü lâfzını, merdiven kelimesini alınca baskıç lâfzını tamâmiyle unutmuştur.”
Bâzı Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçelerinin de muhâfaza edilmesi durumunda, “yine eş mânâlı kelimeler” meydâna gelmeyeceğini söyleyen Gökalp, yeni alınan kelimeyle eski kelime arasında mânâca farklılık olduğunu, bu yüzden her ikisinin de halk dilinde birlikte yaşadığını, “siyah-kara, beyaz-ak”misâllerini vererek anlatır:
“Meselâ, siyah yüzlü bir adamın alnı ak olabilir, beyaz çehreli bir adamın yüzü kara çıkabilir.”[10]
Arapça ve Farsçadan halk diline giren birtakım kelimelerin mânâları, daha önce Türkçede mevcut olmadığı için (abdest, namâz, Kur’ân, câmi, ezân.. gibi) zâten müterâdiflik söz konusu değildir.
Hâlbuki âlimlerin ve edîblerin dilinde aynı mânâyı karşılayan kelimelerin hem Türkçesi, hem Arapçası, hem de Farsçası bir arada kullanılır:
“Bâzı mânâların Arapçada birçok karşılıkları bulunduğu için, bu gibi mânâların müterâdifleri, tabiî olarak üçden fazla bulunur: Arslan, şîr, gazanfer, haydar, zırgam, ilh… gibi.”[11]
Halk, yabancı dillerden aldığı kelimelerin ya söylenişinde yâhut mânâsında değişiklik yapar:
“Haste hasta, hefte hafta, nerdüban merdiven… olur.”
“Şafak kelimesi, Arapçada batı ufkunun akşam kızıllığı mânâsına iken, Türkçede doğu ufkunun sabah kızıllığı mânâsını almıştır.
Halkın, bu şekilde söyleyiş ve mânâ bakımlarından değiştirdiği kelimelere âlimler ve edibler galatât (bozulmuş kelimeler) adını vermişler, böyle bozulmuş kelimelerin yazı dilinde kullanılamayacağına, bu kelimelerin asâlet ve fesâhatine hürmet etmek gerektiğine inanmışlardır.
“Türkçülerce, Osmanlıcıların fasîhleri galat ve galatları fasîhtir. Hattâ imlâda da, bu galatları, söylenildikleri gibi yazmak, Türkçülüğün bir düstûrudur. Bu esâsı, yabancı kelimelere de tatbîk ederek fesâhatçilerin sigara, jaket, Evropa şeklinde yazdıkları bu kelimeleri, halkın söyleyişine uyarak cigara, ceket, Avrupa yazmak lâzımdır.”[12]
Ziyâ Gökalp, daha sonra fesâhatçilerin tam aksi görüşü savunan “tasfiyeci (arı Türkçeci) dil devrimcileri”nin, sâdece “Türk kökünden gelmiş kelimeleri almak”, “unutulmuş eski Türk kelimeleri diriltmek” veyâ “Türkçede yeni ekler ve birleştirme usûlleri îcâd ederek, bunlar vâsıtasıyla, Türkçe kelimeler yaratmak” şeklindeki görüşlerini ele alıp bütün bunların Türkçülerin prensiplerine uygun olmadığını söyler:
“Nasıl zooloji ve botanik ilimlerinde fosillerin yeniden dirilmesine imkân yoksa, dil fosillerinin de tekrar hayâta dönmelerine artık imkân yoktur. Hülâsa, Türkçülere göre, halkın alıştığı, sun’î olmayan bütün kelimeler millîdir. Bir milletin dili, kendi cansız köklerinden değil, kendi canlı tasarruflarından (kullanışlarından) mürekkep, canlı bir uzviyettir.”[13]
Tasfiyecilerin dediği gibi, öteki Türk lehce ve şîvelerinden kelime almak da doğru değildir. Eski Türkçeden ayrıldıktan sonra “her biri ayrı bir tekâmül yolu tâkib eden” bu lehcelerin kelimeleri:
“İstanbul Türkçesinin güzelliğini bozmuş olur. Ancak, Türk medeniyeti târîhinin araştırılması sırasında, bu lehcelerden – ilim terimleri olarak – kelime girecektir. Bu sûretle girmelerinde de hiçbir mahzûr yoktur.”[14]
“İşlemeyen ekleri işlek hâle sokmak ve yeni terkîb usûlleri îcâd ederek, bunlar vâsıtasıyla yeni kelimeler yaratmak” bir hayvan veyâ bitkiye dışarıdan uzuv eklemeye benzer ki, mümkün değildir.
“Bununla berâber, arı dilcilerin bu aşırı devrimciliğini bir tarafa attıktan sonra da, edebiyâtda Osmanlı dilinden atılacak kelimelerin pek çok olduğunu görürüz. İlmî terimlerde de, hiç lüzûmları olmadığı hâlde, alınmış nice kelimelere rastladık. Meselâ, coşkunluk yerine cûşîş demek lâzım mı? Baş ağrısına sıdâ demeye hiç ihtiyaç var mı? Tıb sözlüğünü ele alalım: Kemiğe azm, başa re’s, dişe sin, sinire asab diyen bu sözlükte, dilimize girmesinde hiçbir ihtiyaç bulunmayan nice Arapça ve Farsça kelimeler vardır. Adale gibi, hüceyre gibi, protoplazma gibi Türkçede karşılığı bulunmayan kelimelerin başımızın üstünde yeri vardır. Dilimize yeni terimler getiren bu gibi yeni lâfızlara, millî sözlüğümüz açıktır. Fakat Türkçesi bulunan ve hiçbir husûsî mânâ ile ondan ayrılmayan müterâdif (aynı mânâya gelen) kelimeleri, artık dilimizden atmalıyız.”[15]
Gökalp, daha sonra Türkçeye yabancı dillerden girmiş kipler, edatlar ve tamlamalar üzerinde duruyor. Bu konuda Türkçülerin görüşü; kabûl edilen bir yabancı kelimeyle birlikte “ondan türemiş olan bütün lâfızların” alınmaması yolundadır:
“Meselâ, şu iştikak (türeme) kelimesini kabûl etmişiz diye, bunun müştak, müştakk-ı minh, müştakkât gibi sîga (kip)larını da kullanmamız lâzım gelmez. Gerçi, bâzen kitab, kitâbet, kâtib, mektub gibi aynı maddeden türemiş birçok kelimeleri dilimizde kullanmaktayız. Fakat. Bunların hepsi, eski sîga mânâlarını kaybetmiştir. Kitab lâfzı, mastar sîgası olduğu zaman, yazmak mânâsınadır. Kitab kelimesi, bu mânâda olarak dilimizde aslâ kullanılmamıştır. Kitab lâfzı bir kelime olduğu zaman, Fransızca livre kelimesinin karşılığıdır. İşte, Türkçede ancak bu mânâda kullanılmaktadır.
Bir kelimenin çoğul şekli de, kelime değil, sîgadır. Buna göre Arapça, Acemce çoğul sîgaları da dilimizde kullanılamaz. … O hâlde, dilimizde zâbit (subay)in çoğulu yalnız zâbitlerdir.”[16] “Ancak, dilimizde çoğul mânâsını kaybetmiş bâzı yabancı kelimeler (talebe, evlâd, amele gibi) vardır ki, sonlarına Türkçe çoğul edatı da almışlardır (talebeler, evlâdlar, ameleler gibi).
Aynı hüküm, edatlar için de verilebilir. Halk diline yerleşmiş, istisnâ sayılacak bâzı edatların dışında, Türkçenin başka dillerden edat almaya ihtiyâcı yoktur. Zâten, alacağımız edatların hepsinin Türkçede karşılıkları bulunmaktadır. Hem-derd: derddaş, hem-fikir:fikirdaş, tâcdâr: taçlı, dânişmend: dânişli, sitemkâr:sitemci gibi. Bunların, mutlakâ Türkçelerini kullanmak gerekir.
Bununla berâber; hükümdâr, hemşîre, perkâr (pergel) gibi kelimelerde; türetme yoluyla bulacağımız dâr, hem, kâr edatları, edatlıktan çıkmışlar, kelimelerin içinde erimişlerdir. Bunlar da, dil vicdânı bakımından, diğer isimler gibi donmuş kelimeler mâhiyetine girmişlerdir.”[17]
Artık, pek çok Türkçe kelimede, aslı Türkçe imiş gibi kullanılan bâzı yabancı edatlar (Farsça –î ve -hâne- gibi), “Türkçe edatlar arasına sokulursa, dilimiz zenginleşir.”[18]
Tamlamalarda (terkîbler) da, yabancı dillerden girmiş olanlara rağbet etmemeliyiz:
“Türkçede îzâfî ve tavsîfî terkîblerin her nev’i bulunduğu için, Arapça ve Farsça terkîblere hiçbir ihtiyaç yoktur.”
Osmanlı edîb ve âlimleri, yabancı tamlamaları ihtiyaç yüzünden değil, onları daha güzel bulduklarından almışlardır:
“Hâlbuki, hiçbir dile, objektif olarak, diğer dillerden daha güzeldir denemez. Her dilin, kendine mahsûs bir güzelliği vardır. Her millet, sübjektif olarak, kendi dilini daha güzel görür. Evet, Arapça güzel bir dildir, Farsça da güzel bir dildir. Fakat bu diller, en çok kendi milletlerine güzel görünür. Bizim için de en güzel görünen dil Türkçedir. Kelimelerin, sîgaların, edatların, terkîblerin güzelliği, kendi dillerine nisbetledir. Bunlar, ancak kendi dilleri içinde güzeldirler. Arapça bir kelime, Arapça bir cümle içinde güzel görünür. Bir kadının gâyet güzel olan gözlerini yâhut burnunu başka bir kadının sîmâsına naklediniz, bunları orada çirkin görürsünüz. Bunun gibi, dilin kelimeleri ve terkîbleri de, kendi cümleleri içinde ne kadar güzelse, başka dillerin cümleleri içinde de o kadar çirkindir.”[19]
Sonraki bölümde “Yeni Türkçenin Millîleştirilmesi ve İşlenmesi” üzerine teklîfler getiren Gökalp, dilimizde birçok kelimenin bulunmamasından şikâyet etmektedir:
“Türkçülüğün zuhûruna kadar, dilimizde açık ve mânâlı olarak felsefî bir makâle yazılamaması, edebiyâtda da Dünyâ şâheserlerinden hiçbirinin açık ve doğru tercümesinin yapılamaması, bu eksikliğin canlı delîlleridir.”[20]
Gökalp’a göre, bu eksik kelimeler iki kısımdır:
I- Millî tâbirler,
II- Milletlerarası kelimeler.
Birinci kısımdakiler, “dilimizin millî zenginliğini, güzellik hazînelerini teşkîl” eden, fakat henüz yazı dilimize girmemiş kelimelerdir:
“Bilhassa Dede Korkud Kitabı’ndan, bu bakımdan çok istifâde edebiliriz. Çünkü bu kitap, Oğuzların İlyada’sı mâhiyetindedir ve dili de Eski Oğuzcadır. Demek ki, bize mahsûs Türkçenin anasıdır. … Başka Türk lehceleri ile yapılacak mukâyeseler de, bize Türk şîvesinin birtakım müşterek husûsiyetlerini gösterebilir.”[21]
İkinci kısımda yer alan milletlerarası kelimelerin dilimizde vücûda gelmesi için tâkib edilecek en verimli yol:
“Batı dillerinde yazılmış bütün edebiyât şâheserleri ile ilmî ve felsefî monografilerin, yeni Türkçeye, birinci derecedeki üslûpçular vâsıtasıyla, büyük bir îtinâ ile tercüme edilmesidir.”[22]
Ziyâ Gökalp, bu tercüme sırasında karşılaşılacak yeni mefhûm ve mânâların, önce Türk yazı dilinde, orada yoksa, konuşma dilinde aranmasını, orada da yoksa Arapça ve Farsçadan terkîb hâlinde bulunmamak şartıyla alınmasını teklîf etmektedir:
“Bununla berâber, bâzı yabancı kelimeleri aynen kabûl etmemiz de lâzımdır.”
Bunlar; milletlere, devirlere, mesleklere âit husûsî hâlleri ifâde eden kelimelerle teknik ve sanâyie âit âlet, makine, eşyâ isimleridir.
Yabancı dillerden Türkçeye yazılacak sözlüklerde, her yabancı kelimenin, bir Türkçe kelimeyle karşılanması gerektiğini söyleyen Gökalp’a göre, bir dilin mükemmeliyeti:
“Her kelimesinin yalnız bir mânâya, her mânâsının da bir kelimeye mâlik olmasıyla vücûda gelir.”[23]
“Yeni Türkçe, ilkin, dilimizi lüzûmsuz Arapça ve Farsça tâbirlerle terkîblerden temizlemekle; ikinci olarak, ona, henüz varlıklarını bilmediğimiz millî tâbirleri ve ifâde tarzlarını; üçüncü olarak ise, henüz mâlik olmadığımız için yaratmaya mecbûr olduğumuz milletlerarası kelimeleri ilâve etmekle husûle gelecektir. Bu üç ameliyeden birincisine temizleme, ikincisine millîleştirme, üçüncüsüne işleme adlarını verebiliriz.”[24]
Ziyâ Gökalp’ın, çok büyük kısmı bugünün dil mes’elelerine ve münâkaşalarına ışık tutan bu görüşleri, her şeyden önce Türkçenin esas kaynağı olan, dile canlılığını veren halka yönelmesi bakımından önemlidir. Dili işleyen, ona uzviyet veren, Gökalp’ın deyişiyle “arının bal yapması” gibi, millî dile istiklâl ve hâkimiyet sağlayan Türk halkıdır. Dile verilecek istikaametin şaşmaz pusulası, halkın “bal yapışındaki” millî şuûrdur.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu “bal yapma” fiil ve hasletini, halk hikâyelerini millî kovanımıza koyarak ne güzel anlatır:
“Bir Köroğlu hikâyesi dinleyip veyâ okuyup da bir gün bu şaşırtıcı kahramânın ağzından konuşmayı istemeyecek kim vardır? Bütün Anadolu dağlarına, büyük geçitlerin üstüne sarkan kaya yığınlarına o sâhipdir. Her ormanlık dağ silsilesinde bir Çamlıbel vardır.
… Kızılırmak, Battal Gâzî’ye ithâf edilmiş gibidir. Onun deli ve coşkun, her aktığı yerde, türkülere bir gazâ hâtırâsı siner. … Kerem; kurdu, kuşu yalnızlığına arkadaş yapan dâü’s-sılası ile aramızda yaşamıyor mu? … Yırtık ve bîçâre heybesini sırtına vurmuş, büyük şoseden küçük dağ yoluna gözümüzün önünde sapıveren her yorgun yolcuda, Âşık Garîb’den, bu tâlihsiz refah avcısından bir parça bir şey yok mudur? …
Hakîkat şu ki, gerek içimizde ve gerek dışımızda her şey bizi onlara, bizi kendimize götürecek olan bu büyük yollara dâvet ediyor. Onlar, bu büyük gölgeler, insanlarımızın ve toprağımızın hakîkatini benimsemişler, bize:
Arı biziz, bal bizdedir!..
diye haykırıyorlar.”[25]
İşte Gökalp, dilimizin gelişmesi isteğiyle, bu haykırışa şuûrlu şekilde kulak veren ilk ses oldu. Bu ses, Cumhûriyet’in daha başında, Cumhûriyet inkılâblarının plân safhasında sunulmuş bir dil raporu hüviyetindedir. O raporun şiire aktarılmış hâli de, Gökalp imzâlıdır:
“Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize,
İstanbul konuşması
En sâf, en ince bize.
Lisânda sayılır öz,
Herkesin bildiği söz.
Mânâsı anlaşılan,
Lügâta atmadan göz.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız.
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı,
Müterâdif sözlerden
Türkçesini almalı.
Yeni sözler gerekse,
Bunda da uy herkese;
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.
Yap yaşayan Türkçeden,
Türkçeyi incitmeden.
Istanbul’un Türkçesi,
Zevkini olsun yeden.
Arapçaya meyletme,
İran’a da hiç gitme;
Tecvîdi halktan öğren,
Fasîhlerden işitme.
Gayn’lı sözler emmeyiz,
Çocuk değil, memeyiz!
Birkaç dil yok Tûrân’da,
Tek dilli bir kümeyiz.
Tûrân’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var,
‘Başka dil var’ … diyenin
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdânı bir,
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır,
Olmazsa lisânı bir.”[26]
DİPNOTLAR
[1] Ziyâ Gökalp’ın “Lisân Manzûmesi”nin ilk beyti
[2] Prof. Dr. Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, Bayrak Basım / Yayım / Dağıtım, İstanbul, 2013, s. 3
[3] “Yâ eyyühe’n-nâsü innâ halaknâküm min zekerin ve ünsâ ve ce’alnâküm şu’ûben ve kabâile lite’ârefû. İnne ekrameküm ‘ınde’llâhi etkâküm. İnne’llâhe ‘alîmün habîr.”– Hucûrât Sûresi, 12. âyet
[4] “Ve kâle fir’avne yâ eyyühe’l- meleü mâ ‘amilet leküm min ilâhin gayrî. Fe evkıdlî yâ hâmânü ‘ale’t-tîni fec’al lî sarhen le’allî ettali’u ilâ ilâhi mûsâ ve innî leezunuhü mine’l- kâzibîn.”– Kasas Sûresi, 38. âyet
[5] “Ve kâle Fir’avnü yâ hâmânü’bni lî sarhen le’allî eblugu’l- esbâb. / Esbâbe’s- semâvâti feettelı’a ilâ ilâhi mûsâ ve innî leezunnuhü kâzibe. Ve kezâlike züyyine lifir’avne sûü ‘amelihi ve sudde ‘ani’s- sebîl. Ve mâ keydü fir’avne illâ fî tebâb.”– Mü’min Sûresi, 36. ve 37. âyetler
[6] Prof. Dr. Ahmet Câferoğlu, Kâşgarlı Mahmut, İstanbul, 1970, s. 20- 21
[7] Prof. Dr. Ahmet Câferoğlu, Türk Dili Târîhi-I, İstanbul, 1970, s. 52
[8] Ziyâ Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Haz.: Prof Dr. Mehmet Kaplan ), İstanbul, 1970, s. VII (Mehmet Kaplan’ın giriş yazısı).
[9] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 113-115.
[10] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 116.
[11] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 116.
[12] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 120-121.
[13] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 123.
[14] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 124.
[15] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 125.
[16] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 128.
[17] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 128-129.
[18] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 130.
[19] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 131.
[20] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 133.
[21] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 133.
[22] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 133-134.
[23] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 137.
[24] Ziyâ Gökalp, a.g.e., s. 137-138.
[25] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (Haz.: Zeynep Kerman), İstanbul, 1969, s. 88-89.
[26] Ziyâ Gökalp, Yeni Hayat-Doğru Yol (Haz.: Müjgân Cunbur), Ankara, 1976, s. 17 (Lisân Manzûmesi).