Turgut GÜLER
“Keyif” kelimesi, bilhassa magazin dünyâsının kahramanlarına maymuncuk vazîfesi görüyor. Nice güzel kelimemiz, bu “entel” lisânında “keyif”e kurbân ediliyor. Neredeyse, insan vücûdundan ve beyninden sâdır olacak her türlü hareket ile bunlara yakıştırılacak sıfatların tamâmı “keyif” kelimesi ile karşılanıyor.
Bu “entel” takımı, okuduğu kitaptan “keyif al”ıyor, seyrettiği filmden “keyif al”ıyor, yediği yemekten “keyif al”ıyor, giydiği elbîseden “keyif al”ıyor, yaptığı işten veyâ icrâ ettiği meslekten “keyif al”ıyor, biriyle iş, hayat veyâ sokak arkadaşlığı yapmaktan “keyif al”ıyor. Daha da çoğaltılabilecek bu misâlleri, her Allah’ın günü duyuyor, görüyor ve okuyoruz.
“Keyif almak” kelime grubunun sâdece ikinci bölümünü, dilimizin imkânlarını yoklayarak değiştirmek bile, sözü kakavanlıktan kurtaracaktır.
Bir def’a, Türkçede “keyif almak” tâbiri yok. Aksine, “keyif vermek” var. “Zevk almak”, “hoşlanmak”, “haz almak (veyâ etmek)”, “beğenmek”, “tad almak”, “sevmek”, “takdîr etmek”, “medh etmek” vb. nice isim ve fiil, “keyif almak” tufeylîsine fedâ ediliyor.
Günümüz Türk edebiyâtının, estetik standardlara uzak kalışı, dilimizin “keyfinin kaçması”ndandır.
Bizim “entel” takımımız, bir türlü “entelektüel” olamadığı için, “keyif”in endâzesini bilemiyor. Fakat bunda, eğitim sistemimizin içine düştüğü çâre bulunmaz hâllerin de büyük rolü var.
“Terâvih”e “terafi”, “sahur”a “safir” diyen edebiyât ve Türkçe öğretmenlerimiz oldu.. Mesleği öğretmen, branşı da edebiyât, Türkçe olmasa, ağzından çıkanlara “halk söyleyişi” der, kurtulursunuz. Ama işin şekli de, rengi de insanı başka hüzün vâdilerine götürüyor.
Bu milletin Dünyâ bahçesindeki büyüklüğü, ağırlığı, târîhi ve coğrafyası kadar diliyle de temin edilmişti. Türkçe, en az askerî kudretimiz ölçüsünde bir fetih vâsıtası idi. Hem Asya, Avrupa ve Afrika’nın teşkîl ettiği “Eski Dünyâ”da; hem de Eski Dünyâlıların kurduğu “Yeni Dünyâ”da keskin ve bâriz izler bırakan Türkçe, bugünkü ağıt yakılacak hâle nasıl getirildi? Bunun, dışımızdaki mihrâklar tarafından projesi yapılmış bir dış plânı, bir de içimizdeki tembel, gâfil, câhil ve nihâyet hâin insanların dilinde karikatürleşen iç krokisi var.
Televizyonda, spor programına çıkarılan ve otorite (!) diye takdîm edilen eski futbolcu veyâ hakem:
“Haakem, raakibe bunu naasib etmedi…”
diyor.
Bunun arkasından gelecek spora mahsûs kelime katarına tahammül edebilir misiniz?
Servet-i Fünûn edebî ekolünün dili, konuşulan Türkçe değildi. “Hîç-i bî-hîç”, “nâ-kâfî”, “saat-i semen-fâm” gibi tamlamalarda günlük hayattan, hattâ mantıktan tamâmen kopan bu yazı lisânı, bu çığırın açıcısı olan Hâmid’e bile yabancı gelmişti. Zâten Tevfik Fikret’le Cenab Şehâbeddin’in bir-iki mısrâı dışında, bu edebiyâttan hatırda bir şey de kalmadı. Hâlide Edib’le Yâkup Kadri’nin romanlarını dahî sâdeleştirerek okuyan Türkiye, Servet-i Fünûn nesrini ve bu arada Hâlid Ziya’yı aslından okuyup anlayacak noktayı çok gerilerde bıraktı. Edebiyât târîhinde akademik çalışma yapacak olanlar, kronolojik sıra içinde, bu başlığı da ele alacaklar, o kadar.
Tamâmen içe kapanık ve halktan kopuk bir mecrâda gelişen bu edebî akımın temsîlcileri, memleketin çözüm bekleyen bunca mes’elesi, sıkıntısı varken; Yeni Zelânda’ya gitmek, orada yaşamak gibi hayâllerin peşine düşmüşlerdi.
Son yıllarda Türkiye’nin Sokak ve caddeleri, Servet-i Fünûn’a rahmet okutacak bir dil garâbetine büründü.
Türkçe, daha otuz sene öncesine kadar, hâlâ bir imparatorluk dili idi. Dilin vücûdunu saran asalak tarz ve edâ, mâşâallâh, onu tez zamânda bir klân lâkırdısı hâline soktu. Haşere ile mücâdele, maalesef kaybedildi.
Ana dilindeki millî titreyişlerini unutan bir millet; ekonomik, siyasî vb. konularda şirâzesi çıkmış kitap gibi eğrilir ve dağılır. Nitekim bu dağılışın ortaya koyduğu “acz manzaraları”nı resm-i geçid hâlinde seyretmekteyiz.