Nasıl Bir Türkiye İstiyorsunuz?

Dünyada değişen iktisadi, sosyal, kültürel, askeri nizam emperyal ülkelerin dünyaya hâkim olma arzusu ile birleşince özellikle gelişememekte olan ülkelerin sosyal dokuları ciddi şekilde sarsılmaktadır. Ortadoğu, Afrika, Kafkaslar, G. Amerika emperyal güçlerin insafına terk edilmiş durumdadır. Cereyan eden olaylar bir güç gösterisi olarak kabul edilirse gösterinin en önemli figürü enerji kaynaklarıdır. İşte bu karmaşa içinde Türkiye niçin yumruğunu masaya vuramamakta, denizlerindeki adaların işgaline seyirci kalmakta, kadim topraklardaki haklarını neden koruyamamaktadır? Dört bir yandan kuşatılmanın sebepleri arasında insani, İslami, ahlaki, hukuki, iktisadi ve askeri çöküş mü bulunmaktadır? Yoksa dış güçlerin işgal senaryoları mı vardır?

*****

Muhittin Ziya GÖZLER

 

2018 yılı itibariyle dünya GSYH’sı 84,7 trilyon dolar olup Türkiye’nin payı %1,7, ihracatın payı %1, (GSYH payı satın alma paritesine göre hesaplanmıştır, M. Eğilmez) enflasyon %20,30, işsizlik oranı %13,5 büyüme %2,6, üretim ekonomisinin uygulanmadığı, ithalatın son 16 yılda %500 arttığı, çiftçiye verilmesi gereken desteğin ithalata yani yabancı ülkelerin çiftçilerine verildiği adeta iğneden ipliğe her şeyin ithal edildiği, Türk parasının bir yıl içinde %46 değer kaybettiği, Nisan 2019 itibariyle açlık sınırının 2.107 TL, yoksulluk sınırının 6.863 TL olduğu, iftira ve kumpaslarla milletin göz bebeği olan Türk Ordusu’nun parçalandığı, yargının inisiyatif kullanma hürriyetinin askıya alındığı, ülkenin güneyinde, Suriye ve Irak’ta nelerin olacağının yıllardır belli olmadığı ve de 2018 İslami kriterlere uygunluk endeksinde 95. olan Türkiye’de bu duruma nasıl gelindi? Muhafazakâr bir toplum meydana getirme yolunda Cumhuriyet ilkelerinin ve Türk Töresi’nin unutturulmak istendiği ayan beyan ortadır. Bu meseleyi incelerken felsefe, bilim ve siyasetin ne olduğunu ve ne kadar etkili olduğuna kısaca değindikten sonra konuyu açmaya çalışalım.

Türkiye’nin meseleleriyle ilgilendiğimiz gençlik yıllarımızda bir bilge liderin şu düşüncelerini unutmak mümkün değildir. “…Türkiye toprakları yüz milyon insanı geçindirecek zenginliktedir… Hedefimiz Türkiye’yi aç hürler, tok esirler ülkesi yapmamaktır… Pahalı imar faaliyetlerine girişmek zararlıdır. Modern binalar, modern geçit ve yollar, bugünkü durumumuzun kaldıramayacağı yüklerdir, milyonlarca lira harcayarak yapılan meclis binaları, belediye sarayları yerine, üretimi artıracak motor fabrikaları ve ağır sanayiin kurulması için yapılacak yatırımları tercih etmek şarttır… Türkiye üzerinde gözü olmayan bir devlet varsa, o da henüz devlet olmamıştır.”

Son yirmi, yirmi beş yıldır dünyada özelliklede Ortadoğu’da cereyan eden olaylar Türkiye’yi siyasi, sosyal, kültürel ve iktisadi açıdan oldukça zor durumda bırakmıştır, bırakmaktadır. Bu zor durumu zorlaştıran bir konuda içerdeki terör olayları ve siyasi düşüncedeki yanlışlıklardır. Siyasi gerginlikler, tutarsızlıklar, yanlış iktisadi politikalar, devletin yeniden yapılandırılması çabaları, dış politika gerginlikleri Türkiye’nin dünyanın ileri demokratik ve ekonomik ülkeleri arasında yer almasını zorlaştırmaktadır. Bugün Türkiye’yi yönetmek isteyenlerin bu karmaşa ortamı içinde debelendikleri açıkça görülmektedir. Soru şudur: Bu kaotik yapı içinde kafalarınızı kumdan çıkardıktan sonra sizler Nasıl Bir Türkiye Hayal Ediyorsunuz? Daha açıkçası hayal edebiliyor musunuz?

Yaklaşık yedi bin yıldır hüküm süren Türk Milleti’nin dünyaya bakışı ile ilgili yani kültür dünyası ile ilgili gelişmeler konusunda ülkeyi yönetenlere ve de yönetmek isteyenlere kısa hatırlatmalar yaparak yazımıza başlayalım.21.yüzyılda en geri kalmış ülkelerin dahi büyük çabalar sarf ederek dünyada neler olup bittiğini anlamaya çalıştıklarını ve skolastik düşünceden uzak olma gayreti içinde olduklarını görmekteyiz. Öyle ki, bazı İslam ülkeleri bile ilerlemenin önünde durulamayacağını gördükleri içindir ki, sosyal ve kültürel olarak değişime ayak uydurmaya çalışmaktadırlar. Ancak önlerinde kendilerine örnek alacakları çağdaş liderler, fikirler, ülkeler ve medeniyetler göremedikleri için de doğrudan batının maddeci görüşlerine teslim olmaktadırlar. Toplumların felsefe, bilim ve siyaset alanındaki görüş ve önerileri medeniyetin geleceği konusundaki en önemli değerlerdir. Felsefe, Sokrates’e göre; “bilmediğini bilmek” F. Bacon’a göre “deney ve gözleme dayanan bilimsel veriler üzerine düşünmek” bilim ise Aristo’ya göre “bir nesneyi var eden sebebi bilmek”, Einstein’a göre de “neyin ne olduğunu tamamlamak”dır.

Peki, siyaset nedir? Siyaset, bir toplumu oluşturan bireylerin daha iyi yaşamalarını, korunmalarını, aralarındaki anlaşmazlıkları, çekişmeleri gidermek maksadıyla bir takım düzenlemeler yapıp bir kurallar bütününü ortaya koymak mıdır? F. Oppenheimer siyaseti “insanın kendi emeğine dayanması ve bu emeğin ürünlerini başkalarınınki ile eşit olarak değiştirmesine ekonomi, başkalarının ürününe karşılıksız olarak el koymasına da siyaset denilmektedir” şeklinde tanımlamaktadır. Y. Taşkın’ın Siyaset Nedir? Adlı makalesinden bir alıntı ile siyasetin çok eskilerden beri süre gelen bir mesele olduğunu bize göstermektedir. “Büyük İskender’in (M.Ö. 356-323) hükmettiği denizlerde korsanlık yapma cüretini gösteren birisini yakalayıp karşısına getirirler. İskender ona, neden korsanlık ediyorsun? diye sorar. Korsan, benim sadece bir gemim var, hırsızlık yaptığım. Oysa siz koca bir hırsız çetesine sahipsiniz! der. Bu hikâyeyi bize aktaran anlatıcıya göre, dünyevi bir etkinlik olarak devlet yönetimi veya siyaset, içinde ahlâki bir değer barındırmayan, çıkar odaklı bir etkinliktir (Siyaset Nedir?/ Y. Taşkın/İletişim Yay./1983).”Şimdi 21. Yüzyıl Türkiye’sinde devlet denilen güç vatandaşlarını yönlendirirken devlet yönetimi, devlet-vatandaş ilişkileri, sosyal adalet, din-siyaset ilişkileri, hukuk, milliyetçilik, halkçılık, iktisadi hayat ve dış ilişkiler konularında nasıl bir yol takip etmektedir? Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Son yıllarda ülkede insanlar arasında artan eşitsizliğin ve bölünmüşlüğün sebep ya da sebepleri nelerdir? Ya da bu eşitsizliğin kaynakları nelerdir? Adaletin gerektiği gibi sağlanamaması mı? Liyakate, doğruluğa ve ahlaki değerlere önem verilmemesi mi? İnançların baskı altına alınmaya çalışılması mı? İnsan hakları konusunda dikkatli davranılmaması mı? Milli gelirdeki adaletsizliğin giderek artması mı? İktisaden uygulanan politikaların yanlışlığı mı? Milli değerlerin göz ardı edilmesi mi? Dış ilişkilerdeki yanlışlıklar mı?

Attila bir kamp ateşi çevresinde ya da Etzelnburg’daki ahşap sarayında komutanları, askerleri ve Hun’larla yaptığı sohbetlerde zafere giden yolda Hun’ların ve liderlerinin zaferden sonra kaçınmaları gereken tutum ve davranışları anlatmaktadır. Sohbetlerindeki öğütlerinin ana fikri “Güç sahibi olan liderlerin değiştiğini, kuralları hiçe sayıp kendi çıkarlarını düşündüklerini ve daha da ileri giderek kendisinin ve çevresinin mali yönden güçlü olmasını engelleyen kuralları ortadan kaldırdıklarını, halkın parasını sorumsuzca harcadıklarını ve böyle liderlerin değersiz olduklarını ayrıca, iktidar mevkilerine kendi çocuk ve ailelerinden birileri getirilecekse bu kişilerin Hun’ların kabul edeceği yetenekli adaylar olmaları”şeklindedir. Tanrı’nın Kırbacı olarak tanınan Attila’nın şu iki sözü günümüzde lider olmaya çabalayanlar için birer düstur olmalıdır. “Hun’lar, kralınız olarak ben dahi her şeyi bilemeyebilirim. Bundan dolayı etrafımda devamlı akıllı komutanlarım ve danışmanlarım bulunmaktadır.” “Hun’lar, kötü bir lider olmaktansa iyi bir Hun olarak aranızda yaşamak daha asil bir davranıştır.” Türk’ün tarihini böylesine liderler, komutanlar, inanç adamları ve halka yol gösteren mürşidler, veliler, evliyalar, aydınlar, bilim adamları şekillendirmişler ve yedi bin yıllık tarihin oluşmasında değerli fikirler ileri sürmüşlerdir.

Ülkelerin yönetimleri bilindiği üzere halkın tercihlerine göre belirlenmektedir. Devlet yönetimine talip olanlar kurdukları siyasi organizasyonlarla demokratik yollardan yani halkın serbest iradesiyle iktidara gelirler ve devletin güçlü olması, halkın refah, huzur ve güvenlik içinde yaşamaları için çaba sarf ederler. Ama bu çabanın içinde bölerek, kırarak, dökerek, ayrıştırarak, mili benliği ve hürriyetleri tahrip ve yok ederek bir anlayış bulunmamalıdır. Diğer taraftan iktidara gelenlerin halka sundukları programların dışında olağan dışılık olmamalıdır. Demokratik ülkelerde ideolojik siyasi organizasyonlar dışında, çağdaş medeniyet seviyesini yakalamak için, demokrasiye inanmış partiler insan haklarına dayalı, sosyal sınıfların adil yaşadığı ve evrensel hukukun üstünlüğüne inanılan bir dünya görüşünü savunmalıdırlar. Ne var ki, bizim gibi gelişmekte sıkıntı çeken ülkelerde iktidara gelenlerin ya da gelmeye çalışanların programlarında yer alamayan gizli bahçelerinde bir ideolojik yaklaşım bulunmaktadır. Halk hareketi olarak ortaya atılan Komünizm, devleti her şeyin üzerinde olduğunu iddia eden Faşizm, dini koruyacağız diyerek Teokratik bir düzeni ülkeye getirmeye çalışmak ülkeleri ciddi şekilde sıkıntılara sokmaktadır. Aslında yapılması gereken bir ülkede yaşayan insanların hür, huzurlu, güvenli ve ekonomik açıdan eğilmeyen bir hayatı yaşayacak düzeni kurmaktır. Peki, Türkiye’de böyle bir düzen niçin kurulamadı?

Bu konu tarihçilerin ve sosyologların konusu olmakla beraber kısaca şu fikri beyan edebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’ndan önceki Türk Devlet’leri milletleşme yönünde Türk Töresi’nin kurallarına uygun hareket etmiş, bir burjuva sınıfının hâkimiyetinin olmadığı, kadınların hür bir ortamda aile düzeni kurdukları zamanın ileri seviyede görüşlere sahip devletlerini oluşturmuşlardır. Ancak Osmanlı ile birlikte millet kavramı yerini ümmete terk etmiş Müslim ve gayr-ı Müslimlerin bir arada yaşamalarını sağlayarak bir Osmanlı Ümmeti meydana getirmek siyasi bir sonuç olarak belirlenmiştir. Bu siyaset, Osmanlı’nın altı asırdan fazla bir süre saltanat dinciliği ile devleti idare etmesini ve de bu anlayış saltanatın dışındaki halkın fakir olma neticesini doğurmuştur. Cumhuriyet ile birlikte “Hâkimiyet Bilâ Kaydü Şart Milletindir” düşüncesi hâkim olmuş, bütün değerler yerli yerine oturmuş ve Türk Devleti muasır medeniyetler seviyesini yakalama uğraşı içine girmiştir.

Osmanlı’dan bize ahlaki güzelliklerin, inanç değerlerinin intikal etmediğini günümüzde çok açık bir şekilde görmekteyiz. Bir kaç örnekle anlatmaya çalışalım: “Ahmet Yesevî isteseydi, tekkesine armağan edilen nihayetsiz hediye ve nezirlerden faydalanarak Karun kadar zengin olabilirdi. Fakat o, her hakiki Müslüman gibi, Peygamber yolundan giderek elinin emeği ile geçinmek istiyor, Yesevî dergâhına bezledilen her şeyi muhtaçlara dağıtıyordu.” “… Yahya Efendinin en mümtaz hususiyetlerinden biri, halka aklının yettiği yerden hitap etmeyi bilmesidir. Çocukla çocuk olur, gemiciye denizin dilinden söyler, Hünkâra hünkârca kelam eder. Fakat aslına bakarsanız, söylediği hep birdir, hep odur (N. Araz/Anadolu Evliyaları).” Aziz Mahmud Hüdaî’den, Bayezid-i Bestamî’den, Mevlânâ’dan, Yunus Emre’den, Kız Evliya’dan, Sultan-ül Ulema’dan günümüze sadece kitap sayfalarında öğütlerinin kaldığını görmekteyiz. Yaradılışa inanların günümüzde geliştirdiği yeni inanç sistemi insanların günah işleme özgürlüğü üzerine mi kurulmuştur acaba? Anadolu’yu aydınlatanlara n’oldu?

Dünyada değişen iktisadi, sosyal, kültürel, askeri nizam emperyal ülkelerin dünyaya hâkim olma arzusu ile birleşince özellikle gelişememekte olan ülkelerin sosyal dokuları ciddi şekilde sarsılmaktadır. Ortadoğu, Afrika, Kafkaslar, G. Amerika emperyal güçlerin insafına terk edilmiş durumdadır. Cereyan eden olaylar bir güç gösterisi olarak kabul edilirse gösterinin en önemli figürü enerji kaynaklarıdır. İşte bu karmaşa içinde Türkiye niçin yumruğunu masaya vuramamakta, denizlerindeki adaların işgaline seyirci kalmakta, kadim topraklardaki haklarını neden koruyamamaktadır? Dört bir yandan kuşatılmanın sebepleri arasında insani, İslami, ahlaki, hukuki, iktisadi ve askeri çöküş mü bulunmaktadır? Yoksa dış güçlerin işgal senaryoları mı vardır?

Laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye uzun yıllardır kadim topraklardaki devletlerle sıcak ilişkiler kurmadığı için bölgede bir anda ortaya çıkan siyasi olaylar karşısında ilk anda oldukça zorlanmıştır. Zira Misak-ı Milli sınırları içinde kalmayı tercih eden Türkiye’nin bir anda Ortadoğu ülkelerine el uzatması mümkün olamamıştır. Ancak, 1990’ların başından itibaren sürdürülmeye başlatılan yeni siyaset ile Türkiye yüzünü kadim topraklara dönmüştür. Enerji krizleri ile ekonomik yönden sarsılmaya başlayan Türkiye, Ortadoğu ve Afrika’da petrol rezervlerinin %55,1’nin, doğalgaz rezervlerinin de %48’nin, üretim de ise petrolde %42,5’i, doğalgazda %24’ünün bu coğrafyada bulunduğunun ve de bu kaynaklarda payı olduğunun farkına varmıştır.

ABD ve Batılıların başlattığı Arap Baharının bu ülkelere demokrasi, insan hakları ve adalet getirmek olmadığı milyonlarca insanın katlinden sonra anlaşılmıştır. Türkiye’nin bu coğrafyada aşılamaz bir halde olması, emperyallerin hayallerinin önünde büyük bir engel olduğu için Türkiye’nin bu coğrafyada dört bir taraftan sarılarak her yönden sıkıştırılarak diz çöktürülmeye çalışılması görünen bir gerçektir. Türkiye’nin güneyinde bir Kürt Devleti kurulmak istenmesi hayali ABD’nin bölgeye tam hâkimiyeti bakımından önem arz etmektedir. Türkiye’nin Fırat Kalkan’ı ve Zeytin Dalı Harekâtlarına kendini korum refleksi olarak bakılması gerekir. Zira PKK, PYD, YPG ve IŞİD Türk Devleti tarafından tehlikeli terör örgütleri olarak görülmektedir. ABD bu örgütleri amiyane tabirle taşeron olarak kullanmaktadır. Ancak yapılan harekâtlar ve sonuçları daha detaylı olarak siyaset bilimciler tarafından bu sitede ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Dikkatle takip edilmesi ve öğrenilecek pek çok konunun ne durumda olduğunun bilinmesi bakımından önemlidir.

Dış politikada kanayan diğer bir yara da 2004 yılından beri Adalar Denizi’nde Türk Devleti’ne ait 18 ada ve 1 kayalığın Yunanistan tarafından işgali karşısında devletin sessiz kalmasıdır. Elden çıkan topraklar Türk Vatanı’na ait topraklardır. Bu konunun özellikle medya tarafından dile getirilmemesinin ve de bu suskunluğun sebebi nedir? Milletin ayağa kalkıp sesini yükseltmesi gerekirken hiçbir ses sada yok. Birkaç vatanseverin yazıp çizdiği uğraştığı bu konu en kısa zamanda işgal edilen adaların geri alınmasıyla düzeltilebilir. Böylece kırılan izzet-i nefsimiz de tamir olabilir. Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus yönetenlerin bu konudaki suskunluğudur. Bu adalar önemsiz midir? Sadece keçi mi otlatılmaktadır? Bu durumda Mete Han’ın kuru bir toprak parçası için gösterdiği tepkinin n’olduğunun öğrenilmesi gerekiyor.

Doğu Akdeniz gözün karartılması gereken yerdir. Türkiye hidrokarbon kaynaklarından uzak tutulduğu takdirde ne yapacaktır? Milyarca metre küp doğalgaz ve milyarlarca varil petrolün bulunduğu bu bölge Türkiye’nin MEB’si içinde yer aldığı halde Türkiye BMDHS gereği görevini şu ana kadar yapmamıştır (M.56-1- Münhasır ekonomik bölgede sahildar devletin aşağıdaki hak, yetki ve yükümlülükleri vardır: a) Deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yataklarında ve bunların toprak altında canlı ve cansız doğal kaynaklarını araştırılması, işletilmesi muhafazası ve yönetimi konuları ile; aynı şekilde sudan, akıntılardan ve rüzgarlardan enerji üretimi gibi, bölgenin ekonomik amaçlarla araştırılmasına ve işletilmesine yönelik diğer faaliyetlere ilişkin egemen haklar…).Türkiye körfeze sıkıştırılmadan önce zaman geçirmeden ABD, Yunanistan, GKRY, İsrail, Mısır ve Ürdün’ün karşısına dünya kamuoyu önünde bilimsel ve hukuki verilerle çıkmalı, sonuç alınmazsa gereken arama faaliyetlerine derhal başlamalıdır. Doğu Akdeniz’de yapılacak çalışmalar sonrası bugün için tahmin edilen rezervler ortaya çıkarıldığı (veya daha fazlası) takdirde yani, yaklaşık 20 trilyon m3 doğalgaz (570 Tcf, dünya rezervinin yaklaşık %10’u)ve tahminen 15-55 milyar varil petrolün (8 milyar ton, dünya rezervinin %3,5’i) paylaşımı konusunda bütün çabalar Türkiye’yi mümkün olduğu kadar bu kaynaklardan uzak tutmaktır.

Şayet Türkiye bu kaynaklardan faydalanmak istiyorsa, Kıbrıs konusunda Yunan ve Rum tarafının isteklerini ve de Ortadoğu coğrafyasında ABD’nin söylediklerini yapmaya mecburdur diplomasisini elinin tersiyle itmelidir. Netice itibariyle Doğu Akdeniz’de silahlanma, askeri anlaşmalar, yapılan askeri tatbikatlar (ki tatbikatlara İntikam, Salamis gibi isimler veriliyor), Akdeniz’i koruma ordusu kurulması ve Doğu Akdeniz gaz formunun ABD ve AB desteğini alması bütün bunların amacı Türkiye’yi bu enerji kaynaklarından uzak tutmak için verilen gözdağıdır. Doğu Akdeniz de ya sessiz kalacağız ya da savaşacağız. Başka çıkış yolu var mıdır?

Türkiye’nin ekonomik durumuyla ilgili olarak bu konuda ciddi makaleleriyle doğruyu gösteren değerli ekonomistlerin görüşlerine çok kısa cümlelerle yer vererek ekonomik görünümü onların kalemlerinden aktaralım. Aşağıdaki tablo Sayın Dr. M. Eğilmez’in Kendime Yazılar adlı makalelerinden alınmıştır. Tablo dikkatle incelendiğinde ekonominin durumu çok iyi anlaşılmaktadır. 9 Nisan 2019 tarihli yazısındaki ikazlar da Türkiye ekonomisine yön vermeye çalışanlar açısından çok önemlidir, dikkatle okunması gerekir.

tablo


Sayın Eğilmez’in 19 Mayıs 2019 tarihli yazısından küçük bir alıntı: “…Ekonominin küçüldüğü ama enflasyonun çok yüksek oranda kalmaya devam ettiği bir ortamda vergi gelirleri enflasyonu karşılayamayacak bir düzeye gerilemiş ve harcamalar enflasyondan hızlı artamaya devam etmişse bütçedeki sorun ciddidir.”
 

Prof .Dr. V. Ulusoy enflasyon için yazdıkları ne kadar anlaşılır değil mi? “1.Enflasyon vergidir. 2. Enflasyonun olduğundan az gösterilmesi diğer bir vergidir. İlki cebinizden para alır, ikincisi maaş zammını azaltır. İkili vurgun yersiniz.”

19 Mart 2019 tarihli yazısında Ulusoy’un yazdıklarında bir paragraf: “Gayri safi milli hâsılada olduğu gibi, 2018 yılının son iki çeyreğinde, sanayi üretimindeki küçülme, inşaat sektöründeki çöküş, tarım sektörünün sönen yapısı ve en son gelen işsizlik rakamlarının durumu bunu çok net gösteriyor. Geniş tanımıyla yüzde 19,3 işsizlik oranı ile 6 milyon 600 bin kişinin işsiz olduğu ülkemizde, artık tam anlamıyla yapışkan bir reel ekonomi krizi, hatta bir adım ötesinde olduğumuzu dillendirme zamanı geldi.”

Prof .Dr. E. Yeldan 8 Mayıs 2019 tarihli yazısındaki şu ifadeler ne kadar önemlidir. “Tüm ekonomik yorumcular tüketici tarafında gıda fiyatlarına odaklanmış iken, üretim maliyetlerinde gözlenen yüzde 60’a yakın artış, enflasyonun aslında sadece “parasal” bir meseleden ibaret olmadığını ve ulusal ekonomideki yapısal dengesizliğin doğrudan bir tezahürü olarak değerlendirmek gerektiğini göstermektedir.”

Sayın Yeldan 10 Nisan 2019 tarihli yazısının son bölümünde şunları ifade etmektedir: “Bunun ötesinde liyakat ve özerklik ilkelerinin terk edildiği, siyasi sitemin ve düzenleyici kurumların demokratik hesap verilebilirliğinin tahrip edildiği bir ülkede ekonomik istikrarın ne fiyat istikrarını sağlamak için sıkı para duruşuyla, ne de mali disiplin aracılığıyla sağlanabileceği açıktır. Yapısal reformların ve gerek enflasyon, gerekse milli gelirin daralması, işsizliğin yükselmesi ya da döviz kurlarının aşırı oynaklığı biçiminde tezahür eden ekonomik kriz ile mücadelenin olmazsa olmaz ön koşulu hukukun üstünlüğünün ve güçler ayrılığı ilkesine dayalı demokrasinin sağlanmasıdır. Hemen tüm gelişmekte olan ekonomilerde derinleşen demokrasi açığı konusunda ise yerel ve uluslararası sermaye ve ilgili kuruşlar sessiz kalmakta. Acaba neden bu sessizlik?”

Bugün Türk halkının ciddi ekonomik, sosyal ve kültürel sıkıntılar yaşadığı inkâr edilemez bir gerçektir. Sayın Eğilmez’in 2 Nisan 2019 tarihli makalesindeki şu ifadelerini gerçekten derin bir mana vererek düşünmek gerekir:”…Ekonomi politikası mesela her ülkenin kendi koşullarına göre farklı uygulanması gereken yaklaşımlar içeriyor. Örneğin para basıp dağıtsanız Türkiye’de anında harcamaya dönüşür ve enflasyonu azdırma pahasına da olsa ekonomiyi canlandırıcı etki yaratabilirsiniz.”

Prof. Dr. M.ÖZ’ ün Türk Yurdu (Kasım 2018/S.375) Türk kimliği ile ilgili makalesindeki şu cümleler bizlere bir çarpıklığı açıkça göstermektedir. “Eğitim siyasetimizde, millî hedeflerimizle zamanın ruhu arasındaki ahenk ve uyumu tutturmak esas olmalıdır. Partilerin farklı programları bir yana, ülkeyi 15 yıldır yöneten bir siyasi partinin farklı bakanları dahi eğitimi sil baştan ele almaya giriştiler. Bu mesele, ideolojik ve siyasi hesaplaşmaların girdabında çabalamak yerine geçmişten geleceğe bir ufukla değerlendirilmelidir… İnsanların din ve vicdan hürriyetlerinin kâmil manada sağlanması elbette devletin görevidir. Ancak toplumsal ve tarihî gerçeklerimizle bağdaşmayan bir takım “liberal” telakkilerle çok-hukukluluk gibi fantezilere itibar edilmemelidir. Cumhuriyet’in, hangi tarihî tecrübelerden ders alınarak kurulduğunu hâlâ anlayamayanlar var. Aşırılıkların törpülenmesi, kendi medeniyet değerlerimizin süzgeçten geçirilerek gelenekten geleceğe taşınması çok önemlidir.” 

H. S. Tanrıöver Halkçılık için şu fikirleri ileri sürmüştür: “Milletlerin hakiki serveti halkın zengin olmasiyle, refaha varmasiyle temin olunabilir. Ufak bir sınıfın serveti, hiçbir şey ifade etmez. Bu bir kuvvet değildir. Münevver zümre, ihtilâller hangi davayı ortaya atarsa atsın, halkı çıplak, aç ve hasta gördükçe müsterih bir kalble memleketin üzerinde dolaşabilir mi, iş görebilir mi? Milli iktisadın hedefi, büyük kütlenin, kalabalığın refahıdır.”

Türkiye’yi yöneten ve yönetmek isteyenlere bir kez daha hatırlatalım:”  Türkiye üzerinde gözü olmayan bir devlet varsa, o da henüz devlet olmamıştır.”

Sonuç itibariyle; Sultan 2.Murat Han’ın söylediği gibi: “Padişahlar ellerinde terazi tutmuş kimselere benzerler. Asıl padişah odur ki, elindeki teraziyi doğru tuta.”

———————————————

Kaynak:

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/nasil-bir-turkiye-istiyorsunuz

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen