Sâliha MALHUN
Muhammed İslâmoğlu; nâm-ı diğer “Muhammed Amca”.
1948 yılında, şimdi Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak da bildiğimiz Huber Köşkü’nde dünyâya geliyor. Asıl adı Uğur Şarman. Babası dolar milyoneri bir fabrikatör. Çocukluğu Sâgıp Sabancılarla komşuluk ettikleri bu muhitte geçiyor. İyi bir eğitim alıyor. Liseyi TED Koleji’nde, üniversiteyi ise Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde okuyan Muhammed Amcamız iyi derecede Arapça, İngilizce ve Almanca biliyor. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları servet içinde yüzerken bir gün bir rü’yâ görüyor ve kendisine:
– “Dağa çık, çile çekme vaktin geldi” deniyor.
Hîra’ya çekilir gibi iki sene dağlarda yaşayıp dünyâdan elini eteğini çekiyor. Derken yine bir rü’yâ. Bu defâ da:
– “Sütlüce’de âlim bir zâtın mezârı var. Git! Orada türbedârlık yap. Yeni çile yerin orası” deniyor.
Muhammed Amca yirmi beş sene türbedârlığını yaptığı Sinâneddîn-i Yûsuf Sîneçâk Hazretleri’nin türbesini her türlü tecâvüzden ve yıkımdan koruyor. Mücâdelesi yazılsa kalın bir roman olur. Tâ ki Elif Efendi Dergâhı restore edilene kadar bu çileli vazîfesi devâm ediyor. Tekke’nin restore işlerinde bizzât kendisi de çalışıyor. Tekke ayağa kalkınca Ramazan Dinç Hocaefendi bu sırlı insân güzeline tekkenin en güzel odasını tahsîs ediyor. Hattâ kendisine bu vesîle ile maaş da bağlatıyor.
Muhammed Amca’nın varlığı ve ihtişâmlı bir hayâtı terk edip ıssız bir türbenin türbedârlığını yapmasına bir anlam veremeyen ve başına gelebilecek tehlikelerden endîşe eden âilesi mütemâdiyen onu eve döndürmeye çalışıyor; fakat nâfile. Muhammed Amca’nın hikâyesini duyanlar, onun niçin bu yolu tuttuğunu anlamakta zorlanmışlar hep. Neden bunu yapmış? Niçin serveti bırakıp kimsesizliğin ve yokluğun, yoksulluğun yurduna kendini hapsetmiş? Rü’yâ nedir? Sinâneddîn-i Yûsuf Sîneçâk Hazretleri de kimdir? Zâhir gözüyle bütün bunları anlaması zor insânın.
Ben de geç tanıdım onu. Üçlerin, yedilerin, kırkların ismini sâdece tasavvuf kitâblarında okuyup onlardan bir koku alabilmek, izini bulsa yüzünü ayak tozuna sürmeye cân atan ben nasıl da mahrum kalmışım. Nasıl da yolum kesişmemiş, bilmemişim, buluşmamışım bu dünyâ güzeliyle. Elif Efendi Dergâhı hakkında yapacağımız belgesel çalışması sebebiyle dergâhın üç defâ silinip dirilmiş garîb târîhini hummâlı bir şekilde araştırmaya dalmışken birdenbire karşıma çıktı internette. Hikâyesini okuyunca şok oldum. Elim ayağım boşaldı, o ândan i’tibâren tek bir kelime yazamadım tekkeye dâir.
Günlerdir içimde o garîb hüzün. Onu tanıyamamanın da ötesinde, taşıdığı sırra hîçbir zamân vâkıf olamamanın verdiği iç sıkıntısı. Önüne bir açıklama konulmazsa anlayamaz insân. Bütün sebeb sâdece bir rü’yâ. Neden bir rü’yâ? Kendimi onun yerine koydum günlerce. Tut ki böyle bir rü’yâ gördüm. Peki, amacım ne? Neden buradayım? Ve niçin ben? Bütün bu soruların cevâbını bilmeden bir meçhûle atılmak kolay bir iş mi?
Muhammed Amca’nın bu suâlleri kendine sorduğunu hîç zannetmiyorum. Çünkü türbedârlıktan önce inzivâya çekildiği Hîra’sında o güne dek kendisine ezberletilen ne varsa kusturulmuş ve âdeme öğretilen eşyânın bilgisi verilmiş olmalı kendisine. İnsânı, eşyâyı ve kâinâtı yeni baştan okumuş Muhammed Amca. Kâinâtı kendinde seyretmiş. Türbedârlık vazîfesi gelince bu defâ şehre inmiş ve insâna çevirmiş yüzünü, insânda kâinâtı tefsîr etmiş. Biz soru çengelinde asılı kalalım, o hîçbir vakit düşünmemiş bile. Muhammed Amca dünyâya tutunan bir adam değil, ancak tutulan biri. Kimilerine göre bir meczûb. Fakat kime, neye? Karşı konulamaz, engel olunamaz bu cezbenin, sürüklenişin kaynağı nerden?
Günlerdir fotoğraflarına bakıyorum ve bütün ömrünün sürüklendiği o çile rûzgârında, o yoksul kıyâfetler içinde, yokluğun ve garîbliğin yurdunda, bir meçhûlün ortasında nasıl da ayakta kaldığına şaşıyorum. Üstelik pişmanlıktan hiçbir emâre taşımayan o mutmain çehre. Buradaki görev bitse bir diğerine. Hîç bitmeyecek bir seyr, dâimâ bir yerden bir yere. Tâ ki son nefesini verene dek bu iştiyâkla nefes almak, savrulmak, kavrulmak ve gitmek.
Üftâde Tekkesi’nde vukû’ bulan sırla aynı sır aslında. Varlığında ölüp yeniden dirilmek. Şân, şöhret, isim, etiket ne varsa isimlerden ve resimlerden geçip vahdâniyette yok olmak. Bu dünyâdaki ikinci ve asıl doğuş yâ’ni diriliş.
Tuhaf! Gazeteler ve dergiler onunla ilgili soruları bulmaya çalışmış hep hattâ toplum ve insanlar da. Oysa onun seyrindeki irâdeyi merâk etmemiş. Âşkın, seyrin, ölmenin, dirilmenin dahî tekrâr tekrâr ölme ve dirilmenin ardındaki aklı hîç sezmemiş. Hep sonuca bakmış, nedenini hîç sormamış, soru sormayı unutmuş. Dahası soruyu unutmuş.
Bu yüzden Muhammed Amca nedensizlik çölünde amacının ne olduğu aslâ bilinmeyen ve anlamsızca bakılan bir âdem olarak yaşamış. Sokak çocuklarına dost olmuş ve onları içki, kumar ve uyuşturucu gibi belâlardan korumuş. Eline geçen parayı onlara vermiş. Ondan ne öğrenmek istiyorlarsa onu vermiş. Bilgi isteyene ders vermiş, dil öğretmiş. Ara sıra hikmet dilenenler de olmuş, onlara da nasîbince bir şeyler söylemiş.
Muhammed Amca bir mâ’nâ eri. Keşifle değil, anlamla ve anlamayla erişilecek bir menzil. Eksiğimiz bu sanırım. Biz anlamıyoruz. Anlayamıyoruz. Karşımızdakinden çok kendiliğimizden yoksunuz. Oysa bir insânı, eşyâyı yâhut hâdiseyi anlamak, onu moleküllerine ayırıp yeniden birleştirmek ve bir nev’î yeniden kendimizde i’mâr etmekle aynı değil mi?
Düştüğümüz bu dünyâ çölünde bütün bilgiler kodlarımıza yüklenmişken, dünyâda başkalarınca çizilmiş kalıplar içinden o bilgileri güncellemek, kendimizi aktif hâle getirmek ve fabrika ayarlarımıza yâ’ni özümüze dönmek ne de zor. Evet! Günlerdir Muhammed Amca’nın fotoğraflarına bakıyor ve içimdeki ta’rîfsiz hüznü, o iç ağrısını, o nedensizliği anlamaya çalışıyorum. Ona baktığımda ona değil, kendime dâir sorularımın olmadığını; olsa da çoktan kaybettiğimi anlıyorum. Ona bakarken kayboluyorum sanki. Özümde taşıdığım sırdan bîhaber, aramadığım; kimsenin de beni aramadığı bir yerdeyim. Ona bakarken kendimi bir hîçlik çölünde, kum fırtınasında ve sisli bir denizin ortasında görüyorum. Onu değil, kendimi tanımlayamıyorum.
Muhammed Amca’nın yüzü, benim kaybolduğum yer. Çift yönlü bir ayna gibi baktığı yönden madde çöküyor ve o yıkıntının içinde, varla yok arası bir ışık içinde beliriyorum. Yûsuf Sîneçâk Hazretleri’ni yıkıntılar içinde bekleyen sanki o değil de benim. Buradan baktığımda kişiliğim tanımsız bir elbiseden ibâret. Kendimi bu yıkıntıda görmek ve tanımak için öylesine ve ölesiye muhtâcım ki bir dost nefesine; buğulu da olsa, fotoğraf da olsa bir aynaya.
Mâ’nâsı önünde beklediğim Sîneçâk Yûsuf Baba Urûm ili Yenicesi’nden gelmiş, aslen nerede doğmuş bilinmez. İbrâhîm Gülşenî Hazretleri’nin terbiyesi ile ermiş bu yola. O da aşk ve cezbe ehli tarafından çekilmiş hep bir yerden bir yere. Anlaşılmamış çoğunlukla, hırpalanmış, iftirâya uğramış. Sonunda İstânbul Sütlüce’ye gelip yerleşmiş. Dergâh kurup insanları irşâd etmeye başlamış. Tasavvuftaki yüksek derecesi sarâya kadar ulaşınca pâdişâh Kânûnî Sultân Süleymân Hân onu tanımak dilemiş; fakat gönül sultânının dünyâ sarâyında işi ne? Kaç defâ dâ’vet edilmişse de kabûl etmemiş. Şu hâlde:
– “O gelmezse biz gideriz” demiş pâdişâh ve erkânıyla yola koyulmuş.
Bunu haber alan Sîneçak Yûsuf Baba:
– “Söyleyin pâdişâha, gelmesin!” demiş. Fakat koskoca pâdişâh yoldan, kapıdan çevrilir mi? Yalvarıp yakarmış dervîşler.
Sîneçâk Yûsuf Baba anlamış bundan kaçış yok:
– “Şu hâlde o gelirse biz gideriz” demiş ve tebessüm ederek yerinden kalkmış.
Dervîş hücrelerinden birisine girerek cübbesinin geniş tarafını başına doğru çekip yere uzanıvermiş. Pâdişâh ve berâberindekiler dergâha geldiklerinde Sîneçâk Yûsuf Baba’yı yere uzanmış, cübbesini de yüzüne örtmüş olarak görünce şaşırmışlar. Yüzünü açıp baktıklarında vefât etmiş olduğunu ancak anlamışlar. Kânûnî Sultân Süleymân Hân, bu olanlar üzerine Sîneçâk Yûsuf Baba’nın dergâhından mahzûn ve üzüntülü olarak ayrılmış.
Kânûnî Sultân Süleymân Hân’a yüzünü göstermeyen Sîneçâk Baba, ne bulmuş da Huber Köşkü’ndeki Muhammed Amca’yı çağırmış yüzyıllar sonra toprağına. Sînesine basmış yirmi beş sene, yoğurmuş. Ona verilen isim ve belletilen kişiliğin ötesine; dahası ben olarak bildiği benliğinin, bilincinin ötesine nasıl sıçramış?
Bir serveti kaybetme hikâyesi değil Muhammed Amca. Zamân duvarında kaybolmuşluğun ve kaybolmuşların hikâyesi. Hızır’a ayarlı hem de. Mûsâ gibi Tûr’da gördüğü ışığa koşmanın hikâyesi. Seçenlerin değil, seçilenlerin ve boynundan tutulup çekilenlerin hikâyesi.
Muhammed Amca’ya baktığımda içimde ışıyan belli belirsiz o ışığı hissediyorum. Bir yol hatırlıyorum. Yolu hatırlıyorum. Ancak bu yol sisli ve karanlık. Belki bir deniz burası. Bilincimin içinde yedi deryâ ve ben körüm muhtâcım. Kendimi ve yolumu bulmak için özüme yansıyacak fenere muhtâcım.
Muhammed Amca’ya baktığımda dünyâ sultânlığı sarâyında doğan bir nasîblinin nasıl da gönül sultânlığı sarâyına bende edildiğini görüyorum. Bir türbe değil, sâdece bir mâkâm burası. Özünü yansıttığı bir deniz feneri. Bu mâkâma dünyâ libâsından sıyrılıp uryân girilir. İhtiyârı o mâkâmın sâhibine vermenin, kendinde yok olmanın huzûru; kimsiz, kimliksiz ve yalnız.
O mâkâm birliğin sırrına erenlerindir. Muhammed Amca’nın fotoğrafına bakanların içinde duyduğu hüzün ve garîb sızı bundandır. Yolun değil, yolculuğun sırrı. Arayanların değil, arananların. Bulanların değil, bulunanların. Sanırım ben de bu çileli dünyâ çölünde bulunmak isteyenlerdenim. Çok isterdim onun gibi olmak. Ölmeden evvel ölmek ve bu dünyâ çölündeki sonumu bir ân önce görmek. Aşkla savrularak, pervâneler gibi yanarak ve son nefeste o muhteşem tebessümle uçmağa varmak. O nasıl bir vuslat ânıdır ki acısız, ızdırâbsız, sonsuz. Bir bal şerbetini içer gibi Hakk’a varılır. Muhammed Amca mahâlleli, çok sevdiği gençler ve kedisi Fettâne ile vedalaşıp:
– ” Ben üç gün sonra gideceğim, beni tekkenin bahçesine gömün” dedikten sonra üç gün sonra uçmağa varmış.
Ne diyeyim. Artık sözün bittiği yerdeyim. Allah sırrını mukaddes kılsın Muhammed Amca. Mekânın ebedî ‘ADN’ cenneti olsun.