Cemal KURNAZ
Ömrüm boyunca İhsan Doğramacı’ya hep saygı duydum. Onun kurduğu bir üniversitede, Hacettepe’de okudum. Hacettepe’nin kuruluşu ve inşası aşamasında onun gece gündüz nasıl çalıştığına dair bir sürü menakıp dinledim. Bakanlar Kurulu kararı çıkarabilmek için Mecliste milletvekillerini tek tek ziyaret edip kulis faaliyetinde bulunduğunu; inşaatı tamamlamak için üç vardiya işçi çalıştırdığını; gecenin bir yarısı veya sabaha karşı inşaata gelip çalışmaları denetlediğini anlattılar.
Sonra Bilkent Üniversitesini kurdu.
YÖK Başkanı olunca üniversitelere Erol Güngör gibi bazı milliyetçi ilim adamlarını da yönetici olarak atadı. Sol kamuoyunun hedef tahtası haline geldi. Acımasız eleştiriler yapıldı. Bunlar içinde belki de en zarifi şuydu: “Kimine ihsan, kimine doğramacı.”
Ben de katıldığım için biliyorum, Hacettepe’de İhsan Doğramacı Vakfı bölüm birincilerine plaket ve para ödülü verir. Günümüzde birçok ödülün kuru bir “aferin”den ibaret olduğu düşünülürse, okulu yeni bitirmiş, henüz bir işe başlamamış olan gençler için bunun ne kadar anlamlı olduğu anlaşılır.
Herhalde her fani gibi onun da kusurları vardır. Ama Türkiye’ye iki üniversite armağan etmiş olması, onun diğer kusurlarını örter diye düşünürüm.
***
Tarihi tam hatırlamıyorum. Henüz Hacettepe’den Gazi’ye geçmediğime göre 1986 öncesi olmalı. Bir Hocam, “Doğramacı’nın annesi vefat etmiş, cenazesi Maltepe’den kalkacakmış, haydi biz de gidelim” dedi. Ben şaşırdım. Biraz da çekindiğim için, “Ne işimiz var? Neyimiz olur?” dedim.
Aslında şimdi düşünüyorum da gitmemiz uygun olabilirdi. Evet, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’yı tanımıyorduk ama kardeşi Emel Doğramacı dekanımızdı.
Şükrü Elçin Hocam, bölüm birincimiz diye görüşerek ondan benim için kadro almıştı. Göreve başladıktan sonra da iyi ilişkilerimiz oldu. Nikâh şahidimizin biri Şükrü Hoca, diğeri Emel Hanımdı. Hocam yaş haddinden emekli olunca tek profesör olarak Talat Tekin Bölüm Başkanı oldu. Bizi karşı dünyanın insanı olarak gördüğünden tavır aldı. Ensemizde boza pişirdi. Diğer hocalara diş geçiremeyince, bütün otoritesini bizim üzerimizde göstermeye kalktı. Oysa asistan hocasına ne yapabilir? Ferit Kam’ın dediği gibi, sen git kendi akranınla cilveleş.
O günlerde Muallim Naci’nin Osmanlı Şairleri üzerinde çalışıyorum. Mecmua-i Muallim’den aldığım birkaç sayfanın fotokopisi iyi çıkmamış. Milli Kütüphane’ye gitmem gerek. O gün Talat Bey biraz gecikti. Saat 10 gibi, Sekreter Hanıma, servisle Milli Kütüphane’ye gidip hemen döneceğimi söyledim. Bir saat içinde döndüm. Baktım Hoca gelmiş. Elimde fotokopiler, çekinerek odasına girdim. “Efendim, Sekreter Hanıma size arz etmesini söylemiştim; Milli Kütüphane’ye gidip Mecmua-i Muallim’den birkaç sayfa fotokopi çektirip geldim.” dedim. Beni şaşırtan bir babacanlıkla gülerek, “Aferin, çalış, çalış…” dedi. Nasıl rahatladığımı anlatamam. Çok mutlu oldum. Bize anlatılan Talat Bey bu mu? Orhun Türkçesinin Grameri’ni yazan büyük âlim! Ona haksızlık yaptığımı düşündüm.
Bir hafta sonra işin aslı anlaşıldı. Meğerse Hoca o gün gelir gelmez sekretere beni sormuş, durumu öğrenince Dekanlığa bir şikâyet yazısı yazmış. Şükrü Hoca, emekli olunca bizleri Emel Hanıma emanet ettiği ve çocukları ezdirme dediği için, (belki başka gerekçelerle) o da çok sert ve incitici bir cevap yazmış:
“Müteaddit defalar aramalarımızda siz de yerinizde bulunamamışsınızdır; Milli Kütüphane’ye gitmek için izin almak gerekmez. Bilgilerinizi rica ederim.”
Emel Hanım’la böyle bir hukukumuz var.
***
Neyse, Hocamın ısrarıyla cenaze namazına gittik. Maltepe Camii’nin avlusu ağzına kadar dolu. Mübalağa etmeyeyim ama neredeyse bütün öğretim üyeleri, profesörler orada. Doğramacı’nın elini tazimle sıkıp başsağlığı diliyorlar, sonra da görevlerini yapmış insanların rahatlığıyla geri geri gidip diziliyorlar. İşte iktidarın cazibesi bu. Doğramacının gözüne girmek isteyenler, yöneticilik bekleyenler hep orada. Böyle bir fırsatı kim kaçırır?
Hocam nereye kayboldu hatırlamıyorum. Ben mahcup bir köy çocuğu olarak bir köşede olanları izlemekteyim.
Derken tabut avlu kapısında göründü. Kalabalıkta bir dalgalanma oldu, profesörler kapıya doğru depara kalktı. Tabutu büyük bir şevkle omuzlayarak eller üstünde musallaya taşıdılar. Sonra yine görevini yapmış insanların mutluluğuyla Doğramacı’nın karşısındaki yerlerine döndüler.
Biraz sonra avlu kapısında bir tabut daha göründü. Kim bilir hangi garibanın cenazesi? Onunla kimse ilgilenmedi. Bir köy çocuğu olarak gönlüm razı olmadı, tabuta omuz verdim; diğer dört kişiyle birlikte zar zor musallaya taşıdık. Tabutu koyarken baktım, baş kısmında “Bilmem kim Doğramacı” yazıyor. Adını unutmuşum.
Demek Doğramacı’nın annesi bu? Demek ihlâslı bir hanım olmalı ki, bu riyakâr topluluğun eli onun tabutuna değmedi. Diğer gariban her kim idiyse, son yolculuğuna profesörlerin coşkulu elleri üzerinde çıkmış oldu.
***
Biraz sonra öğle ezanı okundu. Ulemâ yerinden kıpırdamadı. Ben vakti edâ edeyim diye sessizce içeri girdim. Baktım az ilerimde Ankara Üniversitesi rektörü Tarık Somer. O yıllarda üniversite hocalarının, yöneticilerin camiye gitmesi pek alışılmış değildi. Etrafıma dikkatle bakınca en ön safta İhsan Doğramacı’nın da namaz kıldığını görmeyeyim mi? Adam annesini kaybetmiş, kim bilir hangi duygu yoğunluğu içinde, vakit namazını da kılmayı arzu etmiş olmalı.
Öyle ama bu işte bir tuhaflık var. Doğramacı’da bel fıtığı olduğu için eğilip doğrulurken, oturup kalkarken zorlanıyor. Olsun! O, bir şekilde namazı tamamlamaya azm ü cezm ü kast eylemiş. İki yanında, altmış yaşlarında, Arap tipli, şişmanca iki kişi de namaza durmuş. Herhalde yakınları olmalı. Doğramacı yerden doğrulmaya çalışırken, bunlar namazlarını bırakıyorlar, onu iki yanından tutup kaldırıyorlar; sonra hiç bir şey olmamış gibi namazlarına devam ediyorlar. Namazlarını bu minval üzere tamamladılar.
Benim namaz ne oldu bilmiyorum.
Sayın Cemal Kurnaz Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi. Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü. Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Anabilim Dalı. Öğr. Üyesidir.