Maturîdî’de İrade Hürriyeti[i]
Ekrem ÖZDEMİR
İnsanda akıl, irade ve içgüdü gibi üç melekenin varlığını kabul eden Eflatun’un da içinde yer aldığı ilkçağ filozoflarından itibaren hürriyet konusu ve irade hürriyeti hem felsefî, hem de psikolojik olarak tartışılmış ve yeni fikir akımları doğrultusunda halen tartışılmakta olan bir konudur. Bu konuda kesin ve genel bir sonuca varmanın; hem terminoloji problemi hem de bilimsel araştırma yetersizliği gibi nedenlerden ötürü bazı zorlukları mevcuttur.[1]
İnsan, hareket ve davranışlarında tamamen hür müdür? Yoksa kudreti elinde bulunduran sadece Allah mıdır? Bu durumda insanın sorumluluğu nasıl izah edilir? İnsan yaşamında güçlü bir belirleyici olan kader konusu, İslam düşünce tarihinin üzerinde en çok tartıştığı konulardan biridir. Buna paralel olarak kader konusunun açılımını sağlayan bazı yardımcı konular da tartışmanın önemli unsurlarındandır: insan hürriyeti, insanın sorumluluğu, Allah’ın her şeyi bilmesi, Allah’ın ulûhiyeti, Allah’ın adaleti vb. özellikle hicrî II. asrın sonlarında başlayıp VII. VIII. ve X. asırlarda zirveye ulaşan fikir münakaşaları, İslam düşünce tarihine zenginlik katmıştır. Fikir farklılığının nedenleri bazen bölgelere göre değişirken, bazen toplumsal ihtiyaçlar ve başka medeniyetlerle etkileşim de önemli rol oynamıştır.
İslam tarihinde ilk ihtilaflar
Sahabe döneminin sonlarına doğru (daha sonra Mutezile isminin alan) Kaderiyye’nin[2] zuhur etmesi ve Mabed el-Cühenî’nin kader konusunu gündeme getirmesiyle akaid sahasında ilk ihtilaflar başlamıştır.[3] Bu ilk ihtilaflar arasında irade hürriyeti tartışmalarının başlamasına sebep olan konular Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Cemel Vakası ve Sıffîn Savaşı, yani iç savaşlardır. Bu iç savaşlar, o güne kadar müşrikler ve kâfirlere karşı yekvücut olarak mücadele eden Müslümanlar’ın ilk kez kendi aralarındaki ihtilaf sonucu kavga ettiği ve kan döktüğü olaylardır. Öldüren de öldürülen de Müslüman olunca, büyük günah kategorisine giren bu meselenin hükmü tartışılmış, bir fiili işlerken insanın özgür olup olmadığı, kader-i ilâhînin rolü gibi konular gündeme gelmiştir. Mabed el-Cühenî ile Gaylan ed-Dımeşkî’nin kader konusunu ilk tartışmaya açmalarının ardından Vasıl b. Ata ile başlayan ve kelam ilminin doğuşuna sebep olarak gösterilen (mürtekîb-i kebîre yani büyük günah işleyen kimse için yaptığı) “El-menzile beyne’l-menzileteyn (ne mü’min ne kâfir)” izahıyla birlikte kader konusundaki itikadî farklar sistemli bir hale gelmeye ve mezhepler oluşmaya başlamıştır.[4] Kaderi inkâr eden Kaderiye-Mutezile, kaderi mutlak kabul edip, insan iradesini yok sayan, insan iradesini rüzgarın önündeki yaprağa benzeten (bir diğer adı da kurucusu Cehm b. Safvân’dan (128/745) dolayı Cehmiyye olan) Cebriyye, “ne cebir ne de tefvîz” yaklaşımını ileri sürerek, bu konuda yorum yapmayı uygun görmeyen Selefiyye ve Cebriye ile Mutezile arasında mutedil bir izah tarzı geliştirerek hem insanın iradesini, hem de Allah’ın iradesini kulun fiilinde (ve dolayısıyla da kaderinde) fail kabul eden Eş’âriyye ve Maturîdiyye mezhebi, irade hürriyetinde temel hatlarıyla beş ayrı fikrin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Biz bu yazımızda Maturîdiyye mezhebinin kurucusu olarak görülen İmam Maturîdî’nin irade hürriyeti konusundaki fikirlerini inceleyeceğiz.
İnsan tabiatının kabiliyetleri
Ehl-i Sünnet kelamının (diğeri Eş’arî olmak üzere) iki büyük temsilcisinden biri sayılan ve Ebu Hanife ekolünü akide olarak benimseyip talebelerini de bu metotla yetiştiren büyük Türk İslam âlimi Maturîdî’ye (d. 852- v. 944) göre insan tabiatı doğruyu bulma istidadına sahiptir, fakat bu kabiliyeti ona veren de Allah’tır. Herkes, kendi istek ve arzusu ile gerçekleşen fiilinin, güzellik-çirkinlik, lezzet-elem, sevgi-nefret açısından bazen kendi arzusunun dışında gerçekleştiğini kolayca bilir. Bu da kula ait fiilin oluşum halinde başka bir iradenin bulunduğuna delildir.[5] Dolayısıyla, insan iradesi ne salt anlamda tek başınadır, ne de tamamen ilâhî iradenin tahakkümü altındadır. O’na göre insan iradesinin kendini ortaya çıkarabilmesi (fail olması) için ilâhî iradenin yardımına ihtiyacı bulunmaktadır.
Maturîdî’ye göre “Allah kendisinden vücut bulacak fiilleri işlemekte ihtiyar ve iradeye sahiptir.”[6] İrade kavramını 1- Temenni, 2- Emretme ve çağrıda bulunma, 3- Rıza gösterip kabul etme, 4- Başkasının hâkimiyet ve baskısı altında bulunmama, planladığı fiili hiçbir engelle karşılaşmadan gerçekleştirme ve yanılgıya düşmeme olarak dört ayrı anlamda kullanan Maturîdî, ilk üç anlamı kula, dördüncü anlamı ise Allah’a izafe etmektedir.[7] O’na göre ilâhî fiillerin hür seçimle gerçekleştiğinin delili; yaratıkların farklı mahiyetlerde varlık bulması, hikmete bağlı olması ve Allah’ın birliğine kılavuzluk etmesidir.[8] İlahî irade bağlamında, irade; “bir şeyin zamanında var olmasını ihtiyar etmek”tir. Tanımda geçen ihtiyar kelimesi de “muhtelif alternatiflerinden birini tercih etmek”tir.[9] Bu çerçevede irade ve ihtiyar Maturîdî açısından aynı anlama gelen iki ayrı kelimedir, belirleyici vasfı da tercih etme hürriyetidir.[10]
İnsan iradesinin tanımı
Maturîdî’ye göre; kulda görülen her fiilde irade bulunur. Çünkü irade her gerçek failde bulunan bir vasıftır.[11] Tefsiri olan Tevilât adlı eserinde “kesb”[12] kelimesi yerine “ihtiyar” kelimesini zikreden[13] Maturîdî’ye göre kul, fiilini hür seçimle (Allah tarafından sevkedici ve zorlayıcı bir etki olmaksızın) gerçekleştirir ve tercih hakkı sabittir.[14] Buna göre insan iradesi; “bir fiili tercih ettiği şekilde, (hür bir seçimle) gerçekleştirme kabiliyeti”dir. Allah, bir davranışı diğerine “tercih etme”yi insan tabiatının doğal özelliği kılmış[15] ve tutum ve davranışlara bağlı sonuçların istenen veya sakınılan çeşitten olduğunu açıklığa kavuşturmak istemiştir.[16] Bu da Allah tarafından sorumluluk yüklenen ve mükellefiyetleri bulunan insan iradesinin, en temel unsuru olan “tercih etme” özelliğini ortaya koymaktadır.
İnsan, bir işe yönelip o işe azmettiğinde, Allah’ın o fiili yarattığını ifade eden[17] Maturîdî’nin düşünce sisteminde temel nokta; kula (ceza veya mükâfat vermek için) tanınan cüz’î irade serbestiyetidir[18] ve cüz’î irade, irade kuvvetinin bir işe yönelmesi demektir ki, kasd, tercih ve ihtiyar sözleriyle de ifade edilir.[19] İnsanın eylemleri, ona verilen bu gücün ve yaratılmamış olan cüz’î iradesinin sonucudur.[20] Bu özelliği (cüz’î iradesinin varlığı) ile insan mükellef bir varlık olma vasfını kazanmaktadır.[21]
İnsan İradesinin Özellikleri
Bir fiilin iradeyle ortaya çıkması (iradî statüde yer alabilmesi) için o fiili işleyecek kişide önce iradeye sahip olma özelliği aranır.[22] Bu açıdan, insan fiilinin irade ile gerçekleştiğini söyleyebilmek için de, insanın (cebir ve zorlamadan uzak) bir iradeye sahip ve malik bulunduğunu kabul etmek gerekir. Fiil, ya irade ile ya baskı altında veya sehven gerçekleşir.[23] Maturîdî, insanın irade (ve bundan dolayı sorumluluk) sahibi olduğunu ifade etmek için “O yaptığından sorumlu tutulmaz ama insanlar sorguya çekilirler.”[24] ayetini delil göstermektedir. Çünkü “insanların isabetli ve isabetsiz iş yapmaları imkân dâhilindedir. Bununla amaçlanan hedef, onların sorguya maruz kalacakları ve yanlış davranışlarına mukabil cezalandırılacakları düşüncesiyle kötülükten sakınmaya ve hikmete sarılmaya özen göstermelerinden ibarettir.”[25] İnsanın fiillerini ontolojik açıdan kesin bir hakikat olarak kabul eden Maturîdî, bu eylemlerini yapması için, kendisine güç ve kudret verildiğini, bu güç ve kudretin ise, yaratılmamış olan cüz’î iradenin sonucu olduğunu ifade eder.[26] “Hidayet ihtiyar halinde olur”[27] diyerek insanın iradeye sahip ve malik olduğunu açıkça ortaya koyan Mâturîdî’ye göre insan, fiillerinde gerçek bir iradeye sahiptir ve kendi eylemlerinde her an bunu müşahede etmektedir.[28] İnsanın ilâhî teklifler karşısında sahip olduğu iradeyle hareket ettiğine bir başka delil için “…Onlar körlüğü hidayete tercih etmişlerdi ve yaptıklarına karşılık, alçaltıcı azap yıldırımı onları çarpmıştı.”[29] ayetine getirdiği şu yorum, Maturîdî’nin insan iradesinin özgürlüğüne ve belirleyicilik rolüne inandığını ortaya koyması açıdan dikkat çekicidir: “Nasıl hidayet üzere küfrü tercih ettilerse, kendilerine izah edildiği halde körlüğü tercih ettiler. Sonra onlara, hidayet yerine körlüğü tercih etmeleri sebebiyle üzerlerine indirilen azaptan haber verildi.”[30] Yine “Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki bir takım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah, kimi dilerse şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar.”[31] ayetini tevil ederken Maturîdî, insandaki iradenin varlığına vurgu yapmaktadır: “Allah Teâlâ, insanlara kudret verdi. Hepsini irade sahibi kıldı. Sapan kimse için dalâleti istedi, hidayete erene de hidayeti istedi. Bunun aslı şudur: Allah Teâlâ, kâfirin küfrü tercih ettiğini bildiğinde, onun sapmasını istedi ve onda küfür fiilini yarattı. Aynı şekilde, mü’minin imanı ve hidayeti seçtiğini bildiğinde, onun hidayete ulaşmasını istedi ve onda hidayet fiilini yarattı.”[32] Küfür ve hidayetin Allah tarafından kulun tercihine bırakıldığına vurgu yapan Maturîdî’ye göre, Allah’ın kula ait fiillerde baskı ve gafletle nitelendirilmesi mümkün olmadığına göre, kulun fiilinin irade ile gerçekleştiği sabittir.[33]
İnsan İradesinin Etkinlik Alanının Sınırları
Mâturîdî’ye göre kulun fiilleri iki haldedir: Birincisi, insan aklı ve idrakinin bu fiillerin mâhiyetini kavrayamaması, ikinci ise, insanın, akıl ve idraki ile bunların mahiyetini bilmesidir. Birinci haldeki fiiller, insanın kendi fiilleri değildir. İkinci haldekiler ise ona ait fiillerdir. Mesela, bir şeyin yoktan var olduğunun tasvir edilmesi, açıklanması, birinci grubun içine giren fiilleri teşkil etmektedir ki, bunları insan aklının idrak etmesi güçtür ve iradenin burada herhangi bir sorumluluğu yoktur. Yüce Allah’ın bizatihî kendi nefsini vasıflandırdığı şekilde vasıflandırılmış olması bu duruma örnek olarak gösterilebilir: “O gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Zevcesi olmadan nasıl çocuğu olabilir? Oysa her şeyi O yaratmıştır; Her şeyi bilen O’dur. İşte Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur, her şeyi yaratandır. Öyle ise, O’na kulluk edin; O her şeye de vekildir.”[34] “Şimşeğin çakması neredeyse gözlerini alır; onları aydınlattıkça ışığında yürürler ve üzerlerine karanlık basınca durakalırlar. Allah dileseydi işitme ve görmelerini giderirdi. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.”[35] İkinci tür fiiller ise, Allah’ın emir veya nehiylerine uygun bir şekilde hareket etmek veya etmemek gibi, insana ait hareketlerdir ki, bunlar insan idrakinin içine giren ve dolayısıyla insan iradesinin etkinlik alanına giren fiillerdir. İşte insan, bu gibi fiilleri yapıp yapmama konusunda tam bir irade hürriyetine sahiptir.[36]
Maturîdî’ye göre, hidayet ve dalâlet insanın kendi tercihi sonucu Allah’ın yaratması iledir. Allah dalâleti isteyene dalâleti yaratır, hidayeti isteyene hidayeti yaratır. Çünkü kâfir, küfrü tercih edendir. Dalâleti istediği için Allah da onun isteği üzerine onun dalâletinden küfrü yaratır. Hidayeti isteyenin isteğinden de hidayeti yaratır.[37] Şurası bir gerçek ki, küfrün irade edilmesinden küfür fiilini yaratan[38] Allah, “karanlık ve çirkinlik olduğu halde kâfirin küfrü iradesinden küfür fiilini yarattı. Aydınlık ve güzellik olduğu halde müminin imanı irade etmesinden iman fiilini yarattı.”[39] O halde kâfirin küfrünü Allah mı dilemektedir? gibi bir soru hemen akla gelmektedir. Maturîdî’ye göre, imana kudreti olmakla beraber küfür, kâfirin kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı bir tercihtir. Nitekim Allah, Kur’ân-ı Kerîm’inde “Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr (küfür) etsin”[40] buyurarak kulun iradeye (ve tercih hakkına) sahip olduğunu açıkça beyan etmektedir. “Allah’ın iradesi, ilmi ile beraber yürür” kaidesi gereğince “Allah-u Teâla’nın irade ve ilminin taalluk ettiği şey, kulun ihtiyarî fiili olunca bunun faili olan kulun cebir altında bulunduğu nasıl iddia olunabilir?”[41] İlahî iradenin kulun iradesi yönünde tecelli etmesi, kulun fiilinde özgürce seçim hakkı bulunduğuna delâlet eder. Bu durumda, önceden tespit ve tayin edilmiş bir durum söz konusu olmadığından, herhangi bir baskıdan söz etmek imkânsızdır.
Maturîdî, insan iradesinin etkinlik alanıyla ilgili görüşlerinde kendisinden önceki kelamcılardan farklı, orijinal bir metod izleyerek, fiilde yönler kabul etmiş, hem insanı hem de Allah’ı fail kabul ederek, yaratma yönünden Allah’a, (yapma) gerçekleşme yönünden insana ait görerek, kulun fiilini çift yönlü bir eylem olarak izah etmiştir.[42] Diğer taraftan insanın, yaratılışı ve aklı ile iyiyi kötüyü bilip ayırt edebilecek yeterlilikte olduğunu düşünen Maturîdî’nin insan iradesi için kabul ettiği sorumluluk alanı artmaktadır. Zira insan aklı ve iradesiyle hayatını yönlendirmekte, ayet ve hadisler ona yön göstermektedir. Böyle olunca, insan kendi fiilinin vasıflarını belirleme özelliği kazanmaktadır. Bu durum da, insan iradesinin iman ve küfür dahil (tercih yapabildiği) bütün eylemlerinde özgür iradesiyle karar verdiğine, Allah’ın da onun bu azmetmesine ve yönelmesine binaen fiilini yarattığına delil oluşturmaktadır. Maturîdî’ye göre insan, hayatını nasıl idare edeceğinden bütünüyle sorumludur, yaşadığı mutluluklar ve kederler onun tercihleri sonucu ortaya çıkmaktadır.
Akıl-İrade İlişkisi
Maturîdî’ye göre akıl; Allah’ın ayetlerinden biri[43], insanı üstün kılan bir özellik, bir bilgi edinme vasıtası[44] ve “her türlü işin konum ve düzenlenmesinin kendisine dayandırılması gereken bir temeldir.”[45] Aklı, herhangi bir değişikliğe uğramayan ve herhangi bir bilinemezlik sebebiyle geçersiz hale gelmeyen duyu bilgisi ile eş tutan ve aklın konumunu fıtrî-tabiî bilginin temeli ve kriteri olarak gören[46] Maturîdî düşünce ekolünde akıl, vahiy ve sünnetle birlikte değerlendirilir ve akıl, insan hayatının idaresinden ve kontrolünden sorumludur.[47] Maturîdî’nin ahlâkî/hukukî konularda aklı vahiyden öncelemesi nedeniyle[48] “Maturîdî akılcılığı”[49] tabiri kelam literatüründe yerini almıştır. Akıl yürütme ve bu doğrultuda karar verip eylemde bulunma Maturîdî’ye göre fıtrî bir özelliktir ve onun kullanılmamasını istemek, insanın zatî ve biricik tabiatını terk etmesini istemektir.[50]
İnsan, dünya lezzetlerine meyilli, acı ve eleme karşı da temkinli bir tabiata sahiptir. Kendisine zor gelen, zahmet çekmesi gereken şeyleri yapmak istemez. Kuşlar ve diğer hayvanlarla tabiatı bu noktada örtüşür. Ancak aklı sayesinde aldığı eğitim, tabiatı gereği meyletmesi gereken (ama kendisi için kötü sonuçlar doğuracak) zevklerden kaçınmasını, nefsine ağır gelen (fakat kendisi için iyi sonuçlar doğuracak) hareketleri tabiî bir durum olarak kavramasını sağlar.[51] İnsan tabiatıyla akıl arasındaki bu tezatlık, Maturîdî’nin konuya rasyonel bir bakış açısı getirdiği şeklinde de değerlendirilmiştir.[52] Ona göre kâinatta yaratılmış her şeyin sebebi, amacı ve hikmeti bulunmaktadır. Bu yüzden, mahlûkat, ilahî yasaların ve aklın ilkeleri dışında değildir.[53] Akıl bu ilkeler ışığında, iradeye “iyiyi seçme ihtiyarı” özelliği ile yardımcı olmaktadır.[54] Allah dileseydi, kendisine itaati, bize akıl bahşederek değil, başka bir vecihle de sağlayabilirdi. Ancak akıl yoluyla düşünmemizi, eşyanın hakikatlerini, mucizelerini, ömrün güzelliğini, çirkinliğini, işitme ve düşünme yardımıyla bize bildirdi. Bütün emirleri bildirmesi Allah’ın bizi zorladığı anlamına gelmez, ancak seçme hakkı tanıdığını gösterir.[55]
İnsan aklıyla bütün hakikatleri anlayabilir mi? Maturîdî, burada bir ayrıma gidiyor ve aklın sınırlarını çiziyor: “Kulların fiilleri içinde tasavvurlarının ulaşamadığı ve akıllarının takdir edemediği haller bulunduğu gibi hedef ve planlarının ulaştığı, akıllarının idrak ettiği haller de mevcuttur.”[56] Allah’ın yarattıklarının bir sebebe, bir hikmete bağlı olduğunu düşünmek, insan aklının bir gereğidir ancak, yine insan aklının bu hikmeti gereği gibi idrak etmesi mümkün olmayabilir.[57] Maturîdî’ye göre bu gerçeğin, “konuya aklî yönden yaklaşım yapana da meseleyi duyu yoluyla kavramak isteyene de gizli kalması mümkündür.”[58] “Maturîdî’ye göre insan aklının, fiillerindeki bazı gaye ve maksatlara ulaşabilmesi mümkün olabilirse de, fiillerin her yönünü ve ulaşacakları neticeleri bütün detaylarıyla bilmesi imkânsızdır. Zaten insanlığa peygamberler gönderilmesinin sebeplerinden birisi de, insanların kavrayamayacakları veya herkesin kavrayamayacağı, yanlışlığa düşeceği hususları bildirmek olduğu da, Maturîdî tarafından söz konusu edilmektedir.”[59] Bu bağlamda Allah’ın yarattıklarının insan aklı tarafından anlaşılmasında çeşitli farklılıklar olsa da, mahlûkatı anlamada aklın sorun yaşamayacağını, Kur’ân-ı Kerîm’in insanların anlaması için gönderilmesinden dolayı, ilahî buyruklarda anlaşılmayacak bir şeylerin bulunmadığı görüşünü savunan[60] Maturîdî, nasıl ki aklın hakikati, Peygamberlere inanmayı, onlardaki özellikleri kabullenmeyi, idrak edemediği hususlarda Peygamberlerin ve fikir adamlarının tavsiyelerine başvurmanın kendisi açısından sıhhat verici sonuçlar doğuracağını anlamayı gerektiriyorsa[61], Kur’ân’ın da bu şekilde kabullenilmesinin tabiî bir durum olduğunu kaydeder. Tabiatın yoktan varolacağına inanmanın aklî bir zorunluluk olması gibi.[62] Akıl, yoktan varetmenin nasıl meydana geldiğini bilemeyebilir ama bunun mümkün olduğunu kabullenir.
Aklın iradeyle ilişkisi ve etkinlik sahasına şöyle bir örnek de verilebilir: Akıl (nakle ihtiyaç duymadan) tek başına, kendisine nimetler bahşeden Allah’a şükretmesi gerektiğini bilir ve anlar, ancak bu şükrü nasıl ifade etmesi gerektiği konusunda nakle (vahyin yönlendirmesine) ihtiyaç duyar.[63] Dikkat edilirse bu, normatif anlamda, neyin yapılması gerektiğine dair her şeyi kapsamaktadır. Bu da, insanın tutum ve davranışlarındaki (aklı sayesinde elde ettiği) gücüne delalet eder. Tam bu noktada insan davranışlarını şekillenmesinde etkili olan kader ve kaza inancına Maturîdî’nin yaklaşımını ele alabiliriz.
Maturîdî’de Kader Ve Kaza Anlayışı[64]
Maturîdî’ye göre, kader ve kaza konusu, irade meselesi içinde kulların fiillerinin yaratılmışlığıyla direk alakalı bir muhtevaya sahiptir ve eğer kulun fiilinin yaratılmışlığı kanıtlanabilirse kader ve kaza da kanıtlanmış olur.[65] Zaten irade hürriyeti, diğer konularla birlikte kader ve kaza inancının ışığı altında değerlendirilen bir problemdir.[66] Bu yüzden öncelikle Maturîdî’nin kulun fiilinin yaratılmasıyla ilgili görüşlerine yer vermeliyiz.
Maturîdî, bütün mahlûkata ait fiillerin yaratılmasını “Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun vereceği emir ‘ol’ demekten ibarettir, o şey oluverir.”[67] ayeti çerçevesinde ele almak gerektiğini düşünmektedir.[68] “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”[69] ayeti mucibince insanlar, Allah dilemedikçe kendileri de dileyemez konumundadırlar. O halde Allah’ın dilemesi halinde insanların dilememesi veya Allah dilemese de insanların dilemesi gibi bir şey söz konusu değildir.[70] Bu çerçevede ilahî irade hem hayra hem de şerre şamildir.
İlahî iradenin her şeye şamil olduğunu[71] kabul eden Maturîdî, hayır ve şer her türlü fiilin Allah tarafından yaratıldığını, Allah dilemedikçe kulun hiçbir dilekte bulunamayacağını, kötü fiiller dahil insana dair her türlü fiilin Allah’ın iradesi ile gerçekleştiğini kabul eder. Kulların fiillerinin yaratılmışlığını bu şekilde açıklayan Maturîdî, her şeyden önce Allah’ın kendisinden vücut bulacak fiillerde ihtiyar ve irade sahibi olduğunu teslim eder.[72] Bunun dışında kulun fiilini yaratma yönünden Allah’a, yapma yönünden kula isnad ederek cüz’î iradenin önemini vurgulayan ve insanın sorumluluğunu bu çerçevede değerlendiren Maturîdî’nin kader ve kaza meselesine yaklaşımı da (kulun fiilindeki) bu iki yönlü ilişki doğrultusundadır.
Maturîdî’ye göre “Kaza” kelimesinin sözlük anlamı; “bir şeye hükmedip karar vermek, layık olduğu sonucu belirlemek ve hakkında nihaî olarak söylenebilecek son sözü söylemektir.”[73] Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif ayetlerden yola çıkarak, kullanıldıkları yere göre “Kaza” kelimesine şu anlamları vermektedir: “Nesne ve olayları (hikmetle) yaratma, hükmetme”[74], “Haber verme, bildirme”[75], “Emretme”[76], “Tamamlayıp bitirme”[77]
Diğer taraftan Maturîdî, “Kader” kelimesine iki anlam yüklemektedir; birincisi “bir şeyin oluşum açısından sahip olduğu konum ve değer hükmüdür. Buna göre kader, bir şeyi hayır-şer, hüsün-kubuh, hikmet-sefeh bakımından taşıdığı mahiyet üzere yaratmaktır.”[78] Bu tanımı için “Biz her şeyi, bir ölçüye (kadere) göre yarattık”[79] ayetini örnek gösteren Maturîdî, “Karısı hariç hepsini kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını takdir ettik.”[80] ayetini delil göstererek de ikinci bir tanım yapar: “Her şeyin oluşacağı zaman ve mekânını, hak veya batıl oluş vasfını, doğuracağı mükâfat ve cezayı belirlemektir.”[81] Kullara ait fiillerde kader için zikrettiği birinci mananın mevcut olduğunu belirten Maturîdî, ikinci mananın ise bulunmadığını söylemektedir.[82] Takdir etmenin, ölçü ve miktarı belirleme yetkisinin Allah’ta bulunduğunu ifade eden Maturîdî, “Her şey onun katında bir kader (mikdar)’e göredir.”[83] ayetinde geçen ve ölçü ve miktar anlamına gelen kader kelimesinin mahiyeti üzerine şu yorumu yapmaktadır: “Her şey bir ölçüye göredir. Bu ölçü doğrultusunda takdir edilir. Bir şey rastgele yaratılmaz, aksine belli bir düzen ve sistem dâhilinde yaratılır.”[84] Kul Allah’ın iradesi dışında bir şey dileyemez, verdiği her kararda, yaptığı her eylemde Allah’ın iradesi mevcuttur. Böylece fiilde yaratıcılık Allah’a mahsustur. Allah’ın, kulun yaptıklarını önceden bilmesi, O’nun ilmine delâlettir. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bu yöndeki ayetler de, Allah’ın ilmine delâlet etmektedir. Kulun fiil esnasında yaratılan kudretle, iradesini kullanarak ortaya koyduğu ve Allah’ın da yarattığı fiil, kulun mesuliyetini gerektiren husustur. Çünkü kader, bir şeyi taşıdığı mahiyet üzere yaratmaktır. Kulun dilediği ve yaptığı şeyi Allah’ın yaratmasından kasıt budur. Hayır veya şer, güzel veya çirkin, kulun tercihi doğrultusunda fiil yaratılmaktadır. Böylece, kader ve kaza, Allah’ın ilminde olan ve kul ister Allah yaratır, şeklinde tecelli eden bir konudur.
Maturîdî, kader ve kaza konusunda kulun (kendi iradesiyle ortaya koyduğu fiillerin sorumluluğunu kadere ve kazaya yüklemek gibi) bir mazerete sığınma hakkının hiçbir şekilde bulunmadığını iddia ederek bunu aklî yönden şöyle izah eder: Birincisi; insanlar, kendilerince tercihe şayan ve makbul olanı yaptıklarına karşılık bir bahane ve delil üretemezler. Ayrıca, işlenen fiillerin Allah tarafından takdir ve kazası ile gerçekleştiğine dair bilgi, belge ve iletişimden yoksundurlar. Yani, yaptıkları şeyler, kendi iradelerinden çıkmadır, bu yüzden de onlara aittir. İkincisi; Allah’ın takdirinde yer alan konuların hiçbiri, insanları yaptıkları fiillere yöneltmiş, sevketmiş veya zorlamış değildir. Aksine kader ve kaza olmasaydı yine bunları yapacaklardı. Üçüncüsü; insanlar, fiillerini işlerken kader ve kadzadan ötürü bir şey yaptıklarını akıllarına getirmezler, dolayısıyla insan kendi fiiline ait olmayan bir unsura dayanarak bahane üretemez.[85]
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Maturîdî, yaratmanın (ilâhî iradenin) Allah’a, yapmanın (cüz’î iradenin) kula ait olduğundan hareketle kader ve kaza meselesine çözüm getirmektedir. İnsanın irade hürriyetini beyan eden ayetler insana raci olmakla beraber, irade hürriyetini kaldıran beyanlar da Allah’ın ilmine atıfta bulunmaktadır.[86] Dolayısıyla bu ayetler kulun iradesini yok sayan veya kaldıran ifadeler değil, Allah’ın ezelî ilmini ve iradesini açıklayıcı niteliktedir. Kul, kadere ve kazaya dinen inanmak ve rıza göstermekle[87] yükümlü olmakla beraber aklen de inanmak zorundadır. Allah’ın kaderi ve kazası, insan iradesi üzerinde cebir ve zorlamaya sebep değildir.[88]
Değerlendirme
Maturîdî’ye göre İslam, “iman, akıl ve nasların Allah’ın birliğine tanıklık etmesinin adıdır.”[89] Bu tanım, aynı zamanda akıl ve nasların uyum içinde bulunduğunu göstermesi bakımından manidardır. Akla, insanın eylemlerinde önemli rol vermesi nedeniyle “Maturîdî Akılcılığı” ve “Türk Müslümanlığı”[90] gibi kavramların oluşmasına yol açan Maturîdî, Allah’ın kulu muhatap kabul etmesinde, kuldaki akl-ı selim özelliğini esas kabul eder.[91] İnsanın bilgiyi akıl (İstidlâl), duyular(ın idraki) ve haberler (Mütevâtir haber ve haber-i vahid) yoluyla elde ettiği[92] şeklindeki bilgi kuramıyla kelam tarihinde önemli bir yere sahip bulunan[93] Maturîdî, akıl yürütmeyi inkâr eden kimsenin elinde akıl yürütmekten başka bir kanıt olmadığından hareketle istidlâlin gerekliliğine işaret etmektedir.[94] Bu anlamda akıl, gerçeklere kılavuzluk eder ve onun sayesinde hakikatlere ulaşırız. İnsanın işlediği bir fiilin ona sevap kazandırabilmesi için, onun aklen iyi görülen bir fiil olması gerekir. Aklın ‘iyi’ bulmadığı fiiller sahibine sevap kazandıramaz. Cennet ehlinin fiilleri, aklın ‘iyi bulduğu’ eylemler olduğu halde cehennem ehlinin fiil ve davranışları ise aklın ‘kötü’ olarak gördüğü fiil ve davranışlardır.[95] Buna benzeyen aklî çıkarımlara eserlerinde sıkça rastlayabildiğimiz Maturîdî, dinî konularda nakli, ahlâkî ve hukukî konularda ise aklı ön plana almaktadır. Zira akıl yürütme ona göre fıtrî bir kabiliyettir ve bu insanın zatına mahsus bir tabiattır.
İnsanın eylemlerinde özgür olduğu, akılla, duyularla ve Kur’ân ayetleriyle açıkça bilinen bir gerçektir.[96] “Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır”[97] ayetiyle sabittir ki, kulun fiillerini yaratan Allah’tır. “Allah’ın dilemesine bağlanmadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için “Bunu yarın yapacağım” deme.”[98] ayeti Allah dilemedikçe hiçbir şeyin olmamasına delildir. Maturîdî’ye göre kulun eyleminde yegâne belirleyici saik olan cüz’î irade fiilden önce yaratılmamakta, fiil esnasında kulun tercihi doğrultusunda yaratılmaktadır. Burada yaratma eyleminin kula değil, Allah’a has olması vurgulanmaktadır. Kâfirin küfrüne de mü’minin imanına da izin veren, (kul irade ettiğinde) fiilin meydana gelmesini “Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü, attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı.”[99] ayetinde olduğu gibi irade eden (kulun eyleminin gerçekleşmesine izin veren ve onu yaratan) Allah’tır.
“Onu size, dilerse ancak Allah getirir ve siz (Allah’ı) âciz bırakamazsınız. Ben size öğüt vermek istesem de, eğer Allah sizi azdırmak istemişse, öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.”[100], “İşte onlar Allah’ın kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik onlaradır. Onlara âhirette de büyük azab vardır.”[101] gibi ayetleri delil göstererek, iradenin ilahi va’di gerçekleştirmek için kulların fiillerine tabi olarak tecelli ettiğini söyleyen Maturîdî, yine “Allah âhirette onlara bir pay vermemeyi diliyor. Onlara büyük azab vardır.”[102], “İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister.”[103] ayetlerini örnek göstererek de ilahî iradenin vaki olana tabi olduğunu savunmaktadır. Böylece, iyilik ve kötülük, mutluluk ve keder kulun kendi tercihleri sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu açıklama bizi şu sonuca götürür; Allah’ın takdiri kulun tedbirine göre şekillenir. Kader ve kaza bağlamında değerlendirecek olursak; kulun gayreti, çalışıp emek sarfetmesi ile kazancı arasında birebir ilişki ortaya çıkmaktadır. Allah’ın olacakları önceden biliyor olması O’nun ezelî ilmi ile ilgilidir ve kul üzerinde cebir ve zorlamaya vasıta değildir. “Bu meselede aslolan şudur ki, her mükellef kendisinin fail, yaptığına güç yetiren ve yaptığının alternatifine de muktedir kılınan bir durumda bulunduğunu pekâlâ bilmektedir; öyle ki kişi bu sonuncu imkândan mahrum bırakılsa fevkalâde ağrına giden bir şey olurdu. İnsan gerçekleştirdiği işin aksini de tercih edebileceğinin şuurundadır.”[104] Ecel, rızık ve tevekkül[105] konularını da bu bağlamda (Allah ezelî ilmi ile kulun rızkının miktarını, hangi işten ne kadar kazanacağını ve ecel vaktini bilir, fakat bu kulun fiillerine müdahale anlamına gelmez, kul kendi iradesiyle kazancını elde eder kabulüyle) ele alan Maturîdî’ye göre; insanın yediği şey, ister helal ister haram olsun, onun rızkıdır.”[106] Ehl-i Sünnet itikadının genel görüşü olarak zikredilen bu fikir, “Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın”[107] ayetine dayanmaktadır.[108]
Maturîdî için irade hürriyeti meselesinde en önemli konu kulların fiillerinin yaratılmışlığıdır. “Fiilde yönler”[109] kavramını icad eden, kulun fiilinin yaratma açısından Allah’a, yapma (işleme, kesb) yönünden kula ait olduğu tezini üreterek farklı bir istitaat açıklaması getiren[110] Maturîdî’nin bu fikri hem orijinal bulunmuş, hem de zor ve anlaşılmaz olarak kabul edilmiştir.[111]
Maturîdî’ye göre ilâhî irade (meşîet), insanda cebir ve zorlamaya neden olmaz, çünkü “meşîet (Allah’ın iradesi), öyle ki, Allah insanda onu bilinmiş (marufe) olarak zikrettiğinden bilinen meşîetin dışında yorum yapmak caiz değildir.”[112] Allah’ın iradesini ilmi ile beraber değerlendirmek gerektiğini, bu yüzden meşîetin kula yönelik bir cebre değil, “O insanların taptıklarını ve yapacaklarını bilir.”[113] âyetini örnek göstererek Allah’ın ilmine[114] delâlet ettiğini düşünen Maturîdî, irade hürriyeti açısından kulun iradesini yok sayan ve fiilleri (hem yaratma, hem de yapma bağlamında) Allah’a isnat eden Cebriyye ile Allah’ın iradesini yok sayıp fiildeki yaratıcılığı kula isnat eden Mutezile arasında mutedil bir açıklama getirmektedir. O, bu iki fırkanın (bu görüşleri yüzünden) bizzat Peygamber Efendimiz tarafından şefaatten mahrum bırakılmış ve dışlanmış olduğu kanaatindedir.[115]
Bir fiili hem beşerî hem de ilahî yönüyle açıklamak zorunda olmamız nedeniyle irade hürriyeti çözülmesi zor, hatta bazı kelamcılara göre çözülemez karakterdedir.[116] İnsan fiil ve eylemlerini ontolojik bir hakikat[117] olarak gören Maturîdî, temel dayanak olarak, eğer iradeye yönelik bir müdahale söz konusu olursa, insanın hür olamayacağını ve mükellefiyet şartının yerine gelemeyeceğini öne sürmektedir.[118] İnsan hür, fail ve kasiptir (meyleden, yönelendir). Bu hem aklen hem de naklen sabit bir konudur. Nakle ihtiyaç duymadan akıl ve duyular yoluyla anlaşılabilecek bu meseleyi inkâr ettikleri için Cebriyye’yi akıl dışı davranmakla suçlayan Maturîdî, “Allah her şeyin yaratıcısıdır”[119], “Rabbin dilediğini yapandır”[120], “Dilediğine saptırır, dilediğine de hidayet verir”[121], “Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir”[122] şeklindeki Kur’ân ayetlerinden yola çıkarak, kulların fiillerinde cebir ve zorlama altında bulunduğu iddia etmenin temelsiz ve bozuk bir telakki olduğu düşüncesindedir.[123] Bu yüzden Kitabü’t-Tevhîd ve Tevilât adlı eserlerinde Cebriyye konusuna fazla yer ayırmamış, daha çok Mutezile’yi eleştirmiştir. O’na göre Allah, beyan buyurduğu emir ve nehiyler, azap ve ihsanlarla ilgili kulunu tercihlerinde özgür bırakmış, onun iradesi yönünde fiillerini yaratmıştır. İnsan, fiilini oluştururken bir kudrete sahip olmaktadır ve Maturîdî’ye göre, bu kudret (Mutezile’nin dediği gibi fiilden önce değil) fiilin oluşumu esansında ortaya çıkmaktadır. İnsanı hür iradeye sahip kılan özellik; bu kudretin fiil esnasında ortaya çıkmasıdır. Fiilden önce ya da sonra ortaya çıkacak kudret, insanı cebir altında bırakacaktır. Çünkü fiilden önce oluşan kudret[124] (araz olması hasebiyle) fiil esnasında oluşmayacak, böylece insan fiilini yapacak kudrete sahip olmaktan uzak kalacaktır. Bu yüzden güç fiille beraber ortaya çıkmalıdır ki, kulun o fiilden mesuliyeti hâsıl olsun. O halde, geriye bir tek itiraz konusu kalmaktadır; İnsanın aynı fiilini hem Allah’a hem de kula ait isnat etmek (yani kesb ile halk) bir ortaklık oluşturur mu? Maturîdî, yedirmek, giydirmek, beslemek gibi Allah’a ait bazı vasıfların[125] kulda da varolduğunu, fakat bunun ortaklık manasına gelmediğini iddia ederek fiilde yönler meselesinin de böyle anlaşılması gerektiğini söylemektedir.[126]
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Maturîdî, irade hürriyetini kulların fiillerinin yaratılmışlığı temelinden ele almış, Allah’ın yaratması (halk) ve kulun işlemesi (kesb) ile oluşan fiilde, ilahî iradenin kulun iradesine seçme özgürlüğü ve tercih hakkına dayalı bir hürriyet verdiğini ortaya koymuştur. Bu hürriyet, hem aklî, hem de naklî açıdan sabittir.
Dipnotlar
[1] Adnan Güriz, İrade Hürriyeti-1, AÜHFD, Cilt: 22, sayı:1, s. 647, İrade Hürriyeti-2, AÜHFD, Cilt: 24, sayı:1, s. 217.
[2] İnsanın tamamen hür bir iradesi olduğunu, yaptığı veya yapmadığı işlerin tamamen kendi irade ve kudretinin etkisiyle gerçekleştiğini, kulun kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu iddia eden mezhep. Kaderiye hakkında bkz.: Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, Terc.: Ethem Ruhi Fığlalı, DİB Yay., 2008, Ankara, s. 82-85. Şehristanî, Milel ve Nihal, Çev.: Mustafa ÖZ, Litera Yay., İstanbul, 2008, s. 57-78. DİA, “Kaderiyye” Maddesi, 24. Cilt.
[3] Şehristanî, kader konusundaki ilk tartışmalara Gaylan ed-Dımeşkî ve Yunus el-Envarî ve Vasıl b. Ata’yı da dahil etmektedir. Şehristanî, a.g.e., s. 40. Yazıcıoğlu, kader konusunun bir mesele olarak Hz. Peygamber döneminden itibaren zihinleri meşgul ettiğini, Sıffîn Savaşı’nda tekrar ortaya çıktığını, asıl tartışmaların ise Emevî idarecilerinin teşvikiyle günahların kader çerçevesinde Allah’a nispet edilmesi yönündeki teşvikleriyle başladığını, Hasan-ı Basrî, Ma’bed el-CÜhenî, Vehb b. Münebbih, Amr b. Dînâr, Mekhûl eş-Şâmî, Gaylân ed-Dımaşkl gibi âlimlerin bunu reddederek bu tür fiillerin Allah’a izafe edilemeyeceğini ısrarla savunduklarını belirtmektedir. M. Said Yazıcıoğlu, DİA, “Fiil” Maddesi, DİA, 13. cilt, s. 60
[4] Aldülkahir Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çev.: Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, DİB Yay., Ankara 2008, s. 17-18.
[5] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, Çev.: Bekir Topaloğlu, İSAM Yay., Ankara 2005, s. 373
[6] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 366.
Maturîdî, Allah’ın irade ve ihtiyâr sahibi olduğunu yine Allah’ın kelamından yola çıkarak anlayabileceğimizi iddia ederek şu ayetleri delil göstermektedir: En’am Suresi, Ayet: 25, 39, 149, Secde Suresi, Ayet: 13, Maide Suresi, Ayet: 48, Yunus Suresi, Ayet: 88, 99, Kehf Suresi, Ayet: 23-24, Hud Suresi, ayet: 34, 107, İsra Suresi, Ayet: 16, Mümin Suresi, Ayet: 31, Âl-i İmran Suresi, Ayet: 176, Enfal Suresi, Ayet: 67, Nisa Suresi, Ayet: 28, İnsan Suresi, Ayet: 30.
[7] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 367, 375. Bekir, Topaloğlu, Maturidî’de Kaza ve Kader, İmam Maturidi ve Maturidîlik, Haz.: Sönmez Kutlu, Kitabiyat, Ankara 2003, s. 194
[8] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 77
[9] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 366
[10] Maturîdî, Tevilât, Tahkik.: Bekir Topaloğlu, Mizan Yayınları, İstanbul 2010, V. Cilt, s. 53
[11] Maturîdî, Tevilât, III. Cilt, s. 171-172 VI. Cilt, s. 268. M. Saim, Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi, İFAV Yay., İstanbul 1997, s. 276. Sönmez, Kutlu, İmam Maturidi ve Maturidilik, Kitabiyat, Ekim 2003, s. 45-46
[12] Kulun gücü yeten bir şeye meyletmesi anlamına gelen Kesb kavramını ilk kullanan kişi olduğu söylenen Ebu Hanîfe, “kazanmak” olarak tarif ettiği kesb hakkında şunları söylemektedir: “Kulun kudret ve iradesini iş için sarfetmesi kesb, yani kazanmadır. Allah Teâlâ’nın o işi icad etmesi ise yaratmadır. Allah Teâlâ yaratıcı, kul ise kazanıcıdır.” Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber, Aliyyü’l-Karî Şerhi, Terc.: Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Yay., İstanbul 1979, s. 118.
[13] Maturîdî, Tevilât, V. Cilt, s. 53, VIII. Cilt, s. 186, 11. Cilt, s. 276 vd.
“İmam el-Matüridi’nin kulların fiillerindeki sorumluluğunu onların “kesbine” bağladığını gösteren ifadeleri de vardır. Ne var ki sorumluluğun temellendirilmesinde aynı kelimeyi, “kesb” formülünü kullanan Eş’ari’de kesb, ne olduğu tam anlaşılamamakla birlikte kesinlikle, fiilden önce bulunmayan ve sadece fiilin bir şıkkı için, fiile birlikte yaratılan kudretin makdura taalluk etmesi manasında kullanıldığı halde, Matüridi’de bu kelime “ihtiyar” “kasıd” manasındadır. Ve fiilden önce de bulunması mümkündür.” Yeprem, a.g.e., s. 308
[14] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 310
[15] “Allah Teâlâ insan türünü dünya lezzetlerine meyleden bir karakterde yaratmıştır. Beşerî karakter kişiyi bu lezzetlere davet eder ve onları kendi gözüne cazip gösterir, çünkü insanın yapısına yaratılıştan meyli bulunduğu şeylere karşı kuvvetli arzular yerleştirilmiştir. İnsan tabiatı kişinin acı ve meşakkat hissedeceği şeylerden de kaçar. Bu suretle tabiatı, bir şeyi güzel veya çirkin görme noktasında aklının düşmanlarından biri haline gelir. Şu da var ki aklın güzel veya çirkin gördüğü şeyde herhangi bir değişiklik yahut da halden hale geçiş söz konusu değilken tabiatın güzel yahut çirkin bulduğu şey değişim ve halden hale intikal statüsünde bulunur; bu sonuncu durum, eğitim, alışılageldiği şeyden alıkoymaya özen gösterme ve yapmak istemediği şeye fıtratın benimseyebileceği güzel bir yöntemle sürekli olarak yönlendirme suretiyle gerçekleşebilir; tıpkı kuşlarda ve hayvanlarda olduğu gibi. Bu canlılar kendilerinden beklenen beşerî hizmet türlerinden fıtratları gereği kaçar. Fakat tecrübeli kimselerin münasip eğitim faaliyetleri sonunda onlardan her biri yaratılıştan mütemayil bulunduğu davranışlardan ürker hale gelirken tab’an kaçması gereken hareketleri de fıtratının icabı imiş gibi benimser bir durum alır. İnsan türünün fıtraten adam öldürmek ve hayvan kesmekten kaçışı, sonra da bunların kendisine normal görünmesi de bu temele dayanır.” Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 284-285
[16] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 282.
[17] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 287, 292-293-294
[18] M. Sait, Yazıcıoğlu, Mâtüridî Kelamında İnsan Hürriyeti Meselesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Dergisi, Cilt 30, 1990, s. 165. Kemal, Işık, Maturîdî’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Doçentlik Tezi, Fütüvvet Yayınları, Ankara 1980, s. 90, 94
[19] Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, Haz.: Süleyman ULUDAĞ, Dergâh Yayınları, Dördüncü Baskı, İstanbul 1999, s. 201
[20] Sönmez Kutlu, İmam Maturidi ve Maturidîlik, Kitabiyat, Ankara 2003, s. 45
[21] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 282-283.
Aynı konuda bkz. M. Sait, Yazıcıoğlu, Matürîdî ve Nesefî’ye Göre İrade Hürriyeti, Akid Yay., Ankara 1988, s. 30
[22] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 374.
[23] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 382.
[24] Enbiya Suresi, Ayet: 23
[25] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 282
[26] Kutlu, a.g.e., s. 45
[27] Maturîdî, Tevilât, a.g.e., V. Cilt, s. 53
[28] Işık ,a.g.e., s. 90.
[29] Fussilet Suresi, Ayet: 17
[30] Maturîdî, Tevilât, 13. Cilt, s. 121
[31] En’am Suresi, Ayet: 39
[32] Maturîdî, Tevilât, V. Cilt, s. 60
[33] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 382
[34] En’am Suresi, Ayet: 101-102
[35] Bakara Suresi, ayet: 20
[36] Işık, a.g.e., s. 90-91-92
[37] Maturîdî, Tevilât, I. Cilt, s. 65, V. Cilt, s. 60
[38] Maturîdî, Tevilât, II. Cilt, s. 262
[39] Maturîdî, Tevilât, IX. Cilt, s. 78. Allah’ın Küfür fiilinden küfrü yarattığına dair Maturîdî’nin diğer yorumları için bkz. X. Cilt, s. 422, Xı. Cilt, s. 270
[40] Kehf Suresi, Ayet: 29
[41] Nureddin Sabûnî, Mâturidiyye Akaidi, Nşr.: Bekir Topaloğlu, 4. bs., Ankara, DİB yay., 1991. s. 146
[42] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 292 Kutlu,, a.g.e, s. 45-46. Yazıcıoğlu, a.g.m., s. 156. Işık, a.g.e., s. 91
[43] Maturîdî, Tevilât, 13. Cilt, s. 121
[44] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 283.
[45] “Akıl her türlü işin konum ve düzenlenmesinin kendisine dayandırılması gereken bir temeldir. Bu durumda akıl değişikliğe uğramayan ve herhangi bir bilinmezlik sebebiyle geçersiz hale getirilemeyen duyu bilgisi gibidir; duyu bilgisi bütün gizli ve kapalı hususların merciî durumundadır. Bunun gibi aklın konumu ve onun kanıtladığı husus da her fıtrî-tabiî bilginin temelini ve kriterini teşkil eder.” Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.284. Nesefî, a.g.e., s. 28-30
[46] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 284
[47] Hanefi, Özcan, “Maturîdî Düşünce Sisteminin Önemi”, Hikmet Yurdu İmam Matürîdî ve Matürîdîlik Özel Sayısı, Yıl: 2, Sayı: 4, s. 14
[48] Özcan, a.g.m., s. 14
[49] Sönmez Kutlu, “Maturîdî Akılcılığı ve Günümüz sorunlarını Çözmeye Katkısı”, Makalât Mezhep Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 1, Bahar: 2009, s. 10
[50] J. Meric, Pessagno, “Maturîdî’de Akıl ve Dini Tasdik”, Çev.: Dr. İlhami Güler, AÜİFD, Cilt 35, Sayı:1, s. 429
[51] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 282.
[52] M. Saim, Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi, İFAV Yay., İstanbul 1997, s. 291
[53] “Mâturîdî’ye göre, evrende hiç bir şey boşuna yaratılmamıştır. Her şeyin bir yaratılış sebebi, amacı ve hikmeti vardır. Bu sebeple, Allah’ın yarattıkları, kendi koyduğu varlığın yasaları ve aklın ilkeleri dışında çıkmaz. Bütün her şeyi en güzel şekilde ve sapasağlam yapar. Ona göre, hikmetin iki şekli vardır: Birincisi adalet, ikincisi lütüfkarlıktır. Adaleti her şeyi yerli yerine koymaktır. Allah’ın lütfunun gelince, onun sonu yoktur. Sonuç olarak ilahî filin hikmet dışı olması mümkün değildir. Hikmet dışına çıkmak ise, sefihliktir ve Allah’ın rububiyetine aykırıdır.” Kutlu, a.g.e., s. 48
[54] Yeprem, a.g.e., s. 289-290
[55] Maturîdî, Tevilât, VII. Cilt, s. 255
[56] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.293. Işık, a.g.e., s. 92-93-94
[57] Yeprem, a.g.e., s. 283.
[58] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s.278
[59] M. Said Yazıcıoğlu, Matüridî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, M. E. B., İstanbul 1997, s. 100
[60] Alper, Hülya, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yay., İstanbul 2009, s. 178-79
“Ahlâkî alanda “iyi” ve “kötü”nün tespitinde, akıl ile vahiy arasında bir “iç uyum” vardır. Bu uyuma göre, aklın vahiy’den önce olması zorunludur ve ahlâkta vahyin görevi, aklın tespitlerini teyit etmektir. Çünkü “akl-ı selîm” ile “vahiy” arasında, yaratılışı gereği, hiçbir zaman bir çatışma olmaz. Burada, vahyin (naklin) yardımı ve desteği -kendi fikrî çabasıyla kavrayabilecek zihnî seviyeye sahip olan çok az sayıdaki filozoflar ve âlimler için değil- ancak öğretme, yönlendirme ve uyarı ile anlayabilecek kapasitedeki insanlar içindir.” Özcan, a.g.m., s. 14
[61] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 230-31
[62] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 277
[63] Hülya, Alper, “İmam Mâtürîdî’ye Göre İbadetlerin Gerekliliği ve Rasyonel Temelleri”, Köprü Dergisi, Sayı: 109, Kış 2010. Yaızıcıoğlu, a.g.e., s. 100.
[64] “Maturidîlerin cumhuruna göre “kader ve kaza”, Eş’arilerin cumhuruna göre “kaza ve kader” denir.” Taftazânî, a.g.e., s. 233
[65] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 390, IŞIK, a.g.e, s. 96. YEPREM, a.g.e., s. 312
[66] Yeprem, a.g.e., s. 329
[67] Yasin Suresi, Ayet: 82
[68] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 377
[69] İnsan Suresi, Ayet: 30
[70] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 372
[71] “Meydana getirilen her şey Allah taâlânın irâdesi, kaza ve kaderiyle olur; ayn olsun, araz olsun, hayr olsun, şer olsun”. Sabûnî, a.g.e., s. 141. Taftazânî, a.g.e., s. 193. Nesefî, Kitab-ü’t-Temhîd li kavâidi’t-Tevhîd (Tevhidin Esasları), İz Yay., Çev.: Hülya Alper, İstanbul 2007, s. 119
[72] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 366
[73] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 391. Nesefî, Kitab-ü’t-Temhîd, s. 120.
[74] Fussilet Suresi, Ayet: 12, Tâ-Hâ Suresi, ayet: 72, Âl-i İmrân Suresi, ayet: 47
[75] İsra Suresi, Ayet: 4
[76] İsra Suresi, Ayet: 23, Ahzâb Suresi, Ayet: 36
[77] Kasas Suresi, ayet: 29
[78] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 392
[79] Kamer Suresi, ayet: 49
[80] Hicr Suresi, Ayet: 60
[81] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 392
[82] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 393.
“Kader meselesinin tartışılmasında sonraki kelâm kitaplarında görüldüğü gibi-istitâat (kudret) ve irade konuları da gündeme getirilir. Maturîdî bu mevzularda da Sünnî literatüre model olacak şekilde açıklamalar yapar. Ona göre insana ait fiilin oluşmasını sağlayan kudret iki çeşittir. Birincisi zemin hazırlayıcı niteliğinde olup sebeplerin müsait, vasıtaların sağlıklı durumda bulunması, ikincisi de iyi veya kötü sonuçlar doğuran fiilin tam vuku bulacağı sırada kişide oluşan ve fiili gerçekleştiren kudrettir. Kişi birinci tür kudretle mükellef olabilmektedir. Maturîdî ayrıca, Ebû Hanîfe gibi aynı kudretin hem itaat hem mâsiyeti gerçekleştirebileceği kanaatini taşımaktadır.” Bekir, Topaloğlu, Maturidî’de Kaza ve Kader, İmam Maturidi ve Maturidîlik, Haz.: Sönmez Kutlu, Kitabiyat, Ankara 2003, s. 193.
[83] Ra’d Suresi, ayet: 18
[84] Maturîdî, Tevilât, VII. Cilt, s. 394
[85] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 394-95.
[86] Işık, a.g.e., s. 98
[87] Yeprem, a.g.e., s. 315, 317
[88] “Mâtürîdî’ye göre evrende cereyan eden her şey, Allah’ın kaza ve takdiriyledir. İnsan fiilleri de, bahsedilen o her şeyin kapsamına girdiğinden, onlar da bu kaza ve takdire göre cereyan eder. Dolayısıyla hiçbir şey, Allah’ın iradesi dışında gerçekleşmez. Ancak kulun herhangi bir eyleme yönelmesini engellememek de O’nun iradesi dâhilindedir. Dolayısıyla Allah, insanın fiillerini takdir edip yaratırken, kulun kendi iradesiyle yapacağı tercihleri esas alır. Çünkü Allah, ezelî ilmiyle insanın neyi yapmayı tercih edeceğini bilir. Sorumluluktan kurtulmak için kaderi bahane edip onu ileri sürmek, bu yüzden bir değer taşımaz.” Muammer, Esen, Matûridî’nin Bilgi Kuramı ve Bu Bağlamda Onun Alem, Allah ve Kader Konusundaki Görüşlerinin Kısa Bir Tahlili, AÜİFD, Cilt: 49, Sayı: 2, 2008, s. 56
[89] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 513
[90] Hanefi, Özcan, Türk Din Anlayışı: Mâtürîdîlik, İmam Mâtürîdî ve Matürîdîlik, Haz.: Sönmez Kutlu, Kitabiyat, Ankara, 23003, s. 285-293. Bünyamin, Duran, Eş’ârî-Maturîdî Akılcılığı ve Türk Müslümanlığı”, Köprü Dergisi Türkl Müslümanlığı Özel Sayısı, Bahar 99, Sayı: 66. Sönmez, Kutlu, “Maturîdî Akılcılığı ve Günümüz sorunlarını Çözmeye Katkısı”, Makalât Mezhep Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 1, Bahar: 2009, s. 7-41. A. Vehbi, Ecer, “Maturîdî’nin Türk Kültüründeki Yeri”, Hikmet Yurdu İmam Maturîdî ve Maturîdîlik Özel Sayısı, Yıl: 2, Sayı: 4, Aralık 2009, s. 91-107
[91] Yeprem, a.g.e., s. 291
[92] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 10-11. Hanefi Özcan, Mâtürîdî’de Bilgi Problemi, MÜİFV Yay., İstanbul 1993, s. 46. Ayrıca bkz. Muammer Esen, “Matûridî’nin Bilgi Kuramı ve Bu Bağlamda Onun Alem, Allah ve Kader Konusundaki Görüşlerinin Kısa Bir Tahlili”, AÜİFD, Cilt: 49, Sayı: 2, 2008, s. 46-49
[93] “İslam bilim ve felsefe tarihinde bilgi kuramının temelini Maturîdî atmıştır.” ATAY, Hüseyin, Maturîdî ve Bilgi Kuramı” İmam Maturidi ve Maturidilik, Haz. Sönmez Kutlu, Kitabiyat, Ekim, 2003, s.. 171.
[94] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 14
[95] Özcan, a.g.e., s. 159
[96] Sönmez Kutlu, “MATURİDİDE İnsan Özgürlüğü”, İmam Maturidi ve Maturidilik, Haz. Sönmez Kutlu, Kitabiyat, Ekim, 2003, s. 45
[97] Saffat Suresi, Ayet: 96. Bu ayetle ilgili Maturîdî ve Mutezilî yorumlara dair müstakil bir çalışma için bkz.: M. Sait, Yazıcıoğlu, İnsan Fiili ve Bir Kur’ân Ayeti, AÜİFD, Cilt: 28, 1988, s. 327-34
[98] Kehf Suresi, ayet: 24
[99] Enfal Suresi, Ayet: 17
[100] Hûd Suresi, Ayet: 33-34
[101] Maide Suresi, Ayet: 41
[102] Âl-i İmran Suresi, Ayet: 176
[103] Nisa Suresi, ayet: 28
[104] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, a.g.e., s. 396
[105] Taftazânî, a.g.e., s. 233.
“Tevekkül, çalışma hayatında gözetilmesi gereken dinî bir değerdir. “İnsanın gerçekleştirmek istediği bir iş için gereken her şeyi yaptıktan sonra, sonucu Allah’tan beklemesi hali”nin adı tevekküldür. Bu anlamda tevekkül, insanı çalışma konusunda harekete geçiren ve ümitsizliğe düşmekten kurtaran bir değerdir.” Recep, Kılıç, İslam ve Çalışma Üzerine Felsefî Bir Değerlendirme, AÜİFD, Cilt: 41, 2000, s. 134
[106] Sabûnî, a.g.e., s. 151, Nesefî, Kitab-ü’t-Temhîd, s. 110
[107] Hûd Suresi, Ayet: 6
[108] Rızık konusunda müstakil bir çalışma için; Muhit, Mert, “Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rızık Kavramının Tanımları ve Bu Tanımların İçerdiği Problemler”, AÜİFD, Cilt: 45, Sayı: 1, 2005, s. 1-19
[109] Yazıcıoğlu, a.g.e., s. 136-37
[110] “Bize göre istitâat iki çeşittir: Biri haller ve sebepler istitâati, diğeri de fiillere ait istitâattir. Haller ve sebepler istitâati fiillerden önce bulunur, ilâhî hitap da bu mânadaki istitâate yönelir. Bunun delili azîz ve celîl olan Allah’ın şu beyanıdır: “Yoluna gücü yetenlerin Kabe’yi ziyaret etmeleri Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.”, “Ey Allah’ın Resulü! Gücü yetmek neden ibarettir?” diye sorulmuş, o da “Azık ve binekten ibarettir” şeklinde cevap vermiştir. Herkesin kabul ettiği bir husustur ki müslüman ülkelerin en uzak yerinde bulunan kimseye de hac farizası gerekli olmaktadır. Yine buradaki istitâatin fiilin gerçekleşmesini sağlayan istitâat konumunda tutulması halinde (bir araz olduğundan) fiillerin bulunacağı zamana kadar devam etmeyeceğini herkes bilmektedir, oysa ki hac kendisine farz olmuş durumdadır. Sonuç olarak şu ortaya çıkmaktadır ki yükümlü tutulmak ve ilâhî emre muhatap olmak haller ve sebepler istitâatine bağlıdır. Bütün taat nevilerinde durum bunun gibidir.” Maturîdî, Tevilât, Cilt: II, s. 226-27.
[111] Ahmet Akbulut, Allah’ın Takdiri- Kulun Tedbiri, AÜİFD, Cilt: 33, 1993, s. 147
“Ehl-i Sünnet, dolayısı ile Maturidi ve Nesefî zor olanı seçmişler, fakat seçtikleri hedefe varmakta, en büyük hasımları olan Mutezile’ye oranla daha başarılı olmuşlardır. Aslında, Mutezile’nin seçtiği yol basit görünmektedir. Fiile ilişkin yaratma kudretini insana vermekle, problemi çözdüğünü sanan Mutezilî düşünürler, Allah’ın ve insanın yaratması arasındaki farkı ortaya koyamamışlar; Allah’ın yaratmasına insanın da ortak olduğu, dolayısı ile Allah’ın mutlak yaratıcılığına gölge düşebileceği yolundaki Ehl-i Sünnet ithamlarına tatmin edici cevaplar bulmakta ve çözüm getirmekte büyük sıkıntı çekmişlerdir.
Ayrıca, Mutezile’nin seçtiği yaklaşım ile probleme derinlik kazandırmak mümkün değildir. İnsana da yaratma kudreti vererek, mesele çözülüyor gibi görünüyorsa da, bu durumda Allah’ın mutlak yaratma kudretini izah etmek güçleşmektedir. Maturidi ve Nesefî’nin getirdiği yorum ve izahlar, Allah’ın mutlak yaratma kudretinden hareket etmekte, buna karşılık, insanın da fiilin oluşmasında pay sahibi olduğu, dolayısı ile sonucunda ortaya çıkacak durumla ilgili sorumluluk taşıyacağı vurgulanmaktadır. Bu noktayı izahta güçlük çekmişler, fakat güçlük sebebi iledir ki, problem çok daha teferruatlı incelenmiş; kazandığı boyutlar sayesinde daha derinlemesine yortumlar yapabilmiştir.
Maturidi ve Nesefî, insan fiili hakkında getirdikleri, gerek akla, gerekse Kur’ân-ı Kerîm’e dayanan delillerle de aynı prensipten hareket etmektedirler. İnsan fiilinin mutlak yaratıcısı olarak yüce Allah’ı kabul etmekte, ele alınan deliller bu açıdan değerlendirilmektedir.” Yazıcıoğlu, a.g.e., s. 137
[112] Maturîdî, Tevilât, II. Cilt, s. 127
“Dünyada ve ahrette dilemesi, kaderi, kazası, bilgisi, yazgısı ve Levh-i Mahfuz’da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz. Ancak Allah’ın yazması, o şeyi vasf etme şeklinde olup hükmetme suretiyle değildir… Allah Teâlâ, yok olan şeyi yokluk halinde yok olarak bilir. Ve o şeyi var ettiği zaman nasıl olacağını da bilir. Var olan şeyi, varlık halinde mevcut olarak bilir. Yine Allah Teâlâ, var olan şeyin nasıl yok olacağını bilir. Allah Teâlâ, ayakta olanı ayakta bilir, oturduğu zaman oturma halinde bilir. Allah’ın bilgisinde bir değişiklik olmaz. Allah için sonradan bir bilgi de hasıl olmaz, ancak sonradan kulların durumlarında değişiklik olur.” Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber, Aliyyü’l-Kârî Şerhi, Terc.: Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Yay., İstanbul 1979, s. 112 , 126. Bu konuda bkz.: Abdülhamit, Sinanoğlu, “Allah’ın Ezelî ilminin İnsan Özgürlüğünü Kuşatıcılığı Sorunu”, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 4, 2004, s. 17-44
[113] Bakara Suresi, ayet: 255
[114] “Âyette yer alan “mâ beyne eydîhim” şeklindeki ilâhî beyan “yaratılmadan önce”, “ve mâ halfehüm” ise “yaratıldıktan ve fiilen var olduktan sonra” mânasına gelebilir. Ya da ilâhî beyanın birinci kısmı “işledikleri ameller”, ikinci kısmı da “sonraya bırakıp yapacakları işler” anlamına gelir. Bir başka yorumda “mâ beyne eydîhim” iyi davranışlardan kinayedir, yani Allah insanların yaptıkları iyilikleri bilir. “Ve mâ halfehüm” de kötülüklerden kinayedir, işleyip arkalarına attıkları kötülükler. Bunun yanında âyette geçen “beyn” ve “half’ kavramlarıyla insanlara ait bütün hallerin kastedilmesi de ihtimal dahilindedir. Buna göre âyetin bu kısmı “Allah insanların bütün hallerini ve kendilerinden sâdır olacak her türlü davranışa vâkıftır” mânasına gelir. Bu yorum şu âyet-i kerîmenin dayandığı mâna zeminiyle uyum içinde bulunur: “Ona önünden de ardından da hiçbir tutarsızlık gelemez. O, hikmet sahibi ve övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.”‘ Yani Kur’an’a hiçbir şekilde tutarsızlık (bâtıl) gelmez, çünkü Kur’an’m önü ve arkası (beyn, half) yoktur, bunun için murâd-ı ilâhî kaydettiğimiz mâna olmalıdır. İşte bahis konusu ettiğimiz âyet de bu çizgi üzerinde seyreder. Tefsirini yapmakta olduğumuz âyetle ön ve art diye bir şey kastedilmeyip, ilâhî ilmin insanları kuşattığını haber verme olgusunun hedeflenmiş olması da mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.
“İnsanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler.” Bu ilâhî beyan Mu’tezile’nin telakkisini reddetmektedir, çünkü Mu’tezile mensupları Allah’ı “ilim”le nitelemezler. Halbuki O, Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmında ilminin olduğunu haber vermektedir.”
Buradaki ilim gayb ilmi manasına gelebilir. Bazıları her şeyin bilgisi manasına almıştır, çünkü insanlar nesne ve olaylar hakkında Allah’ın bildirdiğinden başka hiçbir şey bilmezler, tıpkı meleklerin “Senin öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.” deyişi gibi. Sözü edilen ilme gayb bilgisi anlamı veren ise Cenâb-ı Hakk’ın su beyanına uyum sağlamaktadır. ”Beşerin kavrayış sınırlarını aşan şeyleri O bilir ve O, dilediği Allah elçisi hariç gayb alanını kimseye bildirmez.”
“O’nun kudret ve hakimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır.” İbn Abbas (i.a.) gibi bazı müfessirler buradaki “kürsî” kelimesine “ilmi” manasını vermişlerdir.’ Diğer bazıları da kürsüsü “kudret”i demektir demiştir. Bu da kudret ve azametle nitelemek anlamına gelir.
Denildi: “O’nun kürsüsü gökleri ve yen kuşatmıştır”; sözlükte kürsi bir şeyin aslı demektir, nitekim Arap dilinde “kirş” kökü kullanılarak “şunu tesis edip kurdu” denir. Âyetteki kürsüden maksat Allah’ın herkesin güvence yaratılmışların sığınağı olmasıdır. Sonuç olarak bu da azamet ve kudretle niteleme anlamına gelir. Yine buradaki kürsünün Allah’ın bir yaratığı olduğu da ileri sürülmüştür.
Yine denildi: Kürsî bilinen kürsü olup Allah Tcâlâ onu yaratıklarından dilediğine lütfetmek için halketmiştir.
Şunun da belirtilmesi gerekir ki kürsünün Allah’a nisbet edilişinden insanlara nisbet ediliş mânası anlaşılmamalıdır; tıpkı “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır”, Allah’ın nuru,” Allah’ın evi6 ve benzerlerinden yaratıklara izafe edildiklerinde anlaşılan mânaların hedefflenmeyişi gibi. Buna bağlı olarak “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır” mealindeki beyân-ı ilâhî ile benzen âyetlerden yaratıklara ilişkin sonuçlar çıkarılamaz. Bunun delili “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir” mealindeki âyet-i kerîmedir. Bekir Topaloğlu, Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler, İmam Ebu Hanife ve İmam Maturidî Araştırma Vakfı, İstanbul 2003, s. 32- 33
[115] “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve selem) nispet edilen “Ümmetimden iki zümreye şefaatim ulaşmaz, Kaderiyye ve Mürcie” mealindeki haberle Mürcie’nin yetmiş dilde lanetlendiği yolundaki rivayet sabit olmuşsa iki şekilde yorumlanabilir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır. Birincisi Mürcie ibaresiyle Cebriyye’nin kastedilmiş olmasıdır, çünkü Cebriye Kaderiyye ile bir noktada birleştirilmektedir. Aslında bu ikisi, karşı iki grup statüsünde bulunmakla beraber yergi içeren rivayet kendilerini bir noktada toplamıştır. Şöyle ki Kaderiye insanların fiillerine ait kudretlerini yine insanlaera münhasır kılmakta, bu fiillere yönelik olarak Allah’a hiçbir irade ve tasarruf nispet etmemektedir. Cebriyye ise fiillerin kudretlerini Allah’a havale edip mükelleflere gerçek manada bir hak tanımamıştır. Böylece Cebriyye her türlü çirkin ve terilmiş fiili Allah’a nispet eder duruma düşmüştür ki Cenâb-ı Hakk böyle bir şeyin kendi fiilinin niteliği olmasından âlî ve münezzehtir. Kaderiyye de fiilin işlenmesini onların mahiyetlerinden haberdar olmayan insanlara nispet etmiştir. Bu konuda isabetli olan ise orta yoldur: Fiillerin dış görünüş itibariyle kullardan sadır olması, mahiyeti itibariyle ise Allah tarafından yaratılması.” Maturîdî, Kitabü’t-Tevhîd, a.g.e., s. 501
[116] Yeprem, a.g.e., s. 329,334,337
[117] Sönmez, Kutlu, “MATURİDİDE İnsan Özgürlüğü”, İmam Maturidi ve Maturidilik, Haz. Sönmez Kutlu, Kitabiyat, Ekim, 2003, s. 45
[118] M. Sait, Yazıcıoğlu, “Mâtüridî Kelamında İnsan Hürriyeti Meselesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Dergisi, Cilt 30, 1990, s. 165.
[119] Ra’d Suresi, Ayet: 16
[120] Hûd Suresi, Ayet: 107
[121] Nahl Suresi, Ayet: 93
[122] Fâtır Suresi, Ayet: 8
[123] Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 304- 305
[124] “Bize göre irade fiille beraber olur, Mutezile’ye göre ise fiilden önce. Bu gerçek manadaki iradenin dışında kalan, mevcudiyeti halinde fiilin bazen oluştuğu bazen de oluşmadığı irade ise bilinen manasıyle temenni konumudadır. Allah Teâlâ böyle bir nitelikten münezzehtir.” Maturîdî, Kitabü’t- Tevhîd, s. 390
[125] Şu ayet-i kerîmelerde olduğu gibi:
“De ki: Gökleri ve yeri yaratan, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?” (En’âm Suresi, ayet: 14)
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer siz yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin.” (Bakara Suresi, ayet: 172)
[126] Maturîdî, Kitabü’t-Tevhîd, s. 306-307. Yazıcıoğlu, a.g.e., s. 32, 111,114, Kutlu, “Ebu Mansur el-Maturidi’nin Kelamî Görüşleri”, İmam Maturidi ve Maturidilik, Haz. Sönmez Kutlu, Kitabiyat, Ekim, 2003, s. 48
———————————————–
[i] https://www.academia.edu/36979566/Matur%C3%AEd%C3%AEde_%C4%B0rade_H%C3%BCrriyeti_Ekrem_%C3%96zdemir