M. Şemsettin Günaltay’a Göre Müslüman Dünyanın Aydın Krizi[i]
Doç.Dr. Hüsnü AYDENİZ[ii]
Giriş
Günümüz dünyasında eğitimden, sosyal hayata; hukuktan, uluslararası ilişkilere; ekonomiden, sanata farklı alanlarda yaşanmakta olan derin kriz, pek çok açıdan irdelenmesi gereken bir mahiyettedir. Neredeyse bütün sabitelerin derinden sarsıldığı bu çağda, insanın ontolojik anlamını kaybettiği ve hayatını idame ettirmesini sağlayacak epistemolojik bir belirsizlik içerisinde olduğu aşikârdır. Dünya genelindeki bu kriz, Müslüman topluluklara ise adeta kriz içerisinde bir kriz yaşatmaktadır. Müslümanların yaşamış oldukları coğrafyalar gerek stratejik gerek ekonomik konumları açısından bütün dünyanın ilgisini celbeden ve hemen her büyük devletin söz sahibi olmayı arzu ettikleri bir alanda olduğundan, krizin en temel gerekçesi olan coğrafyanın, bir anlamda Müslümanların kendisinden bütünüyle uzaklaşmalarının imkânsız olduğu bir alın yazısı gibi düşünülmesi mümkündür.
Bulundukları konumun getirdiği sıkıntılara rağmen Müslüman toplumlar, maddi ve manevi açıdan güçlü oldukları dönemlerde kendi coğrafyalarında ortaya çıkan veya hariçten gelen saldırılara karşı ciddi bir direnç göstermişler; hatta hâkim taraf olmanın verdiği güçle dünyaya yön verebilecek bir kudrete sahip olmuşlardır; ancak, son üç- dört asırdır dünyadaki gücün ekseni kaymış ve Müslüman toplumlar eski kudretli günlerini yitirmişlerdir. Kuşkusuz bunun pek çok sebebi bulunmaktadır.
Müslümanların bu krizden nasıl kurtulabileceklerine yönelik bir takım arayışların iki yüz yıla yakın bir süredir ciddi bir ivme kazandığı görülmektedir. Farklı milletlere mensup olmakla birlikte, Cemaleddin Afgânî’den, Mehmet Akif’e; Musa Cârullah’tan, Muhammed ikbale; Said Halim Paşadan, Ziya Gökalp’e kadar, Müslümanların ortak kaderini göz önünde bulundurarak bir takım önerilerde bulunan önemli aydınlara rastlanmaktadır. Bu aydınlardan birisi de, Şemseddin Günaltay’dır.
Bu bölümde görüşleri ele alman Günaltay, İlmî çalışmalarında ve serbest yazılarında pek çok farklı konuya değinmiştir. Bunların en önemlisi, Müslüman toplumların içerisinde bulunduğu kötü durum ve bunun bir sebebi olarak Müslüman aydınların yaşadığı krizdir. Ona göre, İslam dünyasının çöküşünün nedenleri tam olarak belirlenmeden, yeniden yükselişin yollarının bulunması mümkün değildir.[1] Dolayısıyla, onun Müslüman aydınlara yönelik eleştirel bakışı, onların yaşadıkları krizin nedenleri ve bu konuya ilişkin çözüm önerileri bu bağlamda ele alınacaktır.
Bu bölümün hazırlanmasındaki temel saik, Müslüman toplumların mevzubahis durumları üzerinde fikir sahibi olan Şemseddin Günaltay’ın düşüncelerini ortaya koymak, bu fikirlerden yararlanmak ve bunların kritiğini yapmaktır. Zira Günaltay, bu konuda birkaç açıdan ele alınmaya değer bir düşünürdür, ilk olarak, o, hem kendi geleneğine ve Doğu’nun diğer geleneklerine hem de yükselmekte olan Batı medeniyetine vakıftır. Bu da, meseleleri etraflı ve objektif bir şekilde değerlendirmek için önemli bir meziyettir. İkincisi, Günaltay tarih konusunda yetkin bir şahsiyettir. Mevcut sorunların kaynakları, ortaya çıkış şekilleri ve süreçlerinin değerlendirilmesinde, tarihsel birikime vakıf olmanın önemi açıktır. Üçüncüsü, Günaltay, hem dinî ve felsefî düşünce hem de fen bilimleri sahasında araştırma ve incelemelerde bulunmuş bir şahsiyettir. Bu üç alanın birbirleriyle münasebeti ve bu münasebetin nasıl sürdürüleceği hakkında bilgi sahibi olmak, karşılaşılan sorunların çözülmesinde önemli bir dayanak noktası olarak görülebilir. Dördüncüsü, Günaltay sadece bir teorisyen değil, aynı zamanda fikirlerini kısmen de olsa uygulama imkânı bulmuş olan bir aksiyonerdir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yürüttüğü siyasi faaliyetler çerçevesinde, kimi düşüncelerini uygulama imkânı bulması onu ayrıcalıklı bir konuma getirmektedir. Beşincisi, farklı düşünürler tarafından ortaya konan Türkçülük, İslamcılık, Muasırlaşma vb. kurtuluş reçeteleri konusunda kapsamlı bir değerlendirme yapma fırsatına sahip olan ve kendisini bunları uzlaştırmayı esas alan bir konuma yerleştirmeye çalışan bir düşünür olarak Günaltay[2], hem takdir edilebilecek hem de eleştirilebilecek bir takım görüşlere sahiptir.
M. Şemsettin GÜNALTAY
1. Müslüman Aydınların Yaşadığı Krizin Nedenleri
İnsanlık tarihinin hemen bütün evrelerinde bilgiyi ve maddi gücü elinde bulunduran medeniyetlerin, kendilerine rakip olarak gördükleri kültürler üzerinde bir hegemonya oluşturdukları görülmektedir. Bu, esasen insandaki hâkim olma ve benlik dürtüsünden kaynaklanmaktadır. Bu durum karşısında baskı altındaki toplumların gösterebileceği ilk tepki, kısmen makul olarak kabul edilse de, hâkim anlayışa yönelik eleştiride bulunmaktır. Bu tavrın süreklilik arz etmesi ise basitçe egemen unsuru kötülemeye ve bir mağduriyet psikolojisi oluşturmaya neden olmakta, toplumların kendilerinden kaynaklanan eksiklikleri görmelerini büyük oranda engellemektedir. Öyleyse yapılması gereken ilk şey, yaklaşımı tersine çevirerek, öncelikle dâhilde var olan eksikliklerin giderilmesidir. Yani, Müslüman toplumlar geride kalmalarının gerekçelerini sıralarken, öncelikli olarak kendilerindeki eksiklik ve yanlışlıklara yönelmeli ve bunların izalesine çalışmalıdır. Bu açıdan Günaltay “toplumsal bir nefis muhasebesi” çerçevesinde, özellikle toplumun önde gelenlerinin eleştirel bir değerlendirmesini yapmaktadır.[3]
Günaltay, bir milletin gelişmesinde “ahlâkî fazilet, fikir kudreti ve maddi gücün” üçlü bir sacayağı oluşturduğunu ve bunlardan herhangi birinde meydana gelen bir bozulmanın diğerlerini de etkilediğini savunur.[4] Kuşkusuz gelişmenin lokomotif gücü, toplumun aydın kesimleridir.[5] Özellikle Müslümanların buna ihtiyacı vardır. Ne yazık ki, Müslümanlar bu alanda ciddi bir eksiklik yaşamaktadır.[6]
1.1. Aydın Yetiştirmede Eğitim Sistemindeki Eksikliklerin Rolü
Eğitimin, bir toplumun gelişimindeki önemi tartışılmaz bir konudur. Müslümanların bu alandaki kötü durumu, meselenin etraflıca ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Günaltay bu konudaki eleştirel bakışını ve vaziyetin vahametini şöyle dile getirir:
“Millet hayatı ile çok yakından alakalı olan eğitim ve öğretim meselesi zannederim hiçbir ülkede bizde olduğu kadar ihmal edilmiş değildir. Düne kadar hâkimiyetimiz altında yaşayan Bulgarian bile muntazam mektepleri, tertipli programları, muktedir ve usul bilen öğretmenleri ile yüzümüzü kızartacak harikalar, terakki ve tekâmül gösterdikleri halde, bizde halen sonuç veren bir hareket görülmemesi ne ile izah edilebilir? iyi bir uyarıcı olan zamanın sillesi bile damarlarımızı ve sinirlerimizi dolduran kayıtsızlıktan bizi uyandırmıyor. Ne yaman uyku! Ne korkunç gaflet!’ [7]
Günaltay’a göre, eğitim konusundaki bu halin en önemli müsebbiplerinden birisi, toplumun aydın zümresidir.[8] Hem Osmanlı’nm son dönemi hem de Cumhuriyet döneminde, aydınların, eğitimi ideoloji transferinin bir aracı olarak görmeleri; reform adı altında, pedagojik temeli ihmal ederek yapılan ve bitmek bilmeyen değişiklikler göz önünde bulundurulduğunda, son yüz yıl içerisinde bu alanda ciddi bir atılımın gerçekleştirilemediğini ifade etmek abartı olmayacaktır. Ülkemizdeki üniversiteler de dâhil olmak üzere[9], bilimsel gerçeklerden uzak ve keyfilik içeren uygulamalardan fayda beklenemez.[10] Bununla birlikte, özellikle Cumhuriyet döneminde eğitim alanlarının ıslahı açısından ciddi bir ilerleme kaydedildiği söylenebilir; ancak, bundan daha önemli olan insan ve program ıslahının ve geliştirilmesinin yeterli düzeyde olmadığını bir özeleştiri olarak dile getirmek gerekir.[11]
Günaltay, geçmiş dönemlerde inşa edilen medreselerin, günümüz Müslümanlarının övünç kaynağı haline gelen pek çok ilim adamını yetiştirdiğini ifade eder.[12] Bu medreseler sadece dinî ilimlerin öğretildiği bir yapıya değil, felsefeden tıbba, astronomiden matematiğe, edebiyattan hukuka kadar pek çok alanda öğretim faaliyeti yürüten bir yapıya sahiptir.[13] Müslümanlar, böylesi bir modeli terk ederken, gelişmekte olan Batı medeniyeti neredeyse bu medreselerin “kopyası” konumundadır.[14]
Osmanlının son dönemlerinde medreselerden duyulan rahatsızlık ve muhtemelen bunların ıslahının imkânsız olduğu düşüncesi, mekteplerin açılmasına neden olmuştur. Ancak bu tutum, beklenilen faydayı vermek bir yana, “mektep-medrese çatışmasını” ortaya çıkarmış ve başta aydınlar arasında olmak üzere neredeyse toplumun bütün kesimleri arasında derin uçurumların açılmasıyla neticelenmiştir. Bu iki yapı arasındaki mücadele, bir süre sonra adeta bir kan davası haline dönüşmüş ve farklı alanlarda egemenlik kurmak bir gaye olarak gözetilmeye başlanmıştır. Günaltay, bu iki kurumun bir ahenk içerisinde hareket etme imkânlarının sağlanmış olması halinde, daha güzel sonuçların elde edilebileceğini ifade etmektedir.[15] Buradan hareketle, günümüze ışık tutan bir takım çıkarımlarda bulunmak mümkündür. İlk olarak, Tevhid-i Tedrisat uygulamasının hangi gerekçelerle kabul edildiği daha anlaşılır bir hal alabilir. Ancak bu alanda yapılan ve “tek tip insan yetiştirme” olarak eleştirilen bir takım yanlış uygulamaların, Günaltay’ın tasavvur ettiği modeli sağlamaktan uzaktır.[16] İkincisi, yüz yılı aşkın bir süredir eğitim sistemimizde makul bir düzenin oturtulamamış olması, geleceğe yönelik ümitleri azaltmaktadır. Üçüncüsü, bir toplumun kendi değerleri üzerinde inşa edilmeyen hiçbir eğitim modelinin, milli menfaatleri temin edecek bir yapıyı inşa etme imkânı bulunmamaktadır.[17] Dördüncüsü, her siyasi anlayışın, muktedir olduğu dönemlerde kendi ideolojisini yansıtan bir vizyonla ortaya koyduğu eğitim modelleri, muhalif siyasi anlayışların güç kazandığı dönemlerde sil baştan yenilendikçe faydalı bir sistem inşa edilmesi söz konusu değildir.
Aydın zümrelerin ilgilenmesi gereken konulardan birisi de, mesleki ve teknik eğitimdir. Sadece teorik bilginin verildiği eğitim kurumlarının toplumun gelişiminde tek başına yeterli olması mümkün değildir. Dolayısıyla, aydınlar bir yönüyle toplumun zihni ve ruhi dünyasını zenginleştirirken, diğer bir yönüyle de maddi zenginleşmenin teşekkülüne katkıda bulunmalıdırlar.[18] Bu bağlamda Günaltay, okullarda verilen eğitimin sadece devlete memur olmayı hedefleyen insanlar yetiştirmesini eleştirerek, serbest girişimleri destekleyen ve benliğin gelişmesine yardımcı olacak bir anlayışın oluşturulmasını savunmaktadır.[19]
Günaltay’ın üzerinde durduğu bir diğer önemli konu, din öğretimi meselesidir. Ona göre, özellikle gençliğin bir takım hurafelerden uzak tutulması için bu eğitimin okullarda verilmesi zorunludur. Ancak bu yolla, dinî inanç adı altında öğretilen bir takım yanlış bilgilerin ve yanlış yönlendirmelerin önüne geçilebilir.[20] Başlangıçta sadece din öğretiminin değil, din eğitiminin de üzerinde duran Günaltay’ın, sonraki dönemlerde bu görüşlerini kitabından çıkarmış olması üzüntü verici ve bir aydın sorumluluğuna uygun olmayan bir tavır olarak görülebilir.[21] Ancak, söylem düzeyindeki bu tavrın, mensubu bulunduğu siyasi hareket içerisinden gelen tepkilerin hafıfletilmesine yönelik bir manevra olarak değerlendirmesi de mümkündür. Nitekim başbakanlığı döneminde dinî kitapların eğitim müfredatına dâhil edilmesi, ilahiyat fakültelerinin ve imam-hatip kurslarının açılması bunun bir kanıtı olmaktadır.[22] Bu konuda, topyekûn yeniden bir değerlendirmeye ve toplumun bütün kesimlerini kuşatan bir modelin inşasına çalışmak büyük bir önem arz etmektedir. Benzer bir durumun yabancı dil öğretimi konusunda da var olduğu dikkat çekmektedir. Farklı toplumlarda gerçekleşen bilimsel ve kültürel ilerlemelerin diğer insanlar tarafından paylaşılması için yabancı dil öğretimini Arapça ve Farsça’yı da içine alacak şekilde gerekli gören Günaltay[23], muhtemelen konjonktürün bir gereği olarak sonraki dönemlerde bu konuya ilişkin değerlendirmelerini Arapça ve Farsça’yı dışlayacak biçimde revize etmiştir.[24] Gerek din gerek dil öğretimi konularında yeniden kapsamlı bir değerlendirmenin yapılmasının zorunlu olduğu görülmektedir.[25]
Müslümanların eğitim alanındaki temel eksikliklerinden biri de, kadınların eğitime dâhil edilmesi sorunudur. Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu ülkelerdeki eğitim durumuna bakıldığında, kadınların eğitim öğretim faaliyetlerine katılımlarının son derece düşük düzeyde oldukları gözlemlenmektedir. Günaltay, bir toplumun inşasında, nesillerin yetiştirilmesindeki en önemli aktör olan kadınların eğitim öğretim faaliyetlerinden uzak tutulmalarının, her şeyden önce İslam’ın ilkelerine aykırı olduğunu vurgulamaktadır.[26] Kuşkusuz, kadınların eğitim-öğretim faaliyetlerine katılmalarına yönelik itirazlarda bir takım olumsuz şartlar etkili olmuştur.[27] Ancak bu durumda da, yapılması gereken temel bir insan hakkının ortadan kaldırılması veya engellenmesi yerine, olumsuz olduğu düşünülen unsurların düzeltilmesi olmalıdır.
Bütün bu veriler çerçevesinde, eksik yanlarına rağmen Günal- tay’m arzu ettiği eğitim modeline ilişkin önerilerin, içerdiği reform önerileri açısından güncelliğini devam ettirmektedir.[28] Burada dile getirilen hususlardaki eksiklikler giderilmeden, topluma yön verecek aydınların yetiştirilmesinin imkân dâhilinde olmadığını ifade etmek gerekir.
1.2. Geleneği ve Moderniteyi Birlikte Anlamama
Son dönem Osmanlı aydınları arasında ana hatlarıyla iki yönelimin bulunduğu söylenebilir. Ahmet Mithat Efendinin Muallim Naci ve Beşir Fuat örnekleriyle müşahhas hale getirdiği bu aydın tiplerinden ilki, kendi geleneksel birikimine vakıf olmakla birlikte, yükselmekte olan Batı medeniyetinden haberdar olmayan ve bu nedenle oradan faydalanma imkânı bulunmayan veya bunu doğru görmeyen bir anlayıştadır, ikinci tip aydınlar ise, Batılı değerleri neredeyse özümseyecek kadar bilen; ancak kendi geleneklerini bilmeyen yahut kendi geleneklerini Batılı kaynaklardan öğrenme durumunda olan aydın tipleridir.[29]
Günaltay, geleneksel düşünceyi ve modern anlayışı birbirleri aleyhine feda eden her iki yaklaşımı da eleştirmektedir. Kendi kültürünü tahkir etme pahasına Batılılaşmayı yahut Batıdan gelen her şeyi sapkınlık olarak değerlendirerek kendisini bunlara kapatanları, cehaletin iki yönünü temsil eden kişiler olarak nitelendirmektedir.[30]
Sadece Batılı değerlerden ve ülkelerden medet ummak, Müslüman aydınlara uygun bir davranış tarzı olarak görülemez. Kaldı ki, medeniyetlerini inşa eden unsurlardan biri olarak Hıristiyanlığı gören, fakat onun temel ahlâkî ilkelerini bile yeri geldiğinde göz ardı eden bir profile sahip Batı, kendi haricindeki toplumların kalkınması adına işlevsel bir konumda asla olmayacaktır.[31] “Muasırlaşma” adına milli ve dinî değerlerden kopmak bir modernleşme olarak değil, ölümle sonuçlanan bir süreç olarak görülmelidir.[32]
Günümüz Müslümanlarının içerisinde bulundukları “sefil” durumu inkâr etmek elbette mümkün değildir. Ancak, bazı insanların bu durumun müsebbibinin bizzat din olduğu fikrini ileri sürmele
ri, sorunun doğru teşhisini yapamaya engeldir. Günaltay’a göre bu noktada asıl sorumlular “ilim adamı kisvesine, derviş kıyafetine, şeyh elbisesine bürünmüş; fakat ilimden, irşattan nasipsiz ve habersiz oldukları halde hakiki âlimlerin ve mürşitlerin makamlarını gasp etmiş olan bir kısım adamlardır.”[33]
Zihin dünyası tamamen Batılılaşmış bir aydın tipinin karşısında, “her türlü yeniliği” kötü gören ve engellemeye çalışan bir başka aydın tipi daha vardır ki, bunlar, kendilerinden önce yaşamış olan nesillerde görmedikleri herhangi bir uygulamayı adeta günah kabul etmekte[34], sıradan olayları açıklamada bile akıl ve mantık sınırlarını aşan fevkalade değerlendirmeler yapabilmektedir.[35]
Bu iki zıt yaklaşım karşısında Günaltay, üçüncü bir çıkar yol bulunduğunu düşünmektedir. Bu yol da “benliğimizi, milli hüviyetimizi korumak manasına doğulu kalmak, batının bütün teknik bilgi ve ilimlerinden, medeniyetinden her şekilde yararlanmak manasına Batılılaşmak hem mümkün hem de lazımdır”[36] şeklinde çerçevesini çizdiği anlayıştır. Küreselleşmenin, bilgi akışının ve bu vesileyle kültürel formların geçişkenliğinin baş döndürücü bir hıza ulaştığı çağımızda, pek çok aydın tarafından önerilen “Batının teknolojisinin alınması; buna mukabil kendi kültürümüzün muhafazası” önermesinin ciddi bir şekilde tartışılması gerekmektedir.[37] Zira bugün herhangi bir teknolojik aracın kullanılması beraberinde o ürünün üretim kaynağındaki kültürel bağlamın da taşınması anlamına geleceğinden, belki de yeni bir paradigma ile “bizatihi teknolojinin de” kendi tarafımızdan üretilmesi evresine geçilmesi gerekmektedir.
1.3. Aşağılık Kompleksi
Son dönem Müslüman düşünürlerin, bir özeleştiri olarak dile getirdikleri ve Müslümanların Batı medeniyeti karşısındaki “aşağılık kompleksi” vurgusu, üzerinde durulması gereken bir konudur.[38]
Günaltay, Müslümanların Batı karşısında yaşadıklarını düşündüğü “aşağılık kompleksi”nin giderilmesinde “milli şuur” kavramını öne çıkarır. Tarih boyunca “milli duygu ve ortak karakterlere dayalı olarak ortaya çıkan örnekler, bu zihniyetin bertaraf edilmesinde yardımcı bir unsur olarak kullanılmalıdır.[39]
Müslüman düşünürlerin Batı medeniyetini eleştirirken, zaman zaman maksadı aştıkları gibi bir izlenim belirmektedir. Örneğin, Günaltay “Avrupa medeniyeti aktif olmaktan çok pasiftir. Avrupa’da sanat, ticaret, servet ve refah hangi oranda yükselmişse, ahlâkî değerler, insani faziletler de o derece düşmüştür. Küçük ve değersiz menfaatler uğruna bir Avrupalının feda etmeyeceği hiçbir şey yoktur. Avrupa’dan medeniyet, insanlık adına bir şey beklemek, Avrupa’yı tanımamaktır, daha doğrusu budalalıktır. Birkaç değerli insanı şahit göstererek bizim yanıldığımızı ispatlamak isteyenlere çoğunluğu göz önünde bulundurmalarını tavsiye ederiz”[40] sözleriyle bir anlamda bu aşırılığın bir parçası olmaktadır. Bu tür bir yaklaşım, günümüz Batı dünyasının Müslümanlara yönelik “toptancı ve indirgemeci” anlayışından pek de farklı bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Ayrıca, Günaltay’ın güzel olarak sadece birkaç örneğin bulunduğu şeklindeki iddiasını ihtiyatla karşılamak gerekir.
Aşağılık kompleksi eleştirilerinde, genellikle göz ardı edilen hususlardan birisi de, ‘Müslümanların Batıdan hiçbir şey almaya ihtiyaçlarının bulunmadığı’ şeklinde bir iddiada bulunanların durumudur. Müslüman toplumların geçmişlerindeki başarılarını mütemadiyen gündemde tutarak, iddialarını delillendirmeye çalışan bu kişilerin yaklaşımının “tarihlerine duydukları abartılı özgüvenin yansıması olan ayrı bir kompleks” olarak tartışılmasında yarar bulunmaktadır.
1.4. Din, Bilim ve Felsefe İlişkisini Doğru İnşa Edememe
Modern dönemin en temel sorunlarından birisi, din, bilim ve felsefe ilişkisini sağlıklı bir temele oturtamamalarıdır.[41] Bu durum, her şeyden önce dini bizatihi bir sorun kaynağı haline dönüştürebilir. Dine atfedilen anlam sağlıklı bir şekilde belirlendiğinde ise, insanlar arası ilişkinin sağlamlığı için önemli bir dayanak haline gelir.[42]
Düşünce tarihinin en önemli meselelerinden biri olan din-akıl ilişkisi, bilgiyi elde etmenin farklı yolları arasında gerçekleştirilen ahenkli bir çalışma ile doğru bir temele oturtulabilir. Bu noktada Günaltay, yaşadığı dönemde İslam düşünce tarihinin çoğu zaman ihmal edilen bir ilkesine vurgu yapmaktadır:
“Henüz kesinlik kazanmamış nazariyeler bir tarafa bırakılırsa, ispatlanmış ve kesinlik kazanmış olmak şartıyla hiçbir ilmi mesele bulunmaz ki, dinimizin tebliğ ettiği gerçeklere muhalif olsun. Muhalif gibi görülen noktalara tesadüf edilirse bunların da tevil edilmesi dinen caiz görülmüştür. Çünkü bir meselede akıl ve nakil arasında uyuşmazlık olursa, akıl delilinin üstün görülerek nakil yoluyla gelen delilin, meşru ölçüler içerisinde tevili, İslam’ın hükümlerindendir.” [43]
Günaltay’ın eserleri ve yazıları, sınırlı da olsa “İslam Bilim ve Felsefe Tarihi” birikimini aktarmakta ve geçmiş dönemlerde başarılı bir şekilde aralarında ahenkli bir yapı oluşturulan din-bilim-felsefe ilişkisine dikkat çekmektedir. O, Müslüman düşünürlerin eserlerinden istifade etmekle yetinmeyip, Batılı araştırmacıların değerlendirmelerini de bir delil olarak sunmaktadır.[44] Zira tarih boyunca pek çok Müslüman düşünürün yazdığı eserler, “hikmet” arayışını önceleyen bir zihniyetin yansımalarıdır. Bunun tersi ise, ilahi hakikatlerin araştırılması ve gözlemlenmesi yerine, taklide dayalı bir “kabul, tasdik ve neticede hurafelerin yerleştirilmesi” olup, bu noktada âlimlerin de geride kalması kaçınılmaz hale gelmiştir.[45]
İslam coğrafyasında ortaya çıkan ve farklı bilim alanlarından istifade etmeyi engelleyenlerin, İslam’ın sunduğu bazı verileri anlamakta acze düştükleri görülmektedir. Zira insanların doğayı ve doğal olayları anlamaları için, salt soyut tefekkür yeterli değildir. Doğaya ilişkin incelikleri kendilerine öğretecek bir takım ilmi araştırmaları derinlemesine yapmaları ve bu alanlardaki ilimler üzerinde gayret sarf etmeleri gerekmektedir.[46] Günaltay, “Kendini tanıyan, Rabbini tanır” hadisinin bütün yönleriyle anlaşılabilmesi için, fizyoloji ve psikoloji gibi bazı bilim dallarından yararlanılmasının, yardımcı bir unsur olarak kullanılabileceğini savunmaktadır.[47]
İlimler arasında bulunan genel bağlantıları ortadan kaldırmak, bir takım problemlerin ortaya çıkmasına ve doğanın anlaşılması noktasında bunlardan elde edilmesi muhtemel olan faydaların engellenmesine neden olur. Örneğin, bir konunun bütün yönleriyle açıklanabilmesi ve anlaşılabilmesi hususunda, fen bilimlerinin felsefe ile irtibat halinde olması gerekmektedir. Bu suretle, bilim vasıtasıyla elde edilen hususların belirli bir düzene sokulmasında ve bazı hususların doğru yorumlanmasında felsefeden istifade edilir.[48] Yine tecrübe ve inceleme yoluyla elde edilmesi mümkün olmayan “mebde’ ve meâd” gibi bazı konularda, metafizik ve dinin yardımına başvurma zarureti ortadadır.
“Mebde ve meâda taalluk eden bu mühim meseleler; metafiziğin daire-i tetkikine dâhildir. Edyân-ı mevcûdenin kâffesi bu mesâilin izahıyla meşgul olmuştur. Mesâil-i mezkûrenin “niçin’leri fen ile izah olunamaz; çünkü fennin usulleri bu gibi mesâili âliyeye kadre vâsıl olamazlar. Fen, yalnız maddiyat ve mahsûsâtı izah edebilir. Mebde’ ve meâd mesâili karşısında fen tamamıyla sâmit ve sakindir. Çünkü bu mesâilsâhây-ı tecrübenin mâverasındadırlar. Gerçipozitivist mektebi mensuplan pek ileri giderek fennen tetkik edilemeyen bu gibi mesâil ile meşguliyeti bir külfet addedebilirler. Fakat bu bapta ser- dettikleri mütâlaat kanaat b ahşolab ilecek kuvveti hâiz görünmüyor. Hâlbuki pozitivistlerin tetkikinden istiğna gösterdikleri bu mesâil beşeriyet kadar kadimdir. Her devrin derin düşüncelileri bu meselelerle iştigal lüzumunu hissetmişler ve meşgul olmuşlardır.” [49]
Günaltay, bu suretle, “varoluşsal soruların” her zaman insan zihnini meşgul ettiğini ve bundan sonra da devam edeceğini belirtir. [50]
Günaltay, Müslümanlar arasında felsefeye yönelik olumsuz tavrın ortaya çıkmasını Eş’arî kelamının yükselişine dayandırmakta ve onun felsefenin sönüşüne neden olduğuna işaret etmektedir.[51] Sonraki dönemlerde bu durumun etkileri daha ileri bir boyuta ulaşmış, Osmanlı medreselerindeki geri kalışın başlangıç aşamasını felsefe derslerinin kaldırılması oluşturmuştur. Bunu müteakip, dinî ilimlerin dışındaki diğer bilimler de yavaş yavaş müfredatın dışına atılmış ve tarih içerisinde bu alanlarda kıymetli eserler vermiş olan düşünürler gayr-ı Islami olarak değerlendirilmiştir. Ancak ne gariptir ki, kendi geleneğinin mensubu olanlara karşı gösterilen bu olumsuz tutum, Hz. Peygamberden yaklaşık dört asır önce yaşamış olan Porphyrus’a karşı gösterilmemiş, bu bir yana onun kitabı medreselerin vazgeçilmezleri arasına yerleştirilmiştir.[52] Günaltay, gerek fen bilimlerinin verilerini gerek tarihi olayların arka planlarını anlama hususunda felsefi yöntemin zorunluluğunu savunmaktadır. Ona göre bu zorunluluk, harici bir zorunluluk olmaktan ziyade, olaylara ilişkin insanın özünde olan “şüphe” ve çevresine karşı “lakayt” kalmama duygusudur. Bu, gözlemin bir adım ötesine geçerek “hadiselerin niçinin” sorgulanmasıdır.[53]
Müslümanların, felsefenin sorgulamayı önceleyen doğasından dolayı, ona karşı temkinli bir duruş sergilemesi doğal karşılanabilir. Zira sorgulama ehil insanlar tarafından ve doğru bir metotla yapılmadığında epistemolojik bir belirsizliğin başlangıcı ve kitlelerin zihnini bulandırıcı olabilir.[54] Nitekim Gazzâlî’nin Ilcâmul Avâm’da ortaya koymaya çalıştığı tavrın böyle bir endişeden kaynaklandığı söylenebilir. Ancak süreç, felsefenin bütünüyle dışlanması şeklinde tezahür ettiğinde, İslam düşünce geleneğinin anlaşılmasında önemli bir boşluğun ortaya çıkma ihtimali göz ardı edilmemelidir. Örneğin Gazzâlî’nin veya Râzî’nin herhangi bir eserini okuyan Müslüman bir aydının, Mutezilî âlimlerin, Fârâbî’nin veya İbn Sina’nın görüşlerine müracaat etmeden etraflı bir kanaate ulaşmaları; yine Platon, Aristoteles ve Plotinus’un görüşlerini bilmeden, bazı Müslüman filozof ve mutasavvıfların görüşlerine muttali olmaları ne kadar mümkündür? Bunun da ötesinde, modern bilim ve onun dayanakları en azından ana hatlarıyla bilinmeden, karşılaşılan düşünsel tartışmaların cevaplandırılmasında, nasıl bir strateji belirleneceğinin tespiti söz konusu olabilir mi?
Geçmişten günümüze aktarılan geleneksel dinî mirasın korunması konusunda Müslümanlardan daha katı bir tutum benimseyen Katolik Kilisesinin bile, din-bilim-felsefe ilişkisi konusunda ciddi bir paradigma değişimi yaşadığı, çağın gerçekliğini idrak ettiği ve Müslümanlara nazaran çok daha ileri bir aşamaya ulaştıkları görülmektedir.[55] Dolayısıyla Müslüman aydınların birbirini dışlayan bir tutum sergilemesi, hiçbir olumlu neticeyi doğurmayacaktır. Bu bağlamda, farklı disiplinlere mensup olan Müslüman aydınların, aralarında ciddi bir diyalog ortamı oluşturmaya olan ihtiyaçlarını ve bunu çeşitli organizasyonlar çerçevesinde gerçekleştirmelerinin zorunluluğunu ifade etmek gerekir.
1.5. Tekfir Sorunu
Tarihin her döneminde farklı dinî anlayışlara mensup olan insanların kendileri gibi düşünmeyenlere yönelik olarak yürüttükleri bir “ötekileştirme” faaliyetine rastlamak mümkündür. Hıristiyan gelenekte “aforoz” şeklinde tezahür eden bu tavrın, İslam düşünce tarihinde “tekfir” olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Günaltay’a göre, Müslümanların kimi ileri gelenleri, temeli ahlâk olan dinin ilgili ilkelerini topluma aşılama ve öğretme gayretini bir kenara bırakarak adeta toplumun sefaletinin zeminini hazırlamışlardır. Halkın asıl vazifesi olan ahlâkî ilkeleri öğrenmek ve uygulamak iken, aydın kesimlerin gündemde tuttuğu “tekfir” söylemi, bir yönüyle de araştırma ve incelemeyi ortadan kaldırmıştır.[56] Zaman zaman İslam’ın yükseliş dönemlerindeki anlayış tarzına yönelmeyi düşünen ve Günaltay’ın “ateşli zekâlar” ve “etkili dehalar” olarak nitelendirdiği kimi Müslümanların, tekfir ve zındıklık ithamından korkarak, bundan vazgeçtiklerini iddia etmektedir.[57]
İslam düşünce tarihinde, farklı fikirdeki kimi insanların birbirlerine yönelik ağır ithamlarına ve tekfir söylemine karşı, bu farklılıkları salt ilmi bir mesele olarak gören ve diyaloglarını sürdüren örnekler de bulunmaktadır. Günaltay’ın arzusu da, özellikle dinî yorum farklılıklarının bir ayrım aracı olarak görülmekten ziyade, gelişimin bir aracı olarak değerlendirilmesidir. Ancak Batı dünyasında kilise ile bilim adamları arasındaki mücadeleyi dile getirerek[58], İslam düşünce tarihinde “bazı ufak tefek ayrılıkların” meydana geldiğini iddia etmek[59], pek de doğru bir yaklaşım değildir. Günaltay’ın İslam tarihinden yaptığı aktarımlarla zaman zaman bu çelişkiye düştüğü de gözlemlenebilir.[60]
Günaltay’ın, Müslümanlar arasında farklı din ve kültürlerden etkilenmiş olan birtakım dinî yapılanmaların birbirlerini tekfir etmelerini eleştirmesi son derece anlamlı ve önemlidir. Fakat şu ifadeleriyle kendisiyle çelişki içinde olduğu gibi bir algı oluşturabilir: “…Mutezile, Şia, Havaric, Mürcie, Müşebbihe, Neccariye ve Cebriyye gibi mezheplerin erbabı diğerlerini tekfir ediyor; aynı mezhebin muhtelif şubeleri bile birbirlerine küfr-i âmiz ithamlar yağdırıyorlardı. Hakikat halde ise hepsi de Esâsât-ı İslamiyeden ayrılmışlardı.”[61]
1.6. Ahlâkî Sorunlar
Dünya üzerinde, dindar oldukları ifade edilen insanların sayısı, herhangi bir dinî aidiyeti kabul etmeyenlerden mukayese edilemeyecek kadar fazladır. Dindarların iddialarına göre, bir dine mensup olmak bireyleri ahlâkî açıdan daha iyi bir noktaya getirmektedir. Ancak fiili durumun böyle olmadığına yönelik bazı iddialar da bulunmaktadır. Günaltay, maddeci düşünceyi benimsemiş olanların, ahlâkî açıdan zaaf içerisindeki insanlardan daha iyi bir noktada bulunmalarım, maddecilerin de bir dinî temele dayalı olarak yetişmiş olmalarına dayandırmaktadır.[62]
Batı dünyası, Roma medeniyetinden beri neredeyse her zaman dünyanın geri kalan kısmına yönelik emperyalist duyguları barındıran bir zihin haritasına sahip olmuştur. Müslümanların geride kalış sürecinde, karşısında dirençli bir engel bulamadığı zaman sözde “barış orduları” adı altında işgalci bir pozisyon belirlemiştir. Siyaseten kurulan hâkimiyetler gelip geçici bir yapıya sahip olduğundan dolayı, üzerinde egemenlik kurulan toplumların yeniden alternatifler üretmemesi için, bu hâkimiyetin farklı şekillerde de tahkim edilmesi gerekmektedir. Batı, bunun yolunu, egemen olduğu toplumların değer sistemlerini tahrip etmekte bulmuştur. Müslüman dünyada bu duruma karşı mevzi direnişler gösterilmiş olsa da, bazı insanların ilerleme adına kendilerine dayatılan zihniyete teslim oldukları görülmüştür.[63]
Alternatif bir yaklaşımın ortaya konulmasında en büyük role sahip olması gereken ilmiye sınıfı arasında baş gösteren “zâdegânlık” uygulamasının, çözümü engelleyen ahlâk problemlerinden birisi olduğu söylenebilir. İlim kurumlarının belirli bir sosyal statü elde etmiş olan “aristokrat” bir zümrenin bir istihdam aracı olarak görülmesi, siyasi açıdan dönemin yöneticilerine yarar getiren bir uygulama olarak görülse de, toplumun gerilemesinin bir unsuru haline gelmiştir. Günaltay durumu şöyle özetler:
“Medrese Lam ve Abdulgafur[64] gürültüleri arasında nereye koştuğunu bilmeden şaşkın şaşkın koşup (kâle)nin aslını, musannifin “nasara’yı “yensuru’dan önce getirmesinin sebep ve hikmetini araştırırken, yüksek ilmi rütbeleri işgal eden kimseler de, şahıslarına ait sefil menfaatleri temin ve bayağı ihtirasları tatmin için “Sultanın beğendiği her şey hünerdir” nakaratı ile dini, müstebitlerinin emellerinin oyuncağı, milleti de cehalet ve tembelliğin canlı bir temsilcisi haline getirmeye uğraşıyorlardı. ”[65]
1.7. Geleceği Okuyamama
Tabiatın bir süreklilik içerisinde değişime uğradığı görülmektedir. Her yeni anın bir öncekinden farklı olduğu şeklindeki felsefi tartışmalar bir yana, kısa süreler içerisinde gözle görülür değişimlerin yaşandığına hemen her birey şahit olmaktadır. Farklı durumlarda değişimin hızı da farklı şekillerde tezahür etmektedir. Toplumsal değişmenin de bundan beri olmadığı açıktır. Buna mukabil, sosyal kurumların inşası ve bu çerçevede ortaya konan anlayışlar, kimi zaman değişimin ivmesini azaltmaktadır. Özellikle dinî anlayışlarda gerçekleşen kurumsallaşma süreçleri, ana yapının korunması amacını gütmek ve bunu büyük oranda gerçekleştirmek açısından büyük bir önem arz eder; ancak, aynı kurumların toplumsal dinamizme ket vuran bir boyuta evrilmesi pek şaşırtıcı değildir. Dinî inanç ve kuralların otoriter bir yapıya sahip olması ve yapılacak eylemlerin “günah”la karşılık bulma riskinden dolayı, özellikle dindarlar arasında dinî olanın değişimi konusunda çekingen bir tavrın yaygın olması kaçınılmaz hale gelir. Bu durumun yararlı yönleri olmakla birlikte, statükonun içine bir şekilde girmiş olan yanlış inanç ve kanaatlerin ayıklanması zorlaşmaktadır.
Değişimin önündeki engellerden biri de, geleneğin kutsanmasıdır. Kuşkusuz toplumlar inançlarını belirli bir geleneğin içerisinde somutlaştırırlar. Zaman ve mekân olgusunun göz ardı edildiği bir insani yapıdan söz etmek imkânsızdır; ancak, özellikle ilahi kaynaktan gelen bir dinin yorumlanması sürecinde ortaya çıkan anlayışların, öze ek olarak kutsal kabul edilmesinin, sonraki dönemlerde bir takım sorunlara neden olacağı açıktır.
Bu konuya ilişkin Günaltay’ın düşüncelerini iki başlık halinde ele almak mümkündür. İlki, dinî ilimlerde uygulanan metodolojinin güncellenememesi sorunudur. Günaltay, bir usul üretme bir yana, var olan usullerin bile yeterince anlaşılamadığı konusuna işaret etmektedir. Bu durum hadis, fıkıh ve kelam ilimlerinde çok belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.[66] Mutaassıp bir taklit, fikir hürriyetinin engellenmesine, düşüncenin baskı altına alınmasına ve İlmî anlayışın ihmaline neden olmuştur.[67] Özellikle hicri beşinci asırdan sonra “içtihat kapısının” en azından fiili bir şekilde kapatıldığını düşünen Günaltay, bunun sosyal ve siyasi bir takım nedenlerini dile getirmektedir[68]. Hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, böylesi bir durumun oluşturduğu problemlerin neden olduğu sorunlar, her şeyden önce Müslüman toplumların gelişimi için büyük bir engel teşkil etmektedir.[69]
İkincisi ise, sosyolojik ve psikolojik olan değişim olgusudur. Dünya üzerindeki bütün dinler, zamanları ve çevrelerinde var olan şartlar muvacehesinde bir takım ilkeler ortaya koyar. Bundan dolayı farklı dönemlerde farklı ilkelerin olması doğaldır. Bu bağlamda son din olan İslam bir takım esaslı ve değişmez ilkeler vaz etmekle birlikte, fer’i hususlarda değişik bazı kuralları kabul etmeyi mümkün kılar.[70] Ancak Günaltay’ın teorik olarak yaptığı “şer-i mücmel-şer-i mufassal” ayrımı çerçevesinde, nelerin mücmel olana nelerin mufassal olanlara dâhil edileceğine yönelik bir sabitenin bulunmaması, konunun pratik düzlemdeki durumunu tartışmalı hale getirmektedir. Günaltay’ın farklı dinî geleneklerin, özellikle mistik unsurlar bağlamında birbirinden etkilenmelerine dair verdiği örnekler[71], yukarıdaki yaklaşımı açısından yeterli gözükmemektedir. Eğer Günaltay bu ifadeleriyle sadece mistik eğilimlerdeki bazı hurafeleri kastediyorsa, bu, “inhitattan” kurtuluş için çok köklü bir değişim önerisi içermiyor demektir. Buradan hareketle, Günaltay’ın temelli bir gelenek eleştirisinden ziyade, geleneği kutsallaştıran kişi ve grupları eleştirdiği söylenebilir.
1.8. Aydınların Siyasetle İlişkisindeki Sorunlar
Din ile siyaset arasındaki ilişkinin yanlış bir temele oturtulması, sadece bilinçsizce yapılan bir yanlış olarak görülmemelidir. Tarihin pek çok döneminde, geniş halk kitlelerinin duygularına hitap ederek, kitle psikolojisinin oluşturduğu gücü daha kolay yönetebileceğini düşünen kimi yöneticilerin, özellikle dinî bilincin köreltilmesinde aktif bir rol üstlendikleri ve bu noktada halk üzerinde etki sahibi olan insanların itibarlarından istifade ettikleri söylenebilir. Cehalet odaklı bir itaati ve sorgulamayı öteleyen bir anlayışı benimsemiş kitleler, bilmeden de olsa bu yöndeki bir anlayışın destekçisi olmak durumunda bırakılmışlardır.[72]
“Hamalından vezirine, erinden mareşaline kadar her fert, kendi işini bırakarak başka şeylerle, memleketi çöküntüye sürükleyecek siyasi ihtiraslarla uğraşmaya başladı. Mekteplerde, medreselerde dersler bırakıldı. Yerlerine siyaset mücadeleleri konuldu. On yaşındaki çocuklar bile ders kitaplarını okuyacaklarına, parti gazetelerine düştüler. Kadınlar ananelerini, mukaddes görevlerini unuttular, başka emellere koştular… Üzülerek belirtelim görevi benimsememe hastalığından hiçbir fert yakasını kurtaramadı. Milletin fertlerinden az çok aydın sayılan her şahıs, hasta vatanın yaralarını sarmayı düşünmekten çok, onun kurumuş damarlarından biraz daha kan emebilme yollarını aramaya koyuldu. Neticede bugünkü felaket -pek tabii olarak- hepimizi kanlı pençeleri altında kıvrandırdı, ezdi, mahvetti. Anayurt hançerlendi, çocukları boğazlandı, doğrandı.” [73]
Bir aydın sorumluluğuyla hareket etme cesaretini gösteremeyen ve siyaset karşısında doğruları söyleyemeyen insanlar, kısa vadede bulunmuş oldukları konumları muhafaza edebilseler de, uzun vadede milletin bütününü tehlikeye atan uygulamaları engelleyememişlerdir. Eskinin devamı olan ve sadece şeklen gerçekleştirilen bir takım yeniliklerin birer kurtuluş formülü olarak görülmeleri sağlıklı bir netice vermekten uzak kalmıştır. [74] Bu konuda Endülüs, Müslümanlar için güzel bir örnek oluşturmaktadır. Endülüs’ün yükselişinde, dönemin siyasi yetkililerinin ilim erbabına gösterdikleri saygı ve ihtimam önemlidir. Bu dönemde sarayda görevli olanların ilimden fazlasıyla nasip alanlardan müteşekkil oldukları görülmektedir.[75]
Aydınların siyasetle olan ilişkilerinin bir diğer problemli boyutu da, fikri katkılarıyla siyasete yardımcı olmaları beklenen insanların, zaman zaman fiili müdahalelere yönelmiş olmalarıdır. Belirli bir devlet geleneğine ve güçlü bir iradeye sahip olan siyasi oluşumların, tarihin hiçbir döneminde devlet işlerinde kendilerine alternatif yapılanmaları tasvip etmedikleri açıktır. Siyaset, zayıf dönemlerinde kendisine alternatif olabilecek yapılanmaların yönlendirmesine açık hale gelebilir. Ancak bu durumun toplumsal açıdan herhangi bir yarar getirmediğini görmek büyük bir önem taşır.
Günaltay’ın görüşleri ışığında aydınlarla siyasetçiler arasındaki ilişkiye yönelik şöyle bir tasnif yapmak mümkündür: Birinci model, aydınların ve siyasetçilerin kendi konumlarını sağlamlaştırmak adına, birbirlerinin toplum üzerindeki güçlerinden istifade etmeleri ve statükoyu devam ettirmeleridir. Bunu, “aydın ve siyasetçinin negatifte uzlaşması” olarak isimlendirebiliriz. Böyle bir modelde, kısa vadede kazanan aydın ve siyasetçiler, uzun vadede toplumun huzurunu ve geleceğini tehlikeye atmaktadırlar, ikinci model, aydın ve siyasetçilerin toplum üzerindeki güçlerini kullanmak suretiyle, birbirleri üzerinde üstünlük sağlama ve birbirlerini dizayn etmeleri düşüncesini öngörmektedir. Bu modeli de “aydın ve siyasetçinin negatif ayrışması” olarak isimlendirmek mümkündür. Bu yaklaşım ise, hem aydınları hem siyasetçileri hem de toplumu yıpratan bir süreci ortaya çıkaracaktır. Bu iki yaklaşım tarzına alternatif oluşturabilecek olan üçüncü model ise, aydınların ve siyasetçilerin kendi konumlarının gerektirdiği ve müsaade ettiği bir bağlamda hareket etmeleri; aydınların siyasetçilere fikir hizmeti sunmaları, siyasetçilerin ise aydınlara gerekli ortamı hazırlamaları ve onlara itibar etmelerini önceleyen bir modeldir. “Aydın ve siyasetçilerin pozitifte buluşması” olarak nitelendirilebilecek olan bu model, hem bu zümrelerin hem de toplumun yararını ortaya çıkaracak bir içerik ortaya koyacaktır, ifade edilen bu tasnif bağlamında, Günaltay’ın zaman zaman bu gruplar arasında gelgitler yaşadığını ifade etmek gerekir.[76]
1.9. Aydın-Halk Kopukluğu
Günaltay’a göre din, ortaya koyduğu inanç sistemi ve özellikle ameli yönü itibariyle, salt bireyin psikolojisi bağlamında varlığını sürdüren bir yapı değil, aynı zamanda sosyolojik bir yapıdır. Dolayısıyla dinin hedefi kendi içine kapalı bir insan profili ortaya çıkarmak değil, “cemaatin” bir ferdi olarak kabul edilen bir insanı inşa etmektir. Aksi takdirde bir dinden değil, sosyolojisini kaybetmiş bir mistisizmden söz edilebilir.[77] Topluma mal edilemeyen düşünce ve eylemlerin, ya tamamen başarısızlıkla sonuçlanması ya da yapmacık bir şekilde kalması ve gelişememesi kaçınılmazdır.[78]
Tabiatın boşluk kabul etmediği bir gerçektir. Toplumu doğru bir şekilde yönlendirme potansiyeline sahip olan, fakat diyalog eksiliği yaşayan aydınların yeri, bu vazifeye layık olmayanlar tarafından doldurulur. Nitekim belirli dönemlerde toplumu yönlendirmek adına ortaya çıkmış ve dinî değerleri de kullanan bazı kişilerin ortaya çıkardığı sorunlar, aydınların toplumla sıkı bir ilişki kurmalarının gerekliliğini açık bir şekilde göstermektedir.[79] Örneğin, dinin dünyayı hiçbir surette önemsemediğini ve onu gayr-ı Müslimlere terk ettiğini vurgulayan bir kısım sözde din bilginlerinin yanlış yönlendirmeleri, Müslümanların bugün içinde bulundukları durumun müsebbibi olarak görülebilir.[80]
Günaltay, herhangi bir aydının almış olduğu yüksek eğitimin, halk ile kuracağı sağlıklı bir diyalogun garantisi olmayacağını düşünmektedir. Burada asıl dikkat edilmesi gereken, halkın doğru olana yönlendirilmesi için uygun bir söylem tarzının geliştirilmesidir. Ay- rica, insanların yeniliklere karşı duydukları temkinli hatta tepkisel tavrın da göz önünde bulundurulması gerekir. Medreselerde yetişen kişilerin, halk-aydın diyalogunda etkin bir konumda oldukları açıktır. Ancak, medreselerde uygulanan eğitim sisteminin, beklentileri bu haliyle karşılaması mümkün görünmemektedir. O halde yapılması gereken, medreselerin ıslahı suretiyle buralardan yetişen bireylerin donanımlı hale getirilmesi ve hakikatin halka ulaştırılmasının bir aracısı olmalarıdır.[81]
Tanzimat dönemi aydın profili ortaya konulurken dikkat çekici bir durum söz konusudur. Aydınlar ile geniş kitle arasındaki kopukluk, özellikle aydınların kendi toplumlarına karşı duydukları yabancılaşmadan kaynaklanmaktadır.[82] Günaltay bunu ifade ederken, “bir Çinli ile Ispanyol bile birbirlerini anlama imkânına sahipken, aynı milletin fertleri arasındaki” bu derin uçurumu anlamlandırmanın zorluğunu dile getirir. Günaltay’ın hayretle karşıladığı bu durum, aydın zümrenin halkı küçümsemesi ve pratik anlamda ilişki kurmayı değersiz görmesiyle zirveye ulaşmıştır. Aydınların yaşadığı bu zihinsel bozulma, hayat standartlarındaki köklü değişim ve kendilerine ideal olarak sunulan bir yaşantının, halkın yaşantısıyla özdeş olmaması durumuyla adeta perçinlenmiştir.[83] Bu bağlamda topluma rehberlik edecek olanlarla, kitleler arasındaki güvenin tesisi ayrı bir önem taşımaktadır. Bu iki kesim arasındaki güven kaybının, telafisi neredeyse imkânsız olan kırılmalara neden olacağı bilinciyle hareket edilmesi gerekmektedir.[84]
Müslüman toplumlarda aydınlar aynı zamanda toplumsal sorunlara kayıtsızlık içerisindedirler. Fikri bakımdan yetersizlik içerisinde bulunan, buna mukabil kendisini kurtarmak için her türlü imkânını seferber edebilecek bir toplum karşısındaki bu kayıtsızlık, Günaltay’a göre psikolojik açıdan incelenmeye ihtiyaç duyar.[85]
Müslüman aydının, Günaltay’ın tasvir ettiği diyalog eksikliğini gidermesi noktasında bir yönüyle avantajlı, bir yönüyle de dezavantajlı bir konumda olduğu söylenebilir. Avantajlı olduğu yön, kitle iletişim araçlarının artması, kullanımının kolaylaşması ve dolayısıyla iletişimin büyük bir alanı kapsayacak noktaya ulaşmış olmasıdır. Dezavantajlı yön ise, kitle iletişim araçlarının sağlıklı kullanımı noktasındaki donanım eksikliğidir.
İçinde yaşadığımız dönemin ne modernizm, ne post-modernizm, ne de post-postmodernizm tanımlamalarıyla tam anlamıyla açıklanması mümkün olmayan bir dönem olduğu söylenebilir. Bu dönemde kuralları bir kaynaktan veya farklı kaynaklardan belirlenen ve özellikle medya araçları vasıtasıyla insanlara yönelik bir konumlandırma faaliyeti yürütüldüğü gözlemlenmektedir. Bu faaliyetler ağırlıklı olarak insanın duygusal ve bilişsel boyutlarına hitap etmektedir. Duygusal boyutta, sınırları kaldırılmış bir cinsellik, macera ve aksiyon; bilişsel boyutta ise mitoloji, fantastik öğeler ve bilim kurgu unsurlarının kullanıldığı göze çarpmaktadır.[86] Yukarıda bahsi geçen düşünce eğilimlerine karşı alternatif bir strateji belirleyememiş olan Müslüman aydınların, yeni oluşumlar karşısında da bir fikrinin olmadığı hatta bu konuya ilişkin bir ilgisinin bulunmadığı açıktır. Dolayısıyla her şeyden önce bu ilginin uyandırılmasının zarureti, üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur.[87]
2. Krizden Kurtuluş Yolları
Müslümanların, yaşadıkları problemlerden kurtulmaları, ilmi açıdan yükselmek, gücü elde etmenin yollarını bulmak, ekonomik gelişmişliği yakalamak ve adaletten ayrılmamak ilkelerinin hayata geçirilmesine bağlıdır. Bunun en önemli engellerden birisi olan yanlış kader algısının düzeltilmesi, bir başlangıç noktası olarak görülmelidir.[88]
Toplumun büyük bir kısmını oluşturan ve klasik ıstılahta “avam” olarak nitelendirilen kesim, tarihsel birikimin ortaya koyduğu bir kısım bilgilerin, kesinlikle yanlışlanamaz doğrular olduklarını düşünebilirler. Burada aydınlara düşen görev, yanlışlığı belirgin olan bu bilgilerin toplumun zihninden arındırılmasıdır. Elbette bu yapılırken birtakım zorluklarla ve ithamlarla karşılaşılacaktır. Ancak yanlışlığın üzerine gidilmemesi, bunun zımnen kabulü anlamına gelecek olup, Günaltay’a göre “ihanetle” eşdeğerdir.[89] Bu bakımdan, karşılaşılan zorluklar nedeniyle ümitsizliğe düşmek, imanı kaybetmekle özdeş olarak görülmelidir.[90]
Sosyolojinin çok açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi, toplumsal değişimler çok kısa sürelerde gerçekleşmezler. Bireyler ve toplumlar, kendilerini olgunlaştıracak belirli bir süreci yaşamak ve içselleştirmek suretiyle ilerleyebilirler. Günaltay bu gerçekten hareket etmek suretiyle, Müslümanların Batının elde ettiği kazanmalara elbette ihtiyaç duyduğunu; ancak, Batı’nm değer sistemi de dâhil olmak üzere bütün kazanmalarını bir anda elde etmeye çalışmanın bir nevi travmaya neden olacağını düşünmektedir.[91] Bu noktada Günaltay’ın temkinli ve orantılı bir değişim ve ilerleme fikrine sahip olduğu görülmektedir.[92]
Ancak küreselleşme olgusunun bu kadar etkin olduğu bir dönemde, toplumsal etkileşimin belirli bir program dâhilinde yürütülmesinin, yani bir nevi etkileşimde “toplum mühendisliği” yapmanın günümüzde ne kadar gerçekçi olduğunun sorgulanması gerekir, ikinci bir husus ise, toplumlar arası etkileşimde belirleyici olanın, gücü elinde bulunduran taraf olduğu gerçeğidir. Günümüzde bu güç, Batı dünyasının elinde olduğundan ve Müslüman aydınlar da belirli bir mücadele stratejisi belirleyemediklerinden dolayı, böyle bir yönlendirmenin yapılması neredeyse imkânsız gibi durmaktadır.
Müslüman toplumların itici gücünü farklı dönemlerde farklı milletler oluşturmuştur. Bu bağlamda Türklerin lider oldukları dönemlere ayrıca eğilen Günaltay, pek çok düşünür ve siyasetçinin değerlendirmelerine benzer şekilde, yeniden yükselişte Türklere özel bir önem atfetmektedir. Geçmişten getirilen birikimle birlikte “yeni Türkiye” vurgusu yapan Günaltay, adeta Türkiye’nin kaderiyle bütün Müslümanların kaderini özdeş görmektedir.[93] Ancak, bu Türklük vurgusu, ırkçılıkla eşdeğer bir anlayış olarak değerlendirilmemelidir. Nitekim Günaltay’ın Emevî döneminde gerçekleşen bazı uygulamalar karşısındaki eleştirel tavrını böyle değerlendirmek mümkündür.[94] Bununla birlikte, son yıllarda Müslüman düşünürler arasında ırkçılığa karşı teorik düzlemde yapılan eleştirilerin, kendi ırkları söz konusu olduğunda objektiflikten uzaklaşan bir eğilimde olduğu sıklıkla görülmektedir.
Aydınlarla halk arasındaki kopukluğun giderilmesi ve bunun neticesinde hurafe ve batıl inançların bir aktarım aracı haline dönüşmüş olan eserler[95] yerine, İslam’ın özünü yansıtan eserlerin halka ulaştırılması büyük bir önem arz eder.[96] Günaltay’a göre, Müslüman düşünürlerin eserlerinin adeta “çürümeye” terk edilmesi, geride kalmanın nedenlerinden birisidir. “Bu gibi eserlerin terkedilmiş ve unutulmuş olması sebebiyledir ki, Araplar bir el-Kindî, bir Ibn Heysem, bir Ibn Rüşd; Acemler bir Nasıriddin Tûsî, bir Hayyam, bir Sadî; Türkler de bir Ibn Sina, bir Fârâbî, bir Uluğbey yetiştiremediler. Büyük dehaların açtıkları çığır kapandı, gittikleri yollar unutuldu. Ondan sonra sefalet devresi de bütün acılığıyla baş gösterdi.”[97] Muhtemeldir ki, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Taberî’den Mevlânâ’ya; Fârâbîden Ibn Haldun’a kadar pek çok düşünürün eserinin Türkçeye tercüme edilmesi ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanması, o dönemin düşünce birikiminin bir sonucudur.
Müslümanları statik bir yapıya sürükleyen anlayışın ortadan kaldırılması konusundaki kanaatlerini güçlü bir şekilde dile getiren Günaltay, özellikle başta “içtihat kapısının yeniden açılması” meselesi olmak üzere, kimi gelişmelerin temkinli bir şekilde sürdürülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Ehil olmayan insanlar tarafından gerçekleştirilecek olan yenileşme hareketlerinin faydadan ziyade zarara neden olacağının görülmesi gerektiğini söyler. Bunun için de, ortak aklı ön plana çıkaran bir tavsiyede bulunarak, bu tür faaliyetlerin bir “ilim heyeti” tarafından yürütülmesini önerir.[98] Ancak, bu alanda yeni bir öneride bulunan pek çok düşünür gibi, Günaltay’ın da konuyu açıklığa kavuşturacak belirginlikte örnekler sunmaması, onun konumunun belirlenmesi konusunda bir eksikliğe neden olmaktadır.[99]
Günaltay, aydın kesimlerin çeşitli organizasyonlar meydana getirerek bir “aydınlanma hareketi” başlatmaları önerisinde bulunur. Bu bağlamda kurulacak olan teşkilatlar, geniş kitlelerin bütün kademelerine ulaşabilecek araçlardan istifade etmek durumundadırlar. Bu kalkınma başta eğitim olmak üzere, kitlelerin bütününü ilgilendiren pek çok alanda faaliyet yürütmekle mümkün olabilir.[100] Günaltay, Müslüman toplumlara ve özellikle aydınlara, tarihin çeşitli dönemlerinde benzer sıkıntıları yaşamış olan toplumların tecrübelerinden istifade edilmesi önerisinde bulunmaktadır.[101] Bu yönüyle Günaltay’ın “ılımlı bir seç- kincilik” ve “güçlü bir devrim”[102] önerisinde bulunduğu söylenebilir. Ancak devrimler yapısı itibariyle köklü değişimlerin ivedilikle ve zaman zaman zorlamayla gerçekleşebileceğini öngördüklerinden dolayı, en azından etimolojik olarak daha doğru olduğu söylenebilecek olan “inkılap” kavramına dikkat çekmekte yarar bulunmaktadır. Bu açıdan İslam’ın itikâdî konularda büyük oranda “devrimci” bir yaklaşımı; diğer alanlarda ise “inkılapçı” bir tavrı benimsediği söylenebilir.
Günaltay’ın, buhranlı dönemlerin etkisinde kalarak, Müslüman toplumların kurtuluş reçeteleri arasına son derece güçlü bir “intikam” hissi vurgusunu yerleştirmesi[103], sağlıklı bir tavsiye olmaktan uzak görünmektedir. İntikam hırsıyla yetişmiş olan bir neslin ve onu bu şekilde yönlendiren bir aydın tipinin, her şeyden daha çok kendi toplumu- na zarar vereceğini görmek gerekir. Nitekim tarihin farklı dönemlerinde bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Ancak Osmanlının yaşadığı pek çok olumsuz örneğe şahit olmuş ve Cumhuriyet döneminin sıkıntılı süreçlerini yaşamış bir birey olarak, Günaltay’ın bu tavrını bir yönüyle makul görmek mümkündür.
Günaltay’ın, en belirgin biçimde Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilen İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Türkleşmek vurgusunun takipçisi olduğu ve bu üç yaklaşım arasında biri diğerine tercih edilmeyecek bir ahengin sağlanmasını arzu ettiği görülecektir.[104] Onun, bu üç kurtuluş reçetesini birbirini tamamlayan yaklaşımlar olarak telakki etmesi ve herhangi birinin lehine yapılacak vurgunun, bütüncül ve faydalı bir anlayışın önünde bir engel oluşturacağı fikri, önemsenmesi gereken bir fikirdir. Bu yaklaşımın, farklı disiplinler hakkında bilgi sahibi olmanın bir yansıması olarak görülmesi ve Günaltay’ın uzlaştırmacı bir düşünür olduğunu söylemeyi mümkün kılacağı açıktır.
3. Sonuç
Son dönem Osmanlı aydın profilinin Cumhuriyet döneminde de etkinliğini sürdüren önemli şahsiyetlerinden olan Şemsettin Günaltay’ın, ortaya koyduğu fikirler ve bir aksiyoner olarak sergilediği tavırlar dikkate alındığında, düşünce tarihimizde layık olduğu ilgiyi yeterince çekemediği söylenebilir. Bunun nedenlerinden birisi, onun siyasi bir kişilik olmasından kaynaklanmaktadır. Bir aydının siyaset karşısında yeri geldiğinde direnç göstermesi gerektiğini savunan Günaltay, önceki dönemler savunduğu, fakat tek parti döneminde aksi yapılan bazı uygulamalara karşı aynı direnci gösterememiştir. Dolayısıyla dönemdeki bazı uygulamaların haklı veya haksız olarak Günaltay’a da atfedilmiş ve bu bağlamda onun eleştirilmiş olması, özel olarak araştırılması gereken konulardır. Zira dönemin sosyolojisi objektif ve derinlikli bir şekilde analiz edilmeden, böyle bir ithamın haklılığı tartışma konusudur.
İkinci olarak, bir düşünürün pek çok farklı alanda düşünce faaliyeti yürütmüş olması, zihin dünyasının külli ilkelerinin gelişimine önemli katkılar yapmış olsa da, hususi konulardaki derinliğini olumsuz yönde etkileyebilir. Günaltay’a yöneltilebilecek en güçlü ilmi itirazların temelini de bu husus oluşturmaktadır.
Üçüncüsü, Günaltay yaşadığı dönemdeki pek çok aydının savunduğu gibi, Batının ilminin ve teknolojisinin alınması; fakat değerlerinin bırakılması fikrini ortaya koyar. Ancak, bunun günümüz için ne kadar geçerli bir tavır olduğunu tartışmak gerekmektedir.
Bütün bunlara rağmen, Günaltay’ın eğitimden, siyasete; hukuktan felsefeye; kelamdan, fen bilimlerine kadar en azından bir farkındalığını oluşturulması noktasında dikkate değer bir düşünür olduğunu ifade etmek gerekir.
Kaynakça
Auletta, Gennaro, “Günümüzde Bilim Felsefe ve Din: Bazı Düşünceler”, Din-Bilim Okumaları, der. ve çev. Hüsnü Aydeniz-Fatih Topal oğlu, Elis Yayınları, Ankara, 2015.
Aydın, İbrahim Ethem, “Şemsettin Günaltay’ın Hayatı Eserleri ve Dini Islah Düşüncesi”, İstanbul Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2002, sayı: 5, ss. 143-167.
Azimli, Mehmet, “Darülfünundan Başbakanlığa; Şemsettin Günaltay”, Dâ- rülfünûn ilahiyat Sempozyumu, İstanbul, 2010, ss. 277-282.
el-Cüveynî, Imamu’l-Harameyn, inanç Esasları Klavuzu — Kitabu’l-Irşâd, çev. Adnan Bülent Baloğlu vd., TDV Yayınları, Ankara, 2012.
Çetinkaya, Bayram Ali, Türkiye’nin Modernleşme Sürecinde Şemseddin Günaltay, Araştırma Yayınları, Ankara, 2003.
Deniz, Ali Çağlar, Türk Modernleşmesinde Düşünsel Dönüşümler – M. Şemseddin Günaltay’ın Türkiyesi, Anahtar Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2013.
Erdem, Hüseyin Suphi, M. Şemseddin Günaltay: Toplumsal Eleştiri ve Felsefe, Bilsam Yayınları, İstanbul, 2013.
Erdemci, Cemalettin, “Kelam ilminde Akıl ve Naklin Etkinliği Problemi”,
Kelam Ilmi’rıin Yeniden inşasında Geleneğin Yeri Sempozyumu, Elazığ, 2004, ss. 329-344.
Gürkan, Menderes, “Şemseddin Günaltay’ın içtihada ilişkin Görüşleri Üzerine Bir Değerlendirme”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 6,2005, ss. 347-368.
el-Icî, Abdurrahman b. Ahmed, el-Mevâkıffı Ilmi’l-Kelam, Âlemu’l-Kütüb, Beyrut, tsz.
Karakoç, Sezai, Düşünceler ve Kavramlar I, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1995.
——————- ; Düşünceler ve Kavramlar II, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1997.
- Şemsettin Günaltay, Antik Felsefenin İslam Dünyasına Girişi, Sadeleştiren: irfan Bayın, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2001.
——————- ; “Felsefe Dersleri”, Sırat-ı Müstakim, c.6, sayı: 139, 21 Nisan 327.
——————- ; “Felsefe Dersleri”, Sırat-ı Müstakim, c.6, sayı: 140, 21 Nisan 327.
——————- ; “Felsefe Dersleri”, Sırat-ı Müstakim, c.6, sayı: 142, 12 Mayıs 327.
——————- ; Felsefe-i Ulâ -Isbât-ı Vâcib ve Ruh Nazariyeleri, Evkâf-ı İslamiyye Matbaası, İstanbul, 1339-1341.
——————- ; Hurâfeler ve İslam Gerçeği, haz. Ahmet Gökbel, Marifet Yayınları, İstanbul, 1997.
——————- ; “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sebilürreşad, c. 1-8, sayı: 6-188,29 Mart 1328.
——————- ; “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sebilürreşad, c. 1-8, sayı: 2-184,1 Mart 1328.
——————- ; “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sırat-ı Müstakim, c.7, sayı: 158,1 Eylül 1327.
——————- ; “İslam’da inhitat ve intibah”, İslam Mecmuası, 16 Temmuz 1331, Yıl: 2, Sayı: 32.
——————- ; Maziden Atiye – Geçmişten Geleceğe, haz. A. Lütfı Kazancı-Osman Kazancı, Marifet Yayınları, İstanbul, 2000.
——————- , “Müslümanlık Âleminde intibah Emareleri”, İslam Mecmuası, 30 Kanun-ı Sâni 1329, Yıl:1, Sayı: 1.
——————- , “Müslümanlık Âleminde intibah Emareleri”, İslam Mecmuası, 13 Mart 1330, Yıl: 1, Sayı: 4.
——————- , Zulmetten Nura – Bunalım Çağından İslam’ın Aydınlığına, Haz. Ahmet Lütfi Kazancı-Osman Kazancı, Marifet Yayınları, İstanbul, 1998.
Nasr, Seyyed Hossein, A Young Muslim’s Guide to the Modern World, KAZI Publications, Chicago, 2003.
——————- , Islamic Art and Spirituality, Golgonooza Press, 1997.
Özdemir, Mehmet, Endülüs Müslümanları, I, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1994, s. 90-91.
Pekcan, Ali, “Islâm Hukuku Literatüründe Fıkhın Genel Kurallarına Dair ilk Risale (Kerhî’nin “el-Usûl” Adlı Risalesinin Çeviri ve Değerlendirmesi)”, Islamî Araştırmalar Dergisi, c. 16, Sayı: 2, 2003, ss. 293-307.
er-Râzî, Fahruddin, Esâsu’t-Takdîs, thk. Dr. Ahmet Hicâzî es-Seka, Kahire, Mektebetu’l-Külliyâti’l-Ezheriyye, 1986.
Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, İstanbul, 2015.
Sezgin, Fuat, Bilim Tarihi Sohbetleri, Söyleşi: Sefer Turan, Timaş Yayınları, istanbul, 2012.
Soyupek, Hasan, İkinci Meşrutiyetten Günümüze Türkiye’de Arapça Öğretimi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta, 2004.
Şahin, Kamil, “M. Şemsettin Günaltay”, TDVİslam Ansiklopedisi, c. 14, ss. 286-288.
Topçu, Nurettin, Türkiye’nin Maarif Davası, Dergah Yayınları, Istanbul, 1997.
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, Istanbul, 1992.
Yavuz, Hilmi, İslam ve Sivil Toplum Üzerine Yazılar, Istanbul, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999.
Dipnotlar
[1] M. Şemseddin Günaltay, “Müslümanlık Âleminde intibah Emareleri”, İslam Mecmuası, 30 Kanun-ı Sâni 1329, Yılıl, Sayı: 1, s. 25-26.
[2] Bkz. Kamil Şahin, “M. Şemsettin Günaltay”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 14, ss. 286- 288, s. 287; Hüseyin Suphi Erdem, M. Şemseddin Günaltay: Toplumsal Eleştiri ve Felsefe, Bilsam Yayınları, İstanbul, 2013, s. 17-18; Bayram Ali Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşme Sürecinde Şemseddin Günaltay, Araştırma Yayınları, Ankara, 2003, s. 55/105 vd.
[3] M. Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura —Bunalım Çağından İslam in Aydınlığına, Haz. Ahmet Lütfi Kazancı-Osman Kazancı, Marifet Yayınları, İstanbul, 1998, s. 30.
[4] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 152.
[5] Bkz. Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Iz Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 116-117; Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1997, s. 12-13.
[6] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 189.
[7] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 224.
[8] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 227
[9] Bkz. Sezai Karakoç, Düşünceler ve Kavramlar II> Diriliş Yayınları, İstanbul, 1997, s. 20 vd.
[10] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 230.
[11] Bkz. Çetinkaya, s. 113.
[12] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 146.
[13] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 148.
[14] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 150-151.
[15] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 175
[16] “Programlar eskisi gibi memlekete tüketici yetiştirme esasından dönmeyecekse, fazla okul açma gelecek için faydadan daha çok zarar getirebilir. Hele Istanbuldaki öğretimle, Basradaki öğretimin; İzmir’le Erzurum okulları programlarının birbirinin aynı olması kadar garip bir şey olamaz. Her vilayetin okul programı, o yerin ihtiyaçları ile uygun olmak ve her şeyden önce, okuldan yetişecek öğrencinin kazandığı ilimle kendi yurdunda tüketici değil faydalı bir üretici olabilmesini temin etmelidir. Programlarda eğitim ve ideal birliği gözetilmesi gerekmekle beraber, Basra okullarının ders programları hiçbir zaman başkentte düzenlenemez! Vilayetlere gönderilen Maarif Müdürlerinin, müfettişlerin vazifesi acaba nedir? Bunlar görevli oldukları vilayetin ihtiyaçlarım belirleyerek okullar için ona göre bir program düzenlemekten aciz iseler niçin o kadar mühim bir görev kendilerine veriliyor? Değilseler, niçin bu yetki onlara veriliyor?” Günaltay, Zulmetten Nura, s. 241. Ayrıca bkz. Ali Çağlar Deniz, Türk Modernleşmesinde Düşünsel Dönüşümler — M. Şemseddin Günaltay ın Türkiyesiy Anahtar Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 66 vd.
[17] Bkz. Said Halim Paşa, s. 210-211.
[18] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 202.
[19] M. Şemsettin Günaltay, Maziden Atiye – Geçmişten Geleceğe, haz. A. Lütfi Kazancı- Osman Kazancı, Marifet Yayınları, İstanbul, 2000, s. 223/227.
[20] G\m‘At‘xyyZulmettenNurays.247.
[21] Bkz. Şahin, s. 286.
[22] Bkz. Şahin, s. 286-287; Mehmet Azimli, “Darülfünundan Başbakanlığa; Şemsettiin Günaltay”, Dârülfünûn ilahiyat Sempozyumu, İstanbul, 2010, ss. 277-282, s. 278; İbrahim Ethem Aydın, “Şemsettin Günaltay’m Hayatı Eserleri ve Dini Islah Düşüncesi”, İstanbul Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2002, s. 5, ss. 143-167, s. 146; Deniz, s. 81 vd.
[23] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 266 vd.
[24] Çetinkaya, s. 78; Deniz, s. 77-78.
[25] Sezai Karakoç, Düşünceler ve Kavramlar I> Diriliş Yayınları, İstanbul, 1995, s. 40 vd.
[26] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 81.
[27] Konuya ilişkin bir değerlendirme için bkz. Said Halim Paşa, s. 125 vd.
[28] Çetinkaya, s. 61.
[29] Bkz. Hilmi Yavuz, İslam ve Sivil Toplum Üzerine Yazılar, İstanbul, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999, s. 122. Nurettin Topçunun Batıcı aydınlar için yaptığı “sözde” veya “yarı” aydın tanımını genelleştirerek her iki grup için kullanmak mümkündür. Bkz. Topçu, s. 28.
[30] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 26-27; bkz. Erdem, s. 109.
[31] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 37-38.
Günaltay, Maziden Atiye, s. 215. Ayrıca bkz. Said Halim Paşa, s. 93.
[33] M. Şemsettin Günaltay, Zulmetten Nura, s. 96; “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sebilürreşady c. 1-8, sayı: 6-188,29 Mart 1328, s. 97-99.
[34] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 167.
[35] M Şemsettin Günaltay, Hurâfeler ve İslam Gerçeği, haz. Ahmet Gökbel, Marifet Yayınları, İstanbul, 1997, s. 274; Günaltay, Zulmetten Nura, s. 156.
[36] Günaltay, Maziden Atiye, s. 216.
[37] Bu konu hakkında Hilmi Ziya Ülken tarafından yapılan eleştiriler dikkate değerdir. Bkz. Hilmi Ziya Ülken, Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi Ülken Yayınları, İstanbul, 1992, j. 22 vd.
[38] Bkz. Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Söyleşi: Sefer Turan, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s. 105-107; Seyyed Hossein Nasr, Islamic Art and Spirituality, Golgonooza Press, 1997, s. 81.
[39] Günaltay, Maziden Atiye, s. 30/40.
[40] Günaltay, Zulmetten Nura, s.43.
[41] Bkz. Çetinkaya, s. 9-10.
[42] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 56; bkz. Çetinkaya, 57.
[43] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 81. Bazı araştırmalarda, Günaltay’ın bu görüşleriyle Mutezileye yakın olduğu dile getirilmektedir. (Bkz. Aydın, s. 153; Çetinkaya, s. 57.) Ancak Ehl-i Sünnete mensup olduğu kabul edilen ve kendilerinin de bu yönde beyanları bulunan bazı düşünürlerin de, buna benzer bir anlayışa sahip oldukları görülebilir. Bkz. Imamu’l-Harameyn el-Cüveynî, inanç Esasları Klavuzu — Kitabul-Irşâd, çev. Adnan Bülent Baloğlu vd., TDV Yayınları, Ankara, 2012, s. 292; Fahruddin er-Râzî, Esâsut-Takdis, thk. Dr. Ahmet Hicâzî es-Seka, Kahire, Mektebetul-Külliyâtil-Ezheriyye, 1986, s. 220-221; Abdurrahman b. Ahmed el—I— cî, el-Mevâkıffı IlmVl-Kelam, Âlemu’l-Kütüb, Beymt, tsz., s. 40; Ali Pekcan, “Islâm Hukuku Literatüründe Fıkhın Genel Kurallarına Dair ilk Risale (Kerhî’nin “el- Usûl” Adlı Risalesinin Çeviri ve Değerlendirmesi)”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, c. 16, Sayı: 2, 2003, ss. 293-307, s. 302; Cemalettin Erdemci, “Kelam İlminde Akıl ve Naklin Etkinliği Problemi”, Kelam ilminin Yeniden inşasında Geleneğin Yeri Sempozyumu, Elazığ, 2004, ss. 329-344.
[44] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 100 vd.
[45] Günaltay, Hurâfeler ve İslam Gerçeği, s. 327; Zulmetten Nura, s. 145; M. Şemsettin Günaltay, “Müslümanlık Âleminde intibah Emareleri”, İslam Mecmuası, 13 Mart 1330, Yıl: 1, Sayı: 4, s. 110-114.
Al Günaltay, Hurâfeler ve İslam Gerçeği, s. 324-328; “Felsefe Dersleri”, Sırat-ı Müstakim, c.6, sayı: 139,21 Nisan 327, s. 133; Erdem, s. 177.
[47] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 143.
[48] M. Şemsettin Günaltay, Felsefe-i Ulâ -İsbât-ı Vacib ve Ruh Nazariyeleri, Evkâf-ı İslamiyye Matbaası, İstanbul, 1339-1341, s. 25-26.
[49] M. Şemsettin Günaltay, “Felsefe Dersleri”, Sırat-ı Müstakim, c.6, sayı: 140,21 Nisan 327, s. 151; M. Şemsettin Günaltay, “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sebilürreşad, c. 1-8, sayı: 2-184,1 Mart 1328, s. 18-19.
[50] Günaltay, Felsefe-i Ulâ, s. 18 vd.
[51] Günaltay, Antik Felsefenin İslam Dünyasına Girişi, Sadeleştiren: irfan Bayın, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2001, s. 85-86.
[52] Günaltay, Z,ulmetten Nura, s. 154-155.
[53] M. Şemsettin Günaltay, “Felsefe Dersleri”, Sırat-ı Müstakimy c.6, sayı: 142,12 Mayıs 327, s. 185.
[54] Metodolojik yanlışlara ilişkin değerlendirmeler için bkz. Günaltay, Felsefe-i Ûlây s. 20 vd.
[55] Bkz. Gennaro Auletta, “Günümüzde Bilim Felsefe ve Din: Bazı Düşünceler”, Din-Bilim Okumaları, der. ve çev. Hüsnü Aydeniz-Fatih Topaloğlu, Elis Yayınları, Ankara, 2015, s. 172.
[56] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 87; Günaltay, Hurâfeler ve İslam Gerçeği, s. 329-330.
[57] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 309.
[58] Bkz. Günaltay, Fehefe-i Ûlâ, s. 27.
[59] Bkz. Günaltay, Zulmetten Nura, s. 137.
[60] Bkz. Günaltay, Zulmetten Nura, s. 140; Günaltay, Maziden Atiye, s. 108 vd.
[61] M. Şemsettin Günaltay, “İslam’da inhitat ve intibah”, İslam Mecmuası, 16 Temmuz 1331, Yıl: 2, Sayı: 32, s. 708-714; ayrıca bkz. Aydın, s. 155.
[62] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 62.
[63] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 173.
[64] Osmanlı medreselerinde okutulan Arapça nahiv kitaplarından ikisi. Bkz. Haşan Soyupek, ikinci Meşrutiyetken Günümüze Türkiye’de Arapça öğretimi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İsparta, 2004,s.205.
[65] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 156.
[66] Bkz. Günaltay, Zulmetten Nura, s. 279/303; bkz. Günaltay, Kelam Atomculuğu ve Kaynağı Sorunu, s. 50 vd.
[67] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 304
[68] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 279/303
[69] Bkz. Çetinkaya, s. 74; Menderes Gürkan, “Şemseddin Günaltay’ın içtihada ilişkin Görüşleri Üzerine Bir Değerlendirme”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 6, 2005, ss. 347-368, s. 347 vd.
[70] M. Şemsettin Günaltay, “İslam’da inhitat ve intibah”, İslam Mecmuası, 16 Temmuz 1331, Yıl: 2, Sayı: 32, s. 708-714.
[71] Günaltay, Hurâfeler ve İslam Gerçeği, s. 291 vd.
[72] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 98-100; bkz. Çetinkaya, s. 97.
[73] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 31.
[74] Günaltay, Maziden Atiye, s. 24.
[75] M. Şemsettin Günaltay, “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sırat-ı Müstakim, c.7, sayı: 158,1 Eylül 1327, s. 20-23. Ayrıca bkz. Bkz. Mehmet Ozdemir, Endülüs Müslümanları, I, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1994, s. 90-91.
[76] Bkz. Deniz, s. 205 vd.
[77] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 66.
[78] Günaltay, Maziden Atiye, s. 25.
[79] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 25-26; Günaltay, Maziden Atiye, s. 28. Ayrıca bkz. Said Halim Paşa, s. 110-112.
[80] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 68.
[81] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 159-160.
[82] Çetinkaya, s. 10-11/20.
[83] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 167; Günaltay, Maziden Atiye, s. 13/26.
[84] Günaltay, Maziden Atiye, s. 13; bkz. Çetinkaya, s.25.
[85] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 191.
[86] Özellikle sanat alanındaki hususlar için bkz. Seyyed Hossein Nasr, A Young Muslims Guide to the Modern World, KAZI Publications, Chicago, 2003, s. 229 vd.
[87] Konuya ilişkin kısmi bir değerlendirme için bkz. Karakoç, Düşünceler ve Kurumlar
[88] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 53-54.
[89] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 28-29; bkz. Erdem, s. 109.
[90] Günaltay, Maziden Atiye, s. 17.
[91] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 170.
[92] Bkz. Günaltay, Zulmetten Nura, s. 221; M. Şemsettin Günaltay, “Müslümanlık Âleminde intibah Emareleri”, İslam Mecmuası, 13 Mart 1330, Yıl: 1, Sayı: 4, s. 110- 114; Erdem, s. 127.
[93] Günaltay, Maziden Atiye, s. 9-10/69.
[94] Günaltay, Maziden Atiye, s. 103.
[95] Günaltay, Hurafeler ve İslam Gerçeği, s. 267 vd.; Günaltay, Zulmetten Nura, s. 144; Günaltay, Maziden Atiye, s. 99-100.
[96] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 136; Günaltay, Maziden Atiye, s. 101.
[97] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 141-142.
[98] Bkz. Günaltay, Zulmetten Nura, s. 312; Aydın, s. 360.
[99] Aydın, s. 58.
[100] Günaltay, Hurâfeler ve İslam Gerçeği, s. 262 vd.; Günaltay, Zulmetten Nura, s. 201- 202; Deniz, s. 74-75.
[101] Günaltay, Maziden Atiye, s. 18-19; Karşıt bir görüş için bkz. Said Halim Paşa, s. 76-77.
[102] M. Şemsettin Günaltay, “Müslümanlık Âleminde intibah Emareleri”, İslam Mecmuası, 13 Mart 1330, Yıl: 1, Sayı: 4, s. 110-114.
[103] Günaltay, Zulmetten Nura, s. 39 vd.
[104] Bkz. Çetinkaya, s.38; Erdem, s. 163.
——————————————————————–
[i] Bir Din Aydını Profili: M. Şemsettin Günaltay (Ed. Mesut İnan, Fatih Kandemir, Ömer Aslan), Rağbet Yayınları, ISBN: 978-605, İstanbul, 2016, Sf. 21-56
[ii] Doç. Dr., Erzincan Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Din Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, [email protected]