Turgut GÜLER
“Kocakarı masalı”nı küçümseyip de onu kaale almayanlar, bugün daha beter mavalları masal niyetine kulağımıza üflüyorlar. Hayâtın, dâimî bir plâk dönüşü ritminde tekrârlandığını savunanlar, bahsettikleri durak noktalarında hep kendilerini görüyorlar.
Kendini beğenmişliğin en ufak dozunda bile, insanı küfrün batağına sürükleyecek günâh câzibesi mevcut. Bu yüzden, tevâzûun hakikî hâli, ömür ağacına en kuvvetli zamklarla yapıştırılmalıdır.
Bağırıp çağırarak, ortalığı birbirine katarak aynadaki aksini devâsâ mikyâslara taşıyanlar, insanlık okulunun bahçe kapısından bile içeri giremezler. Zîrâ, “haddini bilmek” demek, her şeyden önce kendini bilmek demektir:
“İlim, ilim bilmekdir,
İlim, kendin bilmekdir,
Sen kendini bilmezsin,
Ya, nice okumakdır.”
“Dost bahçesi bülbülleri”nin en şakraklarından Yûnus, ilim târifini bu şekilde yaparken, gayrısının, ancak “hayvan yükü” hükmünde muâmele göreceğini söylüyordu.
Zâten, mes’elenin özü de, bu hassas terâzi kefesinde yatmakta. Yâni, insana “insan yükü” lâzım demeli ve bu düstûru hayat çadırının tepesine bayrak yapıp asmalıdır.
Korku ile muhabbetin aynı dala asılmayacağı, kendi asrımızı yakalayacağımız günleri bekliyoruz…
“Muâsırlaşma”, 18. asrın başlarındaki Lâle Devri’nden îtibâren dilimizden düşmedi. Her sazı eline alan, bu makâmda besteye niyetlendi. Öylesine “kara sevdâ” şarkı ve türküleri söylendi ki, “muâsır”laşamazsak, insandan sayılmaya bile hak iddia edemezdik.
“Asrîlik” etiketi altında bu propagandayı yapanlar, muârızlarını linç etmek için, akla gelebilecek her çeşit yolu mübâh saydılar. El’ân da aynı minvâl üzreyiz. Değişen bir şey yok..
Bir def’a, kendini muâsırlaşmaya namzet gösterdin mi, daha işin başında mağlûbiyeti kabûlleniyorsun. Çünkü artık senin, yetişmek mecbûriyetinde olduğun bir rakîbin var.
Hâlbuki tek tek ele alındığında, âile içinden mâşerî münâsebetler seviyesine kadar, Türk milletinin, o sözde asrîlere ne kadar yukardan bakma hakkı bulunmaktadır. Asra uygun yaşamayı, maddenin katı ve rûhsuz duruşuna denk sayanlarla varılacak yer, bugün bulunduğumuz “gayyâ kuyusu” kenârıdır.
Yâni, üç asrı aşkın zamândır çırpınıp durduğumuz muâsırlaşma mâcerâmızda, en büyük hatâyı yakından da, uzaktan da görememişiz. Önümüze konan aynada, aksimize bakacak yerde, hep başkalarının silüetlerine takılıp kalmışız. Mes’ele, kısaca bundan ibârettir, ammâ, gidişâtın rotası, yine bildik istikaamette…