Turgut GÜLER
Ateşli silâhların îcâdından önce, atlı ve yaya askerlerin yakın muhârebede kullandıkları taarruz âletlerinden biri de “bozdoğan”adını taşıyordu. Süvârîlerin bozdoğanları ağır olur, eyerin sol tarafına asılırdı. Yaya askerlerinki daha hafifti.
Sapı ağaçtan, baş tarafı pirinçten, demirden yapılmış veyâ tamâmen demirden bozdoğanlar vardı. Bu silâha, topuz, gürz dendiği de olurdu.
Osmanlı hükümdârları arasında, bozdoğan kullanma husûsunda en büyük şöhreti Sultan Murâd Hân-ı Râbi’ yapmıştı. Halter şampiyonalarındaki ağırlık arttırmaya benzer şekilde, her gün daha büyük gürzü kaldıran Dördüncü Murâd; şaşılacak, hayret edilecek nice güç denemesinden, hep kazanarak çıkmıştı.
Ömer Seyfeddin’in Topuz hikâyesi, nefis bir bozdoğan güzellemesidir. Türk Devleti’ne itaatsizlik etme yanlışlığını işleyen Balkan Prensi, bu büyük hatâdan doğan borcu – hem de kendi sarayında – başına indirilen topuz mârifetiyle öder. Mâvi Tuna’nın şâha kalkmış dalgaları, daha önceki bütün itaat sahneleri gibi, Türk topuzunun sıklet ve kuvvetine tempo tutar. Kaç zamândır, böyle bir bozdoğan yankılanmasına hasretiz… Bâkî’nin, Kaanûnî için kaleme aldığı Mersiye’de:
“Şemşîr gibi rûy-ı zemîne taraf taraf
Saldın demür kuşaklı Cihân pehlevânları”
diye târif ettiği bozdoğan hâmili asker, bastığı yeri titretirken, adımını attığı satıhta eğri nâmına bir şey kalmıyordu.
Bozdoğan Kemeri’nden ibâret bir ithâl târîh anlayışı ile bizim bozdoğanın havada çizdiği eğri ne kadar farklı! Biri zavallı, diğeri muazzam! Meselâ, Tâc- Mahâl, ikincisine, yâni muazzama dâhil.
Mimârî güzelliklerimiz arasında ayrı bir yer tutan Tâc-Mahâl, inşâsına vesîle olan hikâyesi ile de müstesnâ lezzetler sunar. Hindistan târîhine renk, hareket ve şevket ilâveleri yapan Türk devletlerinden Bâbürlüler, Hind kıt’asının hemen hemen tamâmında fermân yürüttüler.
Mohaç Zaferi ile akran bir başka büyük zafere, Panipad’a imzâ atan Bâbür Şâh, Kaanûnî’ye nazîre yaparcasına efsâneleşen Türk büyüklerindendir. Macar Ovası’nın bereketi ile Pencâb Vâdisi’nin büyüsü, 16. yüzyılın yol ağzına, Türklük için kocaman bir tâk örerler.
Bâbür’ün torunlarından Şâh-ı Cihân, XVII. asrın başında tahta çıktığında Ercmend Bânû ile evliydi. Ercmend’in babası Âsaf Hân, mâruf ve güzîde bir Türk kumandanıydı. İmparatoriçe olduktan sonra Ercmend Bânû, Mümtaz Mahâl diye anılmaya başlamıştı. Şâh-ı Cihân ile Mümtaz Mahâl arasında, masallara lâyık bir muhabbet vardı. On dördüncü çocuğu Cevher-Ârâ-Begim’i Dünyâ’ya getirirken ölen Mümtaz Mahâl, arkasında mâteme gark olmuş iki Cihân bıraktı: Biri, bizim fânî Dünyâ dediğimiz ölümlü-gidimli Cihân, diğeri de kocası Şâh-ı Cihân.
Bu ölümün hüzün meyvesi, Tâc-Mahâl adıyla Agra şehrinde göründü. Mîmâr Sinan’ın talebesinden Mehmed Îsâ Efendi, bu şâh-eser türbeye ser-mîmâr tâyin edilirken, yine kendisi gibi İstanbul’dan Agra’ya giden Hattât Settâr Efendi de, Tâc-Mahâl’in o nefîs yazılarını yazmıştı.
Mermerleri ve ölçülerle alay eden mîmârîsi, Tâc-Mahâl’e, Dünyâ’nın henüz numaralandırılamamış hârikalarından sayılma hakkını kazandırmıştır. Bu arada, Türk Dünyâsı Tâc-Mahâl’le daha bir estetik nezâkete kavuşmuştur. Bu nezâketin; yanlışa, hatâya, eksiğe tahammül edemeyişi, mükemmele çok yakın durduğunun, bir başka güçlü şâhididir.