Turgut GÜLER
İstanbul’un yaygın sıfatlarından birisi de Yedi Tepeli Şehir. Pek çok san’at ve kültür faaliyetine rümûz olan “Yedi Tepe”,29 Mayıs 1453 Salı günü[1]Türk ordusunun fethettiği Sur içi İstanbul’unun yükseltileridir. Bu inceliğin farkında olmayanlar, Yedi Tepe’yi saymaya Çamlıcalardan başlıyorlar. Hâlbuki Çamlıca’nın büyüğü de, küçüğü de daha Orhan Gâzî zamânında Türk mülküne girmişti.
Sultanahmed, Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nı taşıyan birinci tepe, asırlar boyu Dünyâ’yı idâre eden bir karargâh, üs olmuştur. Burası, tereddütsüz şekilde, hem İstanbul’un, hem de Kürre-i Arz’ın merkezidir. Bu yüzden, Yedi Tepe içinde en “fermân-nümâ”olanı odur.
İkinci ve üçüncü tepeler, birbirine yaslanmış gibi dururlar. Nûr-ı Osmâniye ve Çemberlitaş’dan, Kapalıçarşı’yı da omzuna alıp Süleymâniye’ye ulaşan bu ikiz tepelerin, kesinleşmiş bir sınırı yoktur. Kimilerine göre Mahmûdpaşa, kimilerine göre de Üniversite Merkez Binâsı, böyle bir sınır nişânına uygun düşmektedir. Fakat, dört alemi olan bu iki tepe, ayrılmayı aslâ düşünmezler. Nûr-ı Osmâniye, Bâyezîd câmileri ile Bâyezîd Kulesi ve Süleymâniye Külliyesi, uhuvvet kültürünü dimdik ayakta tutarlar.
Bir başka tepe birliği flâması; dördüncü, beşinci ve altıncı noktalarda püfür püfür dalgalanıyor. Fâtih ve Yavuz Selîm câmilerinden Edirnekapı’ya, oradan Ayvansaray’a uzanan târîh kokulu bölge, rûhâniyeti güfteden besteye taşıyor.
Aksaray’dan Yedikule’ye, Topkapı’ya koşan ayaklardan çıkan sesler, her dakîka yokuşa vuran kalb iniltileri hâlinde, bir hüzün piyesini sahneye koyuyor. Genç Osman merhûmun boynuna kemend olan isyân edâlı günler, bu yedinci tepenin hâtırâ defterine yazılmış.
Sur dışındaki İstanbul’un tapu kayıtlarına ise, durmadan Frenk mürekkebi damlatılıyor.
Kabataş’dan Taksim’e açılan yer altı yolu, günlük hayâtımıza yeni bir yabancı kelime getirdi:“Füniküler”.Lâtince küçük ip mânâsındaki “funiculus”, Fransızcaya “funiculaire”şeklinde yerleşmiş. Birbirine ters doğrultuda yol alan ve aralarındaki çelik halat bağlantısı ile ağırlıklarını dengeleyen iki vagondan meydâna gelen taşıma sistemine füniküler deniyormuş.
İyi de, biz bu sistemle ilk def’a karşılaşmıyoruz ki. Sultan Abdülazîz’in son saltanat günlerine rastlayan 17 Ocak 1875 târîhinde, Karaköy’ü İstiklâl Caddesi’ne bağlayan Tünel açılmıştı. Kabataş-Taksim hattından 131 yıl önce hizmete giren bu yola; Henry Gawan adındaki mühendisi ile “ The Metropolitan Railway of Constantinople From Galata-Pera “ titrini taşıyan şirketin milliyetinden mülhem, Tünel denmişti. İngilizce “tunnel”den gelip 1875’de Türkçeye giren bu tâbir, fünikülere göre daha yerli sayılır. Sistemi, şekli, trafiği aynı olan bir taşımacılık şeklinin dilimizde karşılığı varken, niye yeni kelime ithâl ediliyor?
Meselâ, Fransızca “cinema”,artık köylerimize varıncaya kadar yerleşmiştir. Birisi, yeni yaptırdığı sinemaya kalksa “kino”dese, zihin karışıklığına sebep olmaz mı?
Aynı şey, bu füniküler komedisinde de vardır. Kabataş Tüneli, Taksim Tüneli, İkinci Tünel, Yeni Tünel gibi çok mâkûl ve mantıklı isimler verilebilecekken, füniküler özentisini ihdâs etmenin, münâsebetsizlik dışında hiçbir îzâhı bulunmamaktadır.
Bu ve benzeri tufeylîliklerle, Türk dilinin harîm-i ismetine girilmektedir. Öz diline karşı bir minnet hissi duymayan insan, meslekî hayâtında ne kadar yukarı çıkarsa çıksın, varacağı yer, kocaman bir çukurdur. Şuûrsuzca konan yeni isimler, aslâ millî olamıyorlar.
Dipnotlar
[1]20 Cemâziyelevvel 857 Salı