Prof.Dr. Hakan POYRAZ
“Bir Türk felsefesi var mıdır?” sorusu, kolay sorulan ama zor cevaplanan bir sorudur ve Türk felsefesi hayli tartışmalı bir ifadedir.[1] Ortada bir tartışma varsa, bu tartışmanın nesnesinin yani bir Türk felsefesinin de olması olağandır. Ne var ki tartışma, Türk felsefesinin varlığı üzerinedir. Bu tartışmada bir taraf olarak, Türk felsefesinin sadece bir imkân değil, gerçekliğinin de bulunduğuna inanıyorum. Eğer Türk felsefesi tartışılıyorsa, mümkün olan, aktüel olmuştur[2].
“Bizde felsefe yok!” bu tartışmalardaki en genelleyici yargıdır. Bu iddia, okumuş-yazmışımızın felsefî birikimimize bakışını belirleyen apriori bilinç kategorisi gibidir. “Osmanlıda Felsefe (Var mı/Yok mu?)” yazımda, bunu kastederek “bizde felsefe yoktur deme geleneği vardır” demiştim[3]. Bu iddiayı ileri sürenler, bir gerçekliği değil bir kanaati ifade etmektedirler ve çoğunlukla yetersizlik ile yokluk arasındaki farkı görmemektedirler. Bu yargıyı savunanlar, nihayette Türkiye’deki felsefi faaliyeti külliyen inkâr anlamında değil, onun yetersizliği anlamında söylemişlerdir. Yokluk olarak dile getirilen noksanlık, ya gelenekle bağını kesen bir felsefe tarzıdır, ya da geleneğin felsefi düşünceye mani olmasıdır. Şüphesiz, felsefi birikimimizi eksik bulabilir ve Türk felsefe ortamından yeterince tatminkâr olmayabiliriz. Bunun için olan kadar olması gereken de, bu sahada söylenmelidir.
Bizde felsefe olmayışını, Türk dil mantığı ve zihniyeti gibi yapısal bir sorunla açıklayanları ise ciddiye almamak gerekir. Onlar, bu kerameti kendinden menkul yapısal sorunnedeni ile teorik düşünme eksikliğimiz veya soyut düşünme becerisindeki noksanlığımızdan söz ederler: “Bizde felsefe (Niçin) yok? Çünkü “Bizde teorik düşünce eksikliği var”. “Bizde felsefe (Niçin) yok?” “Çünkü dikey eksendeki öz (metafizik), yatay eksendeki söz (kültürel düzlem) ile kesişmez. Felsefecilerimizin ne özü, ne de sözü vardır” gibi. Bize göre bu iddia, kötü bir kültür metafiziğidir. Bu nedenle bu bahsi, Kant’ın metafizik hakkındaki şu sözleri ile kapatmak istiyorum:
“Bu bilim ki; başka her şeyde bilgisiz olan herkes, onda kesin bir yargıda bulunmaya cesaret ediyor, çünkü bu alanda gerçekten de, esaslı olanı boş laftan ayırdedecek kesin bir ölçü henüz yoktur”[4] (İtalik benim).
Şu iki yaklaşımı, yukarıdakilerden ayırt etmek gerekiyor. Varlık ve yokluk üzerinden değil, felsefe dili üzerinden meseleyi izah eden birincisi, Bir Felsefe Dili Kurmak[5] adlı çalışmasında İsmail Kara’nın dile getirdiği, gelenekle felsefeyi buluşturma amacıyla bir felsefe dili kurmaya çabalayanların tasfiyesidir. İkincisi ise Betül Çotuksöken’in Cumhuriyet Dönemi Türkiye’de Öğretim ve Araştırma Alanı Olarak Felsefe[6] adlı eserindeki, Türkiye’de felsefenin gerçek anlamıyla başlangıcının bu tasfiyeyi yapan, 1933 üniversite reformu olduğu iddiası… Babanzade Ahmet Naim’in 1933 üniversite reformu ile açığa alınması, böyle bir simgesel anlam taşır. Çotuksöken’in yargısı, tarihin bu kırılma anında düğümlenmektedir. O, felsefeyi bu kopuşla başlatır.
Aslında iki yazar da, onlar gibi düşünenlerin hissine tercüman olmaktadır. Nüanslara rağmen, çoğu kimse için Türkiye’de felsefenin kurulamaması, onu kuracak dilin kaybolması, bu dilin yaşattığı kültür ikliminin ve düşünce evrenin yok olmasıdır. Karşıtları ise, felsefenin kurulmasındaki en büyük engeli burada görür. Bunun için Cumhuriyet dönemi felsefesinin gerçek başlangıcı, bu yeni felsefe dilini kurmuş olan felsefecilerdir. 1933 üniversite reformu sonrası şekillenen üniversite felsefe müfredatı çoğunlukla Alman felsefeciler tarafından biçimlendirilmiştir.[7] İki eserin de okuyucuya bıraktığı izle söyleyecek olursak, 1933’e kadar bir felsefe dilimiz ve dolayısıyla felsefe ile bağ kurabileceğimiz bir geleneğimiz vardı; kaybettik. Karşıt olarak: 33’ten önce adına felsefe diyebileceğimiz bir birikim yoktu. Artık var!
Dönemleri birbirine bağlayıp baktığımızda, felsefenin karşıtlarıyla birlikte geliştiğini görürüz. 33 öncesinde de, 33 sonrası kadar çeşitlilik gösteren felsefi tarzlardan söz edilebilir ve sonrasında da önceki tarz, üslup ve gelenekler, varlığını sürdüregelmişlerdir.[8]
Bu nedenle “Bizde felsefe yok/bizde teorik düşünme eksikliği var” iddialarını dile getirenlerin “felsefe”den ne anladıklarını netleştirmeleri, felsefe ve felsefe olmayanın sınırlarını iyice ortaya koymaları gerekmektedir. Zira bu türden yargılar, belli bir felsefe formatı üzerinden yapılmaktadır. Buna göre, “Bizde felsefe yoktur” demek, “bizde şu türden bir felsefe yoktur” demektir. Bu manada yapılması gereken, öncelikle Türk felsefesinden ne anladığımızı ortaya koymaktır. Aynı şekilde varlık tezini savunanların da “eteğindeki taşı dökmesi” gerekmektedir[9].
Türk felsefesi başlığı, felsefe gibi evrensele yönelişi ifade eden bir etkinlikle Türk gibi bir ulusu ifade eden tabirin buluşturuyor. Bu nedenle, tartışmalı görünüyor. Felsefe bir ulusun mülkiyetinde değildir. Bu nedenle Türk matematiği veya Türk fiziğinden nasıl söz edilemez ise Türk felsefesinden de öylece bahsedemeyiz, diyemeyiz. Zira felsefe bir dilde, bir ulusun dilinde yapılır. Bu dilin kendine özgülüğü onun yapılma biçimine ve rengine yansır. Evet, felsefe evrensele doğru yönelir ama bu yönelişin zemini kültüreldir. Ulusal felsefe, evrensele kendi nehrinden akmaktır.
Dil bir dünya tasarımı sunar. Bu tasarımın ürünleri, felsefeleştirilecek malzeme sunmakla beraber henüz felsefe değildir ve onlar Ahmet İnam’ın deyişiyle “ön felsefe” olabilirler[10]. Bu malzemeyi felsefece anlama, yorumlama ve çözümleme denemeleri, Türk felsefesinin ön hazırlığıdır. Bu malzemeyi özümseyerek yeni felsefelerle harç edecek ve malzemesini üretecek bir gelecek felsefesini beklemek hakkımızdır. Türk felsefesi ve bu felsefeyi inşa edecek olan akıl, anlayan, yorumlayan ve çözümleyen bir akıldır; malzemesi ise o kültürün yaşama alanları; dili, dini, edebiyatı, sanatı, folkloru, hatta yaşama alanından çıkmış veya form değiştirmiş kültürel arkeolojisi: Mitolojisi, masallarıdır[11]. Felsefe, onları düşünceler haline getiren bir faaliyet olarak düşünülmelidir. Türk felsefesinin evrensele katılmasının yolu da buradan geçmektedir[12].
Eğer felsefe kültürün rafine olmuş biçimiyse ve yapıldığı kültürün dilinde taşıdığı özü, aradığı hakikate taşıyorsa; o kültürün dilinde yaratılanlarla; dilde ifadesini bulan, dilde yankılanan, dile dökülen bütün ürünleriyle içten bir bağ kurmak durumundadır. Kültürde, doğal olanın aksine, yalın-düz bir gerçeklik değil, katmanlı bir yapı söz konusudur. Şöyle diyelim: Kültürel gerçeklik, doğal gerçekliği anladığımız şekliyle anlaşılamaz; anlama yöntemi farklıdır. Kültürün bütün yaratmaları kültürün çekirdek alanından beslenir ve bu yaratmanın ürünlerine kendi mührünü basar. Atasözleri, deyimler, masallar, yani kültürün anonim ürünleri, bu bağıntılar yoluyla kültüre özgü kalıplardan geçerken onun mührünü taşırlar. Kültürü anlama, yorumlama, çözümleme denemeleri, kendi felsefemizi yani mümkün bir Türk felsefesi için düşünülen ön hazırlığı veya malzemeyi bize sunacaktır kanaatindeyim.
Russian Studies in Philosopy adlı süreli bir yayının. “national philosophy” (milli felsefe) başlıklı özel sayısında editör, Rus felsefesinin, Rus kültürü içinde yapılmış bir felsefe olduğundan söz eder. Ama aynı zamanda bu başlık, felsefeye bu dilin ve kültürünün katkısı açısından da değerlendirilecek bir felsefedir de[13]. Aynı durum Türk felsefesi veya herhangi bir ulus adıyla başlayan felsefe için de geçerlidir: Türkçenin düşünce evreninde sürdürülegelen felsefe etkinliği ve birikimi, onu Alman, Fransız, İngiliz felsefelerinden ayıran kendine özgülüğüdür. Türk felsefesi diye bir adlandırma var ve farklı kültür dünyalarında da karşılıkları var. Bu manada, Bulgar felsefesi[14]veya Slovak Etiği[15] gibi adlandırmalar kadar sahici, doğal ve doğrudur. Bir kültürdeki felsefi birikim, Alman felsefesi, Türk felsefesi Fransız Felsefesi gibi adlarla anılır. Böyle bir adlandırma, tarihsel ve kültürel bir gerçekliğin doğal bir adı olagelmiştir. İnternetteki arama motoruna “Fransız felsefesi”, “Alman felsefesi”, “İngiliz felsefesi” yazıp arattığınızda[16] veya kitapçı raflarında felsefe kategorisinde altında görebileceğimiz bir gerçekliktir bu[17].
Nasıl Türk tarihinden, Türk edebiyatından söz ediyorsak, Türk felsefesinden de söz edebiliriz. Üstelik Türk matematikçilerinin birikimlerinin ifadesi ve matematik biliminin Türkiye’deki üretimi anlamında, “Türk matematiği” ifadesini de pekâlâ kullanabiliriz. Bu matematiği Türkleştirmez, Türk felsefesinin felsefeyi Türkleştirmeyeceği gibi. Bu manada Türk felsefesi, Türk medeniyet çevresi[18] içerisinde üretilen felsefedir; Türkçede üretilen felsefedir; içinde yapıldığı dilin kültüründen hareketle, bu kültüre felsefi bir derinlik kazandırmak isteyen, kendi birikimini bu doğrultuda değerlendiren bir felsefedir.
Bize göre Türk felsefesi, ait olduğumuz medeniyet çevresi içinde bu kültüre özgü bakış açısı ve değerler sistematiği içinde üretilen düşünce ürünlerine dayanmaktadır. Bu manada Türk felsefesi, sadece geçmişe değil, günümüze ve geleceğimize dair felsefe yolunun da adıdır. Olmuş bitmiş bir şey değil; olup bitmekte olandır ve geçmiş malzemesini bu gün açısından yeniden değerlendirip geleceğe yönlendirir.
Özetle, Türk felsefesinden anlaşılan şey basitçe Türklerin yaptıkları felsefedir. Yapılmış olunmakla, bu felsefe geçmiştedir. Üzerine konuştuğumuzda onun tarihinden söz ederiz.
Tarih, geçmiş bilgidir. Felsefecilerimizin uzak ve yakın geçmişte gerçekleştirdikleri felsefe etkinliğini, bu manada, felsefemizin geçmişini gösteren aynaya benzetebiliriz. Türk felsefesinin mevcut durumunu anlamak ve geleceğini kurmak için, bu aynaya bakmak durumundayız. Türk felsefesinin bu günü, dünü ile olan irtibatı olmadan anlaşılamaz. Düşüncenin yeniden inşa edilen yanı, geçmişle, yani gelenekle olan bağı sayesinde mümkündür.
Gelenek, hem geçmiştir; hem de bu geçmişin ‘şimdi’deki hali… Tefekküre, yeniden inşasında, yaratıcı hamleler yapma imkânını da, gelenekle kurduğu bağ veriyor olsa gerektir. Gelenek ve gelenekteki devamlılık, fikir silsilemizin takip ettiği süreklilik manasına gelir. Bu nedenle “gelenek”, Türk felsefesinin oturacağı kaide, üzerinde hareket gerçekleştirebileceği bir zemindir.
“Türk felsefesi” denildiğinde onu diğer Alman, Fransız, İngiliz felsefelerinden ayıran kendine özgülüğü gelir ki, bu kendine özgülük, Türkçenin imkânlarını akla getirecektir[19].
Her kültürün, evrenseli kendine özgü kalıplarla algılama biçimi vardır. Düşüncenin yönelimi, günlük yaşantıdan bilime, felsefeye ve sanata kadar uzanır ve onun geniş yelpazesinde, kültür dünyasında gerçekleştirilen düşünce ürünleri olarak bilimin, felsefenin ve sanatın bilgisi bulunmaktadır. İnsan düşündüğünü de, bildiğini de bilir; düşündüğünün ve bildiğinin farkındadır. Bu manada felsefe, düşünce üzerine düşünme, bilme üzerine bilgidir. Felsefe, belli bir kültür ortamında ve dilinde yapılmakla beraber; spesifik, belirli yöntemlerle oluşturulmuş sistematik bir düşüncedir ve yönelişi itibarıyla evrenseldir.
İşte bu biçim, dile ve dilde ifade bulan kültüre, kendine özgü bir felsefe yapma imkânı sunar. Bu, dildeki felsefedir. Türk dilindeki felsefe, bu dilin kendine özgü, bu dilde içerilmiş olan felsefedir. Buna göre Türk felsefesi, elan Türkçe içerisinde yapılan etkinliktir. Bu kültürel etkinliğe hangi kültür ve medeniyet çevresinden onun çerçevesine malzeme sağlanmış olursa olsun, Türkçenin düşünce evreninde üretilen felsefi ürünlerin hepsinin Türk felsefesi içerisinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.
Bu birikim, bir felsefe birikimi olarak ne ölçüde tatminkâr birikimdir?
Başta da ifade ettiğimiz gibi, Türkiye’de felsefenin yokluğu yargısını, olanın azlığı ve olması gerekenin aşırı vurgulanmasıyla dile getirilmiş bir iddia olarak düşünmek, yetersizlik ile yokluk arasındaki farkı gözeterek meseleye bakmak gerekir. Nihayet, felsefesizliğimizi dile getirenlerin kastı Türkiye’deki felsefi etkinliği külliyen inkâr değildir. Onların zihinlerindeki felsefe ile bu etkinlik uyuşmamaktadır veya noksandır. Onlardan bir kısmı, bu durumu eski medeniyet dairesinden ve geleneğin anlam dünyasından kopuşuna, bir kısmı da zaten bu kodların felsefe üretmeyeceğine, bunun için geleneksel kodlardan kopuş ile bir felsefe yapılacağına inanmaktadırlar.
Birinciler, Türkiye’de felsefenin tarihine daha dikkatle bakarlarsa, yargılarını haksız çıkartacak birçok isme rastlayacaklardır. Babanzade’den Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’ye, Filozof Rıza Tevfik’ten, Mehmet İzzet’e; Orhan Sadettin, Hilmi Ziya Ülken, Takiyettin Mengüşoğlu, Nusret Hızır, Nermi Uygur, Nihat Keklik, Mübahat Küyel’e kadar birçok isim, Türkiye’de felsefe hayatı için katkı sağlamış isimlerdir. Hilmi Ziya Ülken, Şekip Tunç ve maalesef akademi dışı bırakılan filozofumuz Nurettin Topçu gibi isimler, karanlıkta mum yakan insanlardır. Nurettin Topçu, Türk felsefesi açısından bir şanstır. O, İsyan Ahlakı adlı eseriyle Türk felsefesi için etik sahada bir felsefi hareket imkânı bırakmıştır.[20] Nihat Keklik ise, felsefi birikimimizi, “Türk İslam Felsefesi” başlığı altında inceleyerek bu adla kurduğu felsefe kürsüsünde, talebelerine Türk felsefesinin doğru kaynaklarını tanıtmıştır.
İkincilere gelince; kendimize başkasının bakışı ile bakan bir felsefi gözle, bize özgü bir felsefe kurulamaz elbet. Felsefe üzerinden kültüre oryantalist bir gözle bakan yabancılaşmış örnekler, Batı’daki felsefi bir izmin tekrarlayıcısı olmaktan ileri gidememiştir. Sadece başkasının problemini tekrarlamış oluruz. Felsefeyi şimdi ve burada gerçekleştireceğimiz için, geleneksel çerçevenin anlam dünyasında kültürün yaratıcı alanına nüfuz etmek, kendini anlamak ve tanımak için de felsefeye ihtiyacımız var. Türk felsefenin yolunu böylelikle imkândan gerçekliğe çıkacaktır.
Buradan yeterlilik meselesine geçelim: Felsefe etkinliğimiz yeterli midir? Bu, bir ölçüt sorununu getirir. Felsefe etkinliğinin yeterliliğini belirleyeceğimiz bir ölçüt var mıdır? Cevabımızı ancak karşılaştırarak, kıyaslama yoluyla oluşturabiliriz. Kıyaslama da karşılaştırılanın ya önceki haline göre veya kendi türünden bir şeye göre yapılabilir.
Geçmişe bakarak, “Düne göre bu gün Türkiye’de felsefe nerededir?” şeklinde ve aynı şekilde “Başka yerlerde, kültürlerde, ülkelerdeki felsefî etkinlikle yan yana konulduğunda Türk felsefesinin durumu, boyutu onlarınkine göre ne haldedir?” diye sorabiliriz.
Erişirgil’in Neden Filozof Yok? [21] adlı eserini yayınlamasının (1957) ardından bir hayli yıl geçmiş. Türkiye’deki felsefe çalışmaları ve Türk felsefesinin içinde bulunduğu durumu tasvir eden, Türkiye’nin felsefe birikimini ortaya koyan Hilmi Ziya’dan bu yana oldukça değerli çalışmalar yapılmış. Yine aynı şekilde İstanbul ve daha sonra Ankara’da açılan Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin felsefe bölümünden otuzu aşkın felsefe bölümüne gelmişiz. Gerek üniversitenin akademik ortamında gerek akademi dışında, yazılarıyla, dersleriyle felsefe eylemini sürdüren birçok felsefecimiz var. Kurumsal düzeyi ile yahut yayımlanan telif ve çeviri eserleri, dahası alan endekslerinde taranan süreli yayınlarıyla olsun, Türkiye’de felsefe, alanını hayli genişletmiştir.
İnsan düşünen bir canlı; tarihi yapan güç de fikirdir. Nasıl fikrin tarihinden söz edebiliyorsak, tarihin de fikrinden de söz edebiliriz. Fikirden eyleme dökülerek cisimleşen her değer, gerçekleştiricileriyle ve gerçekleşme zemini ile önümüzde durmaktadır. Dolayısıyla, hiçbir düşünce, sebepsiz doğmaz. Bu nedenle Türkiye’nin felsefî hayatı, o hayatı oluşturan şahıslardan ayrı olarak ele alamayız.
Mevcut felsefe manzaramızı tasvir ettiğimizde Türk felsefesinin Batılı referanslarını görüyoruz.
Artık Türk felsefesi için Batı felsefesi, bir tekrar değil, yeniden üretim kaynağı olarak durmaktadır. Türk felsefesinin bu gününde Batı felsefesi önemli bir referanstır. Çünkü artık bu gün felsefe denilen etkinliğin kendisi Batılı[22]… Felsefe denilince de bu format anlaşılıyor. Batı felsefesinin ve şu anda yapmakta olduğumuz felsefe ile 2500 yıllık bir tarzı, geleneği sürdürüyoruz. Bu tarz felsefenin ayırıcı özelliği, rasyonel argumantasyon ve sistematizasyondur.
Bu formata mecbur muyuz? Bu tarz bir felsefe zorunlu mudur? Bunun bir zorunluluk olmadığını, farklı kültürel geleneklerin farklı felsefe yapma tarzları ortaya koyabileceğini düşünme eğilimindeyim. Bununla beraber biz felsefe eğitimi yapan kişiler olarak bu formata alışkınız ve içinde kendimizi daha iyi ifade ettiğimizi düşünüyoruz.
Bu format içerisinde felsefenin başlangıcı meselesi, şöyle de cevaplanabilir:[23] Eğer başlangıcı coğrafya üzerinden kuracaksak, Türkiye’de felsefe 2500 yıl önce Ege kıyılarında başlamıştır cevabı hiç de yanlış olmaz. Ege kıyılarında Fenikeliler, Kayralılar ve diğer Anadolu halkları ile Grek ulusunun birlikte oluşturduğu kültür ortamında hikmetin bu formu tarih sahnesinde belirginleşir. Bu tarz felsefe, Türk felsefesinin geçmişi anlamında İslam felsefesi dediğimiz felsefe geleneğimizin de hareket noktasıdır. Felsefenin doğduğu, Herakleitos’un felsefe yaptığı topraklarda biz bugün yaşarken bu felsefî mirası da yaşamalıyız. Dolayısıyla Türk felsefesinin kökü, felsefenin ilk köklerine ulaşabilmelidir.
Türkiye’de felsefenin başlangıcına eğer kültürü merkeze alarak bakacak olursak, Türk medeniyet çevresi derken kastettiğimiz başka bir manzara çıkar. Antik çağ bilgeliğini Platon ve Aristo eliyle bize taşıyan ve Arapça fonetiğe uydurarak felasife adını alan etkinlikle ilk münasebetlerimiz 10. yyda başlar. Antik Yunan’daki felsefi hikmet, medeniyet çevremizde, el-Kindî (873), Farabî (950), İbn Sina (1037), İbn Miskeveyh (1030, İbn Rüşd (1198) gibi meşşaî (peripatetic) yani Aristotelesçi ve Razi’den (910) Ravendi’ye (925); tabiîyyûndan dehrîyyûna diğer filozoflarca işlenmiştir. 13. yüzyıllarda ise Mevlana gibi isimlerle kendi orijinal şekillerini bulur.
“Türkiye’de felsefe etkinliği ne zaman başlamıştır?” sorusuna şöyle de cevap vermek doğrudur. Batılı felsefesi formunda Tanzimat’ı; Cumhuriyet dönemini referans alıyorsanız, 1933 üniversite reformunu başlangıç kabul edebilirsiniz.
Felsefeye ilişkin görüşümüzün bütünlüklü olabilmesi için, bu dönemler arası bağları da kurmak durumundayız. Türk felsefesinin bütün bu dönemleri için söylendikte, felsefi mirasımız ile Batı felsefi mirası ortaktır. Geçmişe ilişkin karşılaştırmayı da bu zemin üzerinden yapmak, Türk felsefesi bugün nerede olduğunu, imkândan gerçekliğe çıkışını buradan görmek gerekir[24].
Şu sözle bitirelim: Türk filozoflarının çözümlemeleri, umulur ki, dünyanın sorunlarına çare olsun[25].
Dipnotlar
[1].Türk Felsefesi, “Türk Medeniyet Çevresinin Felsefesi” (III. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Celalabat Kırgızistan 2005) başlığı ile R. Karakuş ile birlikte benim de katıldığım bir tartışmadır. Bu tartışmalar ve kaynakça için bkz. R.Karakuş, “Türk Felsefesinin İmkânı Üzerine” Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, (C.2, S.2, 2005); Web adresi: www.insanbilimleri.com/ojs/index.php/uib/article/download/24/35 Karakuş, Türk Felsefesinin imkânı makalesinin ilk dipnotunda, Türk felsefesinin durumunu genel olarak ilk değerlendirenlerden birinin M. Ali Ayni olduğunu söyler: Darülfünun Tarihi, (İstanbul 1927) ve İntikad ve Mülahazalar (İstanbul 1923) adlı çalışmalarında felsefe yayınları ile birlikte felsefe alanındaki durumumuz değerlendirilmektedir. Bu yıllarda M. İzzet de Türkiye’de Felsefe (HayatMecmuası, C.3, S.67 Ankara, 1928) ve M. E. Erişirgil “Felsefe Adamı”, (Milli Mecmua, S.1, İstanbul, 1339,) “Felsefe Neşriyatında Bir Terakki Hatvesi” (Mihrab, S.3, İstanbul, 1339,), “Hakikâten Felsefe Züğürdüyüz” (Mihrab, S.30, İstanbul, 1341) gibi çalışmalarla Türkiye’deki felsefe etkinliğini değerlendirirler. Sadece Türk yazarlar değil, E.v.Aster de benzer değerlendirme yazıları yayınlamıştır. Bkz. E.v.Aster “Felsefe Tarihinde Türkler”, (Türk Tarih Kongresi, ayrı basım, İstanbul, 1937) Bu ve benzeri değerlendirmelerin kapsamlı örneklerini H.Z.Ülken’in Türk Tefekkür Tarihi, (İstanbul 1933); Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, (İstanbul 1935); Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi (İstanbul 1966) adlı çalışmaları oluşturur. Daha sonra bilhassa Cumhuriyetin 50. yılı ile birlikte M. Türker Küyel’in Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Felsefe Eylemi, (Ankara 1976) ve Türkiye’de Felsefe Eğitimi (1975) ile N.Uygur’un Türk Felsefesinin Boyutları’(İstanbul 1974)nı saymak gerekir (Karakuş, agm). Farklı bakış açılarını sorgulama çalışması örneği olarak ise bkz. Zeynep Direk “Türkiye’de Felsefenin Kuruluşu”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, (İstanbul 1998); Hakan Poyraz “Var mı, Yok mu? Osmanlı’da Felsefe Yoktur İddiası Üzerine”, Türk Yurdu, (S.148-149, Ankara, 2000) İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak, (İstanbul 2001) verilebilir. Konuyla ilgili kaynakça bununla sınırlı değildir elbet. Alıntıladığımız dipnota ilave olarak şu eserlerden de söz edebiliriz: Rahmi Karakuş, Felsefe Serüvenimiz(İstanbul, 1995) ve Felsefe Tasavvurumuz, (İstanbul 2003), Kenan Gürsoy, Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?, (İstanbul, 2006),Cüneyt Kaya (Ed)Türkiye’de/Türkçe’de Felsefe Üzerine Konuşmalar (İstanbul 2009).
[2]. R. Karakuş (Ed.) Türkiye’de Felsefe Çalıştayı, Sakarya, 2009
[3]. H. Poyraz, Var mı, Yok mu? “Osmanlı’ da Felsefe Yoktur” İddiası Üzerine, Türk Yurdu, Sayı. 148-149, Yıl. 2000
[4]. I.Kant, Gelecekte Bilim Olabilecek Her Metafiziğe Prologomena, (Çev. İ.Kuçuradi, Y.Örnek) Ankara, 1983, s.4
[5]. İ.Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak, İstanbul, 2001
[6]. B. Çotuksöken, Cumhuriyet Dönemi Türkiye’de Öğretim ve Araştırma Alanı Olarak Felsefe, Ankara, 2001
[7]. Bkz., O.Kafadar, “1933 Üniversite Reformunun Felsefe Eğitimine Etkileri”, Felsefe Dünyası, (S.31, 2001); Z.Direk, “Türkiye’de Felsefenin Kuruluşu”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, (İstanbul, 1998); R.Karakuş, Felsefe Tasavvurumuz, (İstanbul, 2003)
[8] .Türk felsefesini, Batı tarzındaki felsefenin tarihi olarak okuduğumuzda, 33 öncesindeki pozitivist, materyalist, anarşist düşünceyi buluruz. Bkz. Hilmi Ziya’nın Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, R.Karakuş’un Felsefe Serüvenimiz. Ayrıca bkz. Remzi Demir Philosophia Ottomanica: Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Türk Felsefesi, III Cilt (Ankara, 2007) ve Türk Aydınlanması ve Voltaire: Geleneksel Düşünceden Kopuş, (İstanbul, 1999). 33 sonrası için yine Karakuş’un Felsefe Tasavvurumuz’a; 33 sonrası pozitivizmin yeni Türk felsefesinin müfredatına yeterince yer bulamayışının ideolojik nedenleri hakkında Direk’in “Türkiye’de Felsefenin Kuruluşu” (s.70) makalesine bakılabilir.
[9].Cumhuriyetten Günümüze Türk Kültürünün Dünü, Bugünü, Geleceği (Felsefe-Bilim) başlıklı AKMB’ce yapılan V. Türk Kültürü Kongresinde, “Felsefenin tek bir biçimi olmadığını, farklı kültürlerin farklı felsefe yapma tarzlarının olabileceğini ve böylece bir Türk felsefesinin de mümkün olduğunu” dile getirdiğimde, konuşmacı Prof. Dr. Ahmet Arslan, “Eteğinizdeki taşları dökün, görelim” demişti. Aslında o toplantıdakiler, konuşmacı da dahil, eteklerindeki taşları Türkçe döküyor, yani felsefe yapıyorlardı.
[10]. Cumhuriyetten Günümüze Türk Kültürünün Dünü, Bugünü, Geleceği V. Türk Kültürü Kongresi kitabında “CumhuriyetDöneminde Türkiye‘deki Felsefenin Serüveni” adlı sunusunda (AKMB, Ankara, 2005)
[11]. H.Poyraz, “Masallarımızdaki Felsefe” Hayatın Manevi Boyutları, İstanbul, 2005
[12] R.Karakuş, H.Poyraz, Türk Medeniyet Çevresinin Felsefesi, (III. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Celalabat-Kırgızistan 2005) s. 127
[13] Taras Zakydalsky, “Editor’s Introduction” Russian Studies in Philosopy, Vol.43, Num.3/Winter, 2004-5
[14]. Mihayil Biçvarov,“Ondokuzuncu Ve Yirminci Yüzyıllarda Bulgaristan’da Felsefi Düşünce” Yazko Felsefe, 1982;
[15]. Eramus Programı çerçevesinde, 2008 yılında Sakarya Üniversitesi Felsefe Bölümde bulunan Presov Üniversitesi, Felsefe-Etik bölümünden Vasil Gluchman’ın ifadesi olarak Slovak etiğiörneğini verdim.
[16].Google’da “Türk felsefesi” yazıp arama yapıldığında 9.050 sonuç; “Alman felsefesi” 13.000; “İngiliz felsefesi” 537 sonuç, “Fransız felsefesi” yazıldığında 5.033 sonuç çıkmaktadır. Aramayı İngilizce yaptığımızda sayılar şöyledir: “Turkish philosophy” 2.060; English philosophy” 355.000; “French philosophy” 354.000 ve “German philosoph, 518.000. (07.01.11 tarihi ile)
[17]. Sadece Türkçe eserlerden birkaç örnek: E.Breher, Alman Felsefesi Tarihi, Çev. Ziya Somar, İstanbul, 1936; M.Aydın, Kant ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlâk İlişkisi, Ankara, 1991; Descombes, Modern Fransız Felsefesi(Çeviren: Aziz Yardımlı) İstanbul, 1980; R. Bubner, Modern Alman Felsefesi (Çeviren: Aziz Yardımlı) İstanbul, 1981; Z. Direk, R. Güremen, Çağdaş Fransız Düşüncesi, İstanbul, 2004;O. Ewald Fransız Aydınlanma Felsefesi (Çev. G. Aytaç) Ankara, 2010; R. Bubner, Modern Alman Felsefesi (Çeviren: Aziz Yardımlı) İstanbul, 1981
Nihat Keklik, Türkler ve Felsefe adlı eserinde “Çağımızda Milli Felsefe Telakkisi” başlığı altında, bu konudaki literatürden bir hayli örnek verir. Keklik, Türkler ve Felsefe, (Fatih Yay. Matbaası, İstanbul 1986) s. 27 vd; s. 56 vd.
[18] Türk Medeniyet Çevresi, kurmaca değil, tarihsel ve kültürel gerçekliğin adıdır. Bu çevrenin geçmişte ve şimdide ürettiği ve diğer medeniyet çevrelerinden temellük ettiği düşünsel malzeme de Türk felsefesinin içindedir.
[19]. Bkz. Ö.Naci Soykan, “Türkçe’nin Felsefe Yolları, I, II, III” Arayışlar, (İstanbul, 1998). Soykan, şu öncüllerden hareket etmektedir (s, 99): (1)Tek bir felsefe yoktur, felsefe tarzları vardır. (2)Her felsefenin kendisiyle yapıldığı her bir doğal dilde bile, biricik felsefe yok, felsefeler vardır. (3) Bir doğal dil başka doğal dillerden ayrı olmakla “kendine özgülük” alanı oluşturur (4)Böyle bir dildeki her felsefe, bu kendine özgülükten pay alabilir (5) Türkçe böyle bir dildir. (6) Buna göre, Türkçenin kendine özgülük alanından pay alabilen en az bir felsefe yolu olabilir.
Türkçe ve felsefe üzerine ayr. bkz. Mermi Uygur, Dildeki Felsefe, Dil Yazıları-I, (TDK, Ankara, 1988);“Türk Dilinin Felsefesi” Kültür Kuramı, (İstanbul, 1984). “Türk Dilinin Felsefesi” Kültür Kuramı, (İstanbul, 1984); Mübahat Küyel; “İleri Dil” ve “Dil Transferi” Üzerine Ön Düşünceler, Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, (Ankara 1978); M.Gökberk, Türkiye’de Felsefe Dilinin Gelişmesi, Dil Yazıları-I, (TDK, Ankara, 1988); Değişen Dünya, Değişen Dil, (İstanbul, 2000); Bedia Akarsu, Felsefe Dili Olarak Türkçe, Macit Gökberk Armağanı, (Ankara, 1983); A.O. Gündoğan, Bilim Dili Olarak Türkçe, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (S:8, 1997); Necati Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, (Ankara, 1999); İ.Kara, Türkiye’de Felsefenin Niçin Dili Yok? (Cogito, S.19, İstanbul 1999); H. Poyraz, Türkçeden Geçen Felsefe, Türk Yurdu, (S.162-163)
[20]. Akademik felsefenin ilk öncüleri, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünün büyük hocaları, Topçu’nun yerelden evrensele ulaşmak amacıyla kendi kültürü ve Batının felsefi birikimi arasında sentezi yapmak yerine Batıdaki herhangi bir felsefî ekolün acente bayiliği ile yetinmişlerdir. Onun için Topçu’nun Batı Felsefesi içerisinde kendine hareket noktası olarak hareket (aksiyon) felsefesini ve Blondel’i seçmesindeki irade, onu Fransa yerine Almanya trenine binen ve oradan aldığı felsefî tarzı burada kalıp gibi çıkarmaya çalışan diğerlerinden ayırmaktadır. Türkiye’deki felsefe klanı, kendileri gibi Batı’nın acenteliğini yapmadığı için felsefe kapısını ona kapatmıştır (H.Poyraz, “Ahlakın İsyanı, İsyanın Ahlakı” Hece, Yıl,10, Sayı:109, s.50).
[21]. Erişirgil bu eserinde, felsefenin yurt tutabilmesi için felsefe ile münasebeti dairesinde gerekli gördüğü alanları tartışır: Bilim, Ahlak, Sanat ve Din. Sonuç kısmında ise şunları söyler: “İlimde, ahlakta, sanatta istediğimiz seviyeye vardığımız zaman göreceksiniz, Türkler arasında da filozoflar yetişecek ve onların ortaya koydukları dünya görüşleri münakaşa edilip duracaktır”
[22]. Batı felsefesi tabiri de aslında 19 yy. batılı felsefe tarihçileri tarafından oluşturulmuş bir kavramdır. Batı felsefesinin antik Grek temelleri üzerine yeniden kurulmasının dayandığı ideolojik çerçevesi için bkz., R. Karakuş, Türk Felsefesinin İmkanı. Karakuş bu konuyu Z.Direk ve Irk Kavramını Kim İcat Etti kitabının yazarı R. Bernasconi’nin de tezleri eşliğinde tartışır (s.5-6).
[23] H.Haluk Erdem, Felsefenin Işığında Tartışmalar (Ankara, 2007)
[24]. Şu anda Batı felsefesi çerçevesi içinde 2500 yıllık bir çizgiyi takip ediyoruz. Bu format içerisinde bir asırdan beri kaynak ve referanslarıyla felsefe oradan geliyor. Geliyor gelmesine de, bu kavramları kendi felsefe dilimize dönüştürebiliyor muyuz? Felsefecinin bir muslukçudan farklı olarak, alet edevat çantasında sadece kavramları ve bu kavramları nasıl kullanacağına ilişkin mantıksal cihazı vardır diyor R.M. Hare (Bryan Magge, Yeni Düşün Adamları, Haz. Mete Tuncay, Ankara, 1985, s.175). Türkçenin gözüyle görülmüş kavramlarımız ve mantıksal cihazımız var mı? Felsefe yönelimi itibarıyla evrensel, lakin kavramların işlendiği dilin kendisi kültürel bir varlık. Kendi dilimizden gördüğümüz zaman kavramları, evrensele sunacağımız model oluşturma şansımız hiç mi yok? Kavram inşası oyuncak Legolar gibi, birbirine ekleyerek oluşturduğumuz modeller aslında. Haritanın toprağı temsil etmesi gibi, kavramlarla gerçeği temsil ederiz. Legolarla yaptığımız uçaklar gibi. Bu uçaklara pervane ve motor takıp uçurabiliriz de. Kendi kavramlarımızla yürütümüz felsefe, benzetmek için söyleyeyim, düşünceyi uçurmak olacaktır.Türkçeleştirmeye, Türkçe düşünmeye bu manada ihtiyacımız var ama uyduruk bir Türkçe ile değil, Türkçenin yaratıcı gücünden hareketle… Mengüşoğlu’nun dediği gibi bir kelime fabrikasyonu ile değil Türkçenin bakışıyla kurulmuş bir felsefe diliyle. (T.Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul, 1983, s. 246).
[25] Günümüzde, hakikati arayan filozof, dünya sorunları üzerine çözümler arayan bilge kişilere dönüştü ve dünya sorunlarına felsefe ile bakmanın lüzumu daha çok hissedilmeye başlandı. Bu pozitif havanın oluşmasında, Ahmet İnam, Doğan Özlem, İonna Kuçuradi, Kenan Gürsoy, Ömer Naci Soykan, Teoman Duralı gibi felsefeyi yeniden üreten hocalar ile sonraki kuşaktan, Ali Osman Gündoğan’a, Harun Tepe’den Ayhan Bıçak’a, Cengiz Çakmak’tan Zeynep Direk’e, Rahmi Karakuş’tan Solmaz Z. Hünler’e kadar ve ismini zikredemediğim bir çok felsefeci, Türk felsefesinin bu gününü temsil ediyor.
——————————————
Kaynak:
Türk Yurdu, Mart – 2011, Yıl: 100, Sayı: 283
Önemlidir:
Atıfların yukarıdaki kaynağa yapılmasını önemle rica ederiz.