Turgut GÜLER
Yenişehir, çok kabûl gören yer adları arasında ön sıralarda bulunuyor. Bursa’dan Ankara’ya, Muşkara’ya kadar, Anadolu’da yeni ve nev şehirlerimiz doğmuş. Aynı zevkin, geleneğin bir devâmı olarak, Balkan topraklarında da Yenişehir diye bilinen beldelerimiz vardı. Rûmeli’nin en meşhûr Yenişehir’ine, bugün maalesef Larissa tabelâsını asmışlar. Serez’le, Tırhala’yla, Selânik’le aynı coğrafyayı paylaşan bu bizim eski Yenişehir, 19. yüzyılda edebiyâtımıza Avnî’yi armağan edecektir. Fâtih Sultan Mehmed Hân’dan sonra, Türk dîvân şiirinde Avnî mahlâsını kullanarak adını duyuran ikinci şahıs, Yenişehirli Avnî’dir.
Mora’da, Aydın’da, Tokat’da ve daha pek çok yerde kurduğumuz veya adını koyduğumuz nice Yenişehir, yeniliklere kapılar açarak zamâna dağılmışlardır. Elbette, Eskişehir adını verme âdetimiz de varmış. Ama Yenişehir’e nazaran, bu, çok değil. Antik Dorileon’u Porsuk sularında yıkayarak, Eskişehir’i lüle taşı misâli Anadolu duvarına rapteden Türk zevki, yenide olduğu gibi, eskinin de lâtif yanlarını keşfediyordu.
Şunu, silinmeyecek harflerle zihnimize nakşetmemiz lâzım:
“Vatan toprağına konmuş yer, dağ, su adları; sınırlarımızın dışında kalsa da, hâlâ bizimdir.”
Yahyâ Kemâl, Süleymâniye’de Bayrâm Sabâhı şiirinde:
“Hem bu toprakta bugün bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde”
diyerek, bu hakîkati şâirâne tarzda ifâde etmiştir. Milletimizin koyduğu bu isimler, aynı zamânda millî idealimizin de en mühim ilham kaynağıdır…
Mukâbele-i bi’l-misl, yâni ayniyle karşılık vermek, milletlerarası politikanın en başta gelen düstûrudur.
Vaktiyle, Istanbul’daki Fransız elçisi, Boğaziçi’nde, Osmanlı Pâdişâhı’nın saltanat kayığının aynısını yaptırarak dolaşmaya başlamış. Buna, zorlama tedbîrlerle engel olmayı nâzik bulmayan Osmanlı Hükümdârı, hemen Pâris’deki Türk elçisine mukâbele etme direktifi vermiş. O sırada Pâris’deki elçimiz Ahmed Vefik Paşa’dır. Çok kısa denecek bir zamânda, Fransız Kralı’nın Pâris’de dolaşırken bindiği atlı arabanın aynısını yaptıran Vefik Paşa, Pâris sokaklarından geçerken, Fransızlar, Kral geçiyor zannederek ihtirâm duruşuna yöneliyorlarmış. Sonunda, Fransız elçisi kayığından, Vefik Paşa arabasından inmiş de, mukâbele-i bi’l-misl sona ermiş.
Keçecizâde Fuad Paşa’ya atfedilen bir anekdot da, yine bu husûsdaki târîhî büyüklüğümüzü ortaya koyuyor. Sultan Azîz’in Avrupa seyâhati esnâsında, Fransa’da bulunduğu günlerde, Türk Hükümdârı, İmparator’la buluşmasına biraz geç kalır. Fuad Paşa, o sırada Fransız İmparatoru’nun yanındadır. Paşa’nın Fransızca bildiğini bir ân unutan İmparator, Sultan hakkında, yüksek sesle yakışıksız kelimeler kullanır. Sonradan, Fuad Paşa’nın çok iyi Fransızca konuşup-yazdığı akılına gelince:
–Biraz önce duyduklarınızı Sultân’a bildirmezsiniz herhâlde, bunu bilhassa ricâ ediyorum.
der.
Fuad Paşa, ânında taşı gediğine koyar:
-Hiç merâk etmeyin Haşmetmeâb! Hem, Sultân’ımızın sizin için söylediklerini size ilettim mi?