Hilmi ÖZDEN
Bir Ramazan ayı başlangıcının öncesi cumada vaaz veren konuşmacı hoca önce Türkçe, Sonra Arapça, en sonra da İngilizce konuştu. Bunun üzerine. Önce “müezzine” ve “cemattaki bir ilahiyat hocasına” aramızda “İngiliz misafir mi var dedim”. Onlar “hayır, bizde anlamadık, niye böyle konuştu” dediler. Bunun üzerine ayağa kalkarak cemaata hitaben “Is there any english man in this here” (Burada İngiliz herhangi biri var mı?) diye seslendim. kimse el kaldırmadı. Namazı kıldıracak hoca “namazdan sonra konuşalım” deyince ona ; “vaktimizi vaaz’a aldırıyorsun” dedim ve namaza başladık. Namazdan sonra kendimi İngilizce tanıttım. ve:Iam sorry, I didn’t understand you, Mr. Hoja, (özür dilerim, seni anlamadım, Mr. Hoja)”Why did you tell about: Islamic subjects to us in English language “(niçin İslami konuları bize ingilizce anlattınız?) “there are a lot of foreign studens therefore I must speak English language” (Çok yabancı öğrencimiz var, bu yüzden İngilizce konuşmalıyım) deyince, “Our foreign students speak Turkish language very well” “It isn’t necessary”. (Bizim yabancı öğrenciler mükemmel Türkçe konuşur) (gerekmez) dedim. Türkçe olarak “İngilizce vaaz verdiğim için tebrik etmeniz gerekirken eleştiriyorsunuz” deyince “congratulations“(Tebrikler) dedim bunun üzerine Türkçe konuşmaya devam etti. Bende: camide İngilizce vaaz vereceğine İngilizce article(makale) yayın sayını artır demek durumunda kaldım. Namaz öncesi soru olmaz deyince, “sizin ne ayrıcalığınız var? Hz. Peygamber’e (SAV) ve Hz. Ömer’e(RA) namaz öncesi ve hutbe sırasında cemaat istediği gibi sorardı” dedim. Nedendir anlamadım “Kürsü benim, istediğim şekilde konuşurum” diyerek, beni şunu söylemek zorunda bıraktı “bizde cemaatiz ve camiinin esas sahibi biziz”.Daha sonra Müftü Beyi arayıp “böyle bir uygulama emri verildi mi yahut uygulama var mı idi? diye sorduğumda” Müftü Bey “böyle bir emir ve uygulama yok” demiştir.
Türkçe’deki Vatan-I
Hünkar Hacı Bektaş; din adamı, mütefekkir, mutasavvıf ve bir Türk Milliyetçisi idi. Bu özellikleriyle insanların gönüllerini fethetti. Hacı Bektaş, Suluca Karahöyük’ü bir irfan mektebi hâline getirdi. Geleceğin birçok mutasavvıf ve bilginleri de burada yetişti. Bunları çeşitli diyârlara gönderdi. Bunlardan Yunus Emre’nin hocası olan Taptuk Emre, Sarı Saltuk, Geyikli Ahmet Baba, Abdal Musa, Ahî Evren, yıllar sonra aynı gönül ırmağından su içen Balkan ülkelerinde büyük hizmetler gören Kızıl Deli Sultan (Seyyid Ali), Anadolu’da Kaygusuz Abdal ve Pîr Sultan Abdal bunların arasında idiler.
Yunus Emre, millî dili ve tasavvufi fikirleri ile Türkçe konuşan unsurun “Kutup Yıldızı ” oldu. Türk unsurunu yıkılmaktan ve yok olmaktan kurtardı. Kardeş kavgalarını önledi. O dönem Yunus’un dünyaya geldiği Anadolu coğrafyasında millî dili, millî kültürü ihmal edenler vardı ve bunlar Selçuklu sarayında, devletin ve hükümetin içinde idiler.
“Anadolu’ya Selçuklular gelmeden önce; Milleti ve onun devletini parçalamak isteyenler, milletin içine, ayrı iki kültür demek olan yabgu (millî kültür) ve sultan (yabancı kültür) ikiliğini sokmuşlardı. Tuğrul Bey, 1063’de Bağdat’a gelip Halifenin kızı ile evlendi. Kendi kızını Halife ile evlendirdi. Millî kültürden, zaman içinde uzaklaştı. Yabgu kültürü (millî kültür) hor görüldü, saraydan uzaklaştırıldı. Yabgular, millî kültüre sahib olanlardı. Musa Yabgu etrafına toplanan kalabalık Türkmenler’le; (1064) ve aynı milli zihniyet ve düşüncede olan Kutalmış Yabgu da, etrafına toplanan Türkmenler’le 1065’de Sultan Tuğrul’a isyan etti. 1071 Malazgirt savaşından sonra Yabgular ve bu arada Kutalmış Yabgu’nun oğlu Süleyman Yabgu, Hasan Yabgu ve İbrahim İnal Yabgu, etraflarındaki Türkmenler’le beraber, tabir caiz ise, imparatorluğu kuranlar, imparatorluğun batı sınırlarına (uçlara) sürüldüler. Bir İranlı olduğu halde Nizam-ül Mülk, bu ikiliğe, dolayısı ile dahili isyanlara bir son vermek, daha kurulurken, yıkılışı önlemek için imparatorluğu kuran Yabgular’ın da, imparatorluk idaresine katılmasını, Türkmen askerlerinin de sarayda ve orduda bulunmasının yararlı olacağını, bu devlette onlarında hisseleri bulunduğunu söyledi. Fakat sultanlardan fazla dinleyen olmadı. İmparatorluğun batı sınırına sürülmüş olan Yabgular, başlarında Süleyman Yabgu (Şah) olduğu halde, Anadolu’ya girip 1078’de Anadolu Selçukîlerini kurdular. Büyük Selçukiler de önce dörde bölündüler. Sonra 1157’de İran ve Arap kültürü içinde eridiler ve yok oldular. Bir devlet veya imparatorluk da, milletin, millî ve dinî kültürünü dejenere etmek, onun idare ettiği unsuru asli olan milletin yabancı kültürü içinde temessül (şekillenme) edilmesine lakayt kalmak, onu yok etmek için yeterli ve kâfidir. Büyük Selçukiler bu hatayı yaptıkları, yabancı kültür içinde yıkıldıkları gibi, Anadolu Selçukiler’i de aynı hatayı tekrar ettiler. Yabancı kültür içinde yıkıldılar. Ebül Gazi Bahadır Han, Secere-i Türki’sinde “Büyük Selçukiler, Türkmenler’ e karındaşız dediler. Fakat karındaşlarına bir faydaları dokunmadığı gibi, karındaşlarını Anadolu’ya sürdüler. Karındaşlarının kendilerinden uzak tuttular. Düşmanlarını, karındaş edindiler” diyor” (1)
“Bu arada, Karamanoğulları’nın Milli Kültür açısından 1235-1500 arasında 265 sene devam eden (ekonomik, sosyal, siyasî ve özellikle millî kültür ve yabancı kültür mücadelesinde olan ve bundan kaynaklanan tarihi oluşum ve gelişim mücadeleleri zinciri içinde) rollerini unutmamak gerekir. Anadolu Türk’ünün, yabancı kültür ile eriyip yok olmak üzere iken, millî dil, millî kültür, millî âdet, ananeleri, ile yabancı kültürün karşısına çıkmaları, onunla hayatları bahasına mücadele etmeleridir. Böyle bir mücadele zincirinde Karamanoğulları devri altın bir halka devridir. 13-15. asırlarda, Anadolu Türklüğü, İran Selçukileri, Suriye Selçukileri gibi Arap ve İran kültürü içinde yok olurken ve de buna mâni olacak etrafta kimse de yokken, bir avuç Oğuz Türk’ünün başına geçen Karamanoğlu Mehmet Bey,”milli kültür ve istiklâli, millî gelenekler içinde ortaya atılmış ve 1277’de Konya’yı zabtetmiştir. Bir ferman ile “Bugünden itibaren Divânda, Dergâhta, Bargâhta, çarşıda, pazarda, yolda ve sokakta Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır” diyerek Arapça ve Farsça dillerini yasaklamış, Türkçe’yi resmî dil ilân etmiştir. Mehmet Bey’den sonra gelen evlâtları ve torunları Şemseddin, Fahreddin, Bedreddin, Burhaneddin, Seyfeddin gibi unvanlar kullandıkları gibi medreselerinde Arapça, edebî eserlerinde Farsça dil kullanmaya devam etmişlerdir.
Büyük çoğunluğu Oğuz boylarından Salurlar’ın Karaman uruğundan gelen Karamanoğulları kimlerdi? Miladî 920’den sonra Harzem Maveraünnehir ve Horasan havalisine inerek muhtelif Müslüman Türk devletlerinin hizmetlerinde çalışmaya başlayan Kınık Oğuzları ile birlikte, Karamanlılar’ın mensub olduğu Salur Oğuzları’ da, Kınıklarla karışık ve onlarla beraber aynı havaliye indikleri, aynı devletlerin hizmetlerinde çalıştılar. Bu arada 984 tarihinde İslâmiyeti kabul etmişler. 1015 tarihinden itibaren de Anadolu’nun fethi için yapılan muharebelere iştirak etmişlerdir. Yine Selçuklular ve daha birçok Oğuz kabileleri ile birlikte Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir. 24 Oğuz boyunun bütün şubelerine Anadolu’da, daha geniş bir deyişle, Ön asya’da tesadüf edilmesinin sebebini, aynı hâdiselere tekmil boyların iştirak etmesinde, yeni fethedilen yerlere önce göçebe, sonra yarı göçebe, daha sonra da tamamen yerleşmiş olmalarında aramak lâzımdır. Bu itibarla büyük kabilelerin olduğu gibi Selçuklular’ın mensub olduğu Kınık kabilesiyle Karamanlılar’ın mensub olduğu Salur kabilesi aynı tarihî hâdiseleri yaşamış, aynı içtimaî ve iktisadî mukadderatı paylaşarak yaşayıp gelmişlerdi. Bir misâl olarak şunu arzedelim ki bir Türk devleti, bir Oğuz boyu -kabîlesi- veya şubesi tarafından kurulmamış, sevk ve idare edilmemiştir. Buna 24 Oğuz boyunun bâzan yarısının, bazen üçte ikisinin katıldığı tarihî bir hakikâttir. Selçuklu devletinin Osmanlı devletini yalnız Kınık’lar veya yalnız Kayılar kurup idare etmediği gibi Akkoyunlular’ı yalnız Akkoyunlu kabîlesi, Karakoyunlular’ı yalnız Karakoyunlu kabîlesi. Karaman devletini yalnız Salur kabîlesi veya Karamanlılar kurmamışlardır.Karamanlılar’ın sadece Salurlar’dan değil, tarihçe meşhur olan Avşarlar’dan gelen oymakların bulunduğu da kabul edilmektedir.
Avşar, Oğuz Han’ın .üç oğlundan Yıldız Han’ın oğludur. Yıldız Han’ın oğlu Avşar’ın soyundan gelen veya onlara tabiî olan kabilelere Avşar ismi, alem olmuştur. Kınıklar ve Salurlar gibi Avşarlar da 920’den sonra -Üst Yurttan- Harzem, Maveraünnehir, Horasan havalisine inmişler ve 920’den sonra Müslümanlığı kabul etmişlerdir. 920-1015’e kadar, İslâm aleminde kurulan Sâmânoğulları, Gazneliler, Karahanlılar hizmetinde Kınıklar, Salurlar, Bayatlar gibi Avşarlar da çalışmışlardır. 1015’ten itibaren bunlar Önasya’nın ve bu arada Anadolu’nun fethine iştirak etmişlerdir.
Taht kavgaları sırasında; 15 Mayıs-Haziran 1276 da Karamanoğlu Mehmet Bey ile Selçuklu şehzadesi Siyavuş birlikte Konya’ya girdiler. Şehrin ileri gelenleri gelip Siyavuş’a biat ettiklerine dair ant içdiler. Mehmet,Bey, Siyavuş’un saltanatını kurtarmak için sultanlar türbesinde bulunan sancak ile çetrin getirilmesini istedi. Bunlar getirildi. Siyavuş bir merasimi mahsusa ile Selçuk tahtına çıkıp oturdu. Aynı gün büyük bir divan aktedildî. Divânda önemli kararlar alındı. Başlıcaları şunlardır:
1- Hutbenin Siyavuş namına okunmasına, paranın onun namına basılmasına karar verildi. Bu karar icabı olarak 22 mm. kutrunda 3,5 gr. Ağırlığında gümüş para darbedildi. Bu paranın ön yüzünde “Al-Sultan- alâzâm Alaüddünya v’el-din Abul Fetih Siyavuş bin Keykâvus” ibaresi vardı. Arka yüzünde ise “Almin-netüllah darabe be medine Konya Fi hamse su sitte / 675″ yazılı idi” Önemsiz gibi görülen bu küçük sikkenin bulunmasıyla Siyavuş’un Selçuklu hanedana mensup bir şehzade olup İzzeddin Keykâvüs’ün oğlu Siyavuş olduğu da kat’i olarak anlaşılmıştı. O tarihe kadar şehzadeliği konusunda tereddütler vardı.
2- Resmi lisanın Türkçe olması, Arapça ve Acemce’nin kaldırılması kararlaştırılmıştır. Bu karar bir fermanla her tarafa ilân edilmiştir. Fermanda “Bugünden itibaren Divanda, Dergâhta, Bargâhta, Mecliste ve meydanda Türkçe’den başka bir dil kullanılmayacaktır.”deniliyordu. Bu karar ile yalnız siyasî ve askerî bir zafer değil, aynı zamanda kültürel bir zafer de ilân ediliyordu.
3- Mehmet Bey yine bu divanda Siyavuş’un vezirliğini resmen kabul etti. Vezir olan Mehmet Bey, devlet mekanizmasına elbette ki itimat ettiği an be asıl Türk kumandan ve beylerini getirdi. Böylece Mehmet Bey, muvakkat bir zaman için olsa bile memleketi Moğollar’dan, devlet mekanizmasını dönmelerden, lisanı da İran ve Arap tesirlerinden temizledi.Mehmet Bey işleri kendi arzusuna ve emellerine göre idare etmekte idi. Zaten Siyavuş vaktini çok defa ibadetle geçiren, arz konuşan atıl çabuk karar vermeyen kimsenin incinmesini istemeyen bir adamdı. Halbuki böyle ihtilâl zamanlarında bu ruhtaki adamlar hâdiselerden istifade edemezler. Vukuata yeni bir şekil veremezler. Onun bu halini Mehmet Bey de biliyordu. Lâkin başka kimseyi bulamadığı için'” Siyavuş da, Mehmet Bey gibi cesur, gözü pek, mücadeleci, mantık, az çok uzağı görür bir adam olsaydı, hâdiselerin cereyan tarzı daha başka türlü olabilirdi. Etraflarına daha çok kuvvet toplarlar muvaffak olmak ihtimali olabilirdi. Siyavuş’un mânevi bir kuvvet olmaktan başka hiçbir faaliyeti görülmemiş hattâ, son zamanlara doğru, Mehmet Bey için bir yük olmaya başlamıştır. Bütün işler Mehmet Beyin gayreti ile olmuştur.
4- (Barış vergisi) ismiyle bir vergi tarhına karar verilmiştir. Bu kararın icabı olarak yalnız Konya halkından 40 bin akçe tahsil edilmiştir
5- Anadolu’nun her tarafına zafernameler yazılıp gönderilmesine, kendilerine tâbi olmaları için fermanlar, yazılmasına karar verilmişdir. Bu fermana uyanlar, muvakkat bir zaman içinde olsa Siyavuş ve Mehmet Bey’e tabiiyetlerini arz etmişlerdir. Böylece Mehmet Beyin kendi ülkesinden başka Konya, Ankara, Kütahya, Sivas ve mülhakatları. Kayseri, Amasya, Antalya, Sinop, Canik ve mülhakatları Mehmet Bey’in emrinde birleşmişlerdir.” (2)
Bu dönemin büyük ediplerinden Aşık Paşa’nın, (1272-1333). Türk dilinin gelişmesi ve yayılmasında büyük hizmetleri bulundu. Bu uğurda ölümsüz eserler yazan ilk Türkçeci şairlerimizdendir. Âşık Paşa, tanınmış mutasavvıf Baba İlyas’ın torunudur. Baba İlyas, XIII. yüzyılın başlarında, birçok Türk bilgini gibi, Orta Asya’daki Horasan Türk bölgesinden Anadolu’ya göçmüş, Kırşehir ve çevresindeki Türkmen oymaklarının şeyhi olmuş, onlarla birlikte Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev’e karşı yapılan Babaî ayaklanmasına katılmıştır. Oğlu Muhlis Paşa, Osman Gazi’nin güvendiği ve saydığı adamları arasındadır. Kırşehir’de yerleşen Muhlis Paşa’nın üç oğlundan en büyüğü Alâeddin Ali’dir. Bu yüzden Alâeddin Ali, baş ağa, yani en büyük kardeş olarak tanınmıştır. Baş Ağa adı zamanla Beşe, sonra da Paşa olarak söylenmiş, şiirlerinde (Âşık) mahlasını kullandığı için de, asıl adı unutularak (Aşık Paşa) adı, her tarafta ün yapmıştır.
Âşık Paşa, din ve tasavvuf bilgilerini Kırşehir’li Şeyh Süleyman’dan öğrenmişti. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında babası ile birlikte Osman Gazi’nin yanında hizmet görmüştü. Sultan Orhan’ın Osmanlı Beyliğinin başına geçtiği yıllarda, Kırşehir’e gelerek baba ocağına yerleşmiştir.Âşık Paşa, Kırşehir’de, Ahilik örgütünün büyük bir saygıyla bağlandığı “Mürşid”i olmuş, çevresinde toplanan Oğuz Boylarına, dostluk ve kardeşlik ilkelerini aşılamış, onlara Türkçe seslenmiş, eserlerini katıksız öz Türkçe ile yazmıştır. Âşık Paşa, çevresinde yalnız Türkçe ile konuşup, eserlerini Türkçe yazmamış, aynı zamanda, o güne dek moda olan Arapça ve Farsça’ya karşı Türk dilinin güçlü bir savunucusu olmuştur. Âşık Paşa’nın en tanınmış eseri, 12.000 beyitlik Türkçe Garibnâme’sidir. Mesnevî biçiminde yazılan bu eser, on bölüm içinde, dinî ve tasavvufî öğütler veren bir ahlâk kitabıdır. Yıllar sonra, Mevlid sahibi Süleyman Çelebi, Garibnâme’yi görecek ve bu eserden esinlenecektir.Âşık Paşa’nın âruz ve hece ölçüsüyle yazılmış şiirleri, gazelleri, ilâhileri de vardır. Türkçe’ye verdiği önemi şu mısraları göstermektedir:
“Türk diline kimse bakmaz idi,
Türklere hergiz gönül akmaz idi.
Türk dahi bilmez idi bu dilleri,
İnce yolu ol ulu menzilleri.
Bu Garibname eğer Gönül geldi bile,
Kim bu dil ehli dahi mana bile,
Yol içinde birbirini yermiye,
Dile bakıp manayı hor görmeye,
Ta ki mahrum kalmaya Türkler dahi,
Türk dilinden anlayanlar ol haki.”
Hoca Ahmed Yesevî’yi, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Yunus Emre’yi, Aşık Paşa’yı, Karaman oğlu Mehmet Bey’i, ve onun izini takip edenleri rahmet ve hürmetle yâd ederiz. 21. Asır Türkiye’sinde, Türkistan illerinde ve nice Türk Yurtlarında Onların temsilcilerine ihtiyacımız var. Aziz Vatanımızdaki “lehçelerimizden yahut boy ve aşiretlerimizin şivelerinden” “yapay diller” icat etmeye çalışarak Türkçemize yapılan yanlışa karşı Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’nin ““İline(devletine ve Milletine), Diline (Türkçe’ne), beline( soyuna) sahip çık” sözünü unutmamalıyız. O Hünkar Yine Buyuruyorlardı ki: “ Ey Türk oğlu bu Memlekette Türkçe konuş, Türkçe yakar, ibadetini Allah’ın emrince yap!…” (3).
Kaynaklar
(1) (2) Tahsin ÜNAL. Karamanoğulları Tarihi. Berikan Yayıncılık. 2.Baskı. 2007.Ankara.
(3) Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Vakfı Yayınları.
Ayyıldız Matbaası.1988.Ankara.