Mehmet MAKSUDOĞLU
Her siyâsî kuruluş, kişilerini, kendi hedefleri doğrultusunda yetiştirir. Bilindiği gibi, Yunanistan’da, çocuk daha küçücük yaşlarda, İstanbul’u Konstantinopolis diye öğrenir, onun küçücük dimağına Türk düşmanlığı yerleştirilir. Avrupa’da, Amerika’da da İstanbul’dan Konstantinopolis diye söz edilir. Ermenistan, Sûriye haritaları da mâlûm; hayâllerini yansıtıyor.
Bizim öyle tuhaflıklara ihtiyâcımız yoktur. Yeter ki olanı, gerçekleşmiş olanı, DOĞRU OLARAK verelim. Sırbistan’da 500 yıla yakın kaldık, Diğer Balkan ülkelerinde 400 yıl hâkim olduk, oralara adâlet götürdük. Avrupa’lıların gittikleri yerlere bakıyoruz: koskoca Amerika kıtasında (o kıtanın aslî adı varmıydı? onu da bilmiyoruz) Azteklerden, Mayalardan, İnkalardan, yerli halktan çok az insanın kaldığını görüyoruz; nüfusun çok büyük kısmı, Avrupa’lılar tarafından soykırımına uğratılmıştır. Kıtanın kuzey kısmında İngilizce (Kanadanın Quebec’inde Fransızca) konuşulur, orta kısmında ve güneyinin yarısında İspanyolca konuşulur, Brezilya’da Portekizce konuşulur. Orası artık Latin’dir, Katoliktir. Kuzeyi ise Anglo- Sakson ve Hristiyandır. Emperyalizmin mârifeti budur. Son yıllarda, bizim okul kitaplarımızda da ‘kâşif’ diye anlatılan Kristof Kolomb’un ve tayfalarının yaptığı zulümler dile getirilmekte, protesto edilmektedir. Ama, medya, Avrupa kökenli medenî (!) insanların elinde olduğu için, pek anlaşılamamaktadır.
Fransa’nın bizden 1830 da kopardığı Cezâyir’de, 1881 de kopardığı Tunus’ta, yerli halktan birisi, eğer tarlası, hayvanı yoksa, Fransızca bilmiyorsa, açlıktan ölmeğe mahkûmdu. İngiltere’nin 1858 de işgal ettiği Bâbürlü Devletinde halkın geçim durumu iyi sayılırdı. Ama, İngiliz, oradakilere öyle ağır vergiler koydu ki, ödeyemedikleri için, emlâklerini terk ettiler. Hindistan’daki büyük çoğunluğun böylesine yoksul olmasının altında bu yatar. İngiliz dokumacılığı ile rekabet edemesinler diye, sömürge halklarından ilgili kişilerinin baş parmaklarını kestiler!
Osmanlı’da ise, Millet Nizâmı vardır, her millet/inanç kitlesi, dîninde tamamen serbesttir, işlerini, kendilerinin din yetkilisi görür. Şikâyeti varsa, İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyûn’da bile dinlenir; kendi diliyle konuşur, tercümanlar yardımcı olurlar. Türkçe öğrenmek mecburiyetleri yoktur.
Kanije kalesini 1601 yılında Arşidük Ferdinand’a karşı başarıyla savunan Tiryâkî Hasan Paşa, askerlerinin moralini güçlendirmek için hatırlatıyordu: “Kanije ve çevresi, Medîne-i Münevvere vakfıdır, Cenâb-ı Hak, buraların kâfir eline düşmesine izin vermez” diyordu. Avrupa’nın ortasında bile, vakıflar vardı, geliri, insanlara gönderiliyordu. Mısır’da birçok köylerin kaldırdığı ürünün bedeli de Hicaz’a İslâm’ın kutlu beldelerine gönderiliyordu. Fâtih’in annesi, İsfendiyâr oğullarından Hümâ Hâtûn’un yıkandığı ve gelin hamamı diye bilinen, Kastamonu’nun Devrekânî ilçesi Çayırcı köyündeki hamam da Harameyn vakfı idi; geliri, Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere halkına gönderilirdi.
Osmanlı, Avrupalı’ların dayattığı, okul kitaplarımıza bile girmiş olan kirli, iğrençimparatorluksıfatını taşısa idi, imparatorluk olsa idi, Sırbistan’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da Amerika yerlileri kadar Sırp, Yunanlı, Bulgar kalırdı, Sırpça, Yunanca, Bulgarca unutulurdu. İmparatorluk, ferdî değil, imparatorluk çapında eşkiyâlıktır!
Emperyal güç, sömürgeci, işgal ettiği ülkelerdeki madenleri, ormanları, petrolü, diğer ürünleri yağmalamak, çekilirken türlü anlaşmalarla kendine bağlamakla yetinmiyor; sömürge halkının zihinlerini de kendi istediği gibi biçimlendiriyor, dışı yerli içi sömürgeci gibi olan tipler bırakıyor. Bir Afrikalı’ya :”hiç İngiltere’ye gittin mi?” denildiğinde cevap : “No, I have never been home” oluyor: adamcağız, kendini İngiltereye âid, fakat oradan uzağa düşmüş görüyordu.
Emperyalistler, dillerinde HAKkelimesi ve gönüllerinde, zihinlerinde hak kavramı olmadığı, bulunmadığı için, ‘kim güçlü ise o alır’ vahşî anlayışıyla davrandığı için, emperyalist olmak onları – pek azı dışında – rahatsız etmez. Osmanlıyı da öyle göstermek isterler; ilmî, objektif (!) kitaplarında şeytanca inatla ‘Ottoman Empire’ derler, bize de öyle
dayatırlar. Tanzîmat’tanberi ağır baskısı altında olduğumuz, asker işgalinden bin beter kültür istilâsı sebebiyle, bâzı târihçilerimiz bile bu iğrenç kelimeyi atalarımız hakkında kullanır.
Önce, târihimizi doğru olarak öğretmeliyiz. Sonra, birçok buluşun, yüzyıllarca önce Müslümanlar tarafından gerçekleştirildiğini, meridyeynin ölçüldüğünü, kan dolaşımının, Harvey’den yüzyıllarca önce Müslümanlar tarafından bulunduğunu, İbn Sînâ’nın el Kanun fit Tıb kitabının Avrupa’da 17. Yüzyılda üniversitelerde okutulduğunu, uygarlığın Palermo (İtalya) ve Endelüs (İspanya) yoluyla Avrupa’ya geçtiğini, okul çocuklarımıza ne zaman öğreteceğiz?
Aritmetik kitaplarının ilk sahifesinde, sıfır’ın Müslümanlardan Avrupa’ya geçtiğini öğretsek, fena mı olur? Sıfır olmadan, Roma rakamlarıyla çarpma, bölme yapın bakalım! Sıfır’ı İngilizler zero diye almışlar, Fransızlar’da şifrekelimesi var. Sabun da öyle: temizliği Müslümanlardan öğrenmelerinin göstergesi. (Tam da öğrenmiş değiller; sâdece kâğıtla temizlik?, lavabo’da hâlâ, deliği kapatıp kullanılmış suyla yüz yıkamak?)
Târih dersinin seçmeliyapılması ne demek? Hâfızasını (belleğini) yitirmiş adamı, yular takarak istediğiniz yöne gönderebilirsiniz!
04 Ağustos 2019