M. Hayati ÖZKAYA
Mevsim yaz, aylardan ağustos, okullar tatil. İnsanlar sahillerden yaylalara, yaylalardan sahillere koşarken büyük – küçük bütün şehirler, bağrında taşıdıkları kocaman binalarıyla, bulvarları ve sokaklarıyla baş başa kalmakta ve her yaz söyledikleri şarkıyı, yalnızlık şarkısını yeniden mırıldanmakta. Bu işten kim kârlı, kim zararlı çıkmakta Allah bilir… Ancak şu bir gerçek ki aylardır taşıdıkları insan denen yükün ağırlığından kurtuldukları için şehrin parkları, bahçeleri, kaldırımları bir iki aydır biraz daha rahat nefes almakta, gönüllerince yaşamaktalar…
Şimdi, yazıya neden böyle bir giriş yaptığımı merak edenler için hemen bir açıklama yapayım: Huyum kurusun, ben de sizler gibi gelecek korkusu yaşayan bir ülkenin evladı olduğumdan, içinde bulunduğumuz zamanı unutup yarına göz kırpanlardanım. Belki de bu sebepten, evet, sadece bu sebepten her temmuzda ya da ağustosta hep eylülü düşünür ve insanların terk ettikleri şehirlere, kısa bir zaman sonra tekrar koşar adım dönüşlerini gözlerimde canlandırır, bundan da büyük bir zevk alırım. Çünkü yazın sonu, güzün başıdır. Güz ya da sonbahar, çoluk çocuğun sınıfları dolduracağı, kızlı erkekli gençlerin okullarına, iş hayatlarına adım atacakları bir zamandır. Bir başka deyişle her ne kadar sararıp solsa da yeni umutların filizlendiği farklı bir takvim yaprağıdır sonbahar…
Neyse en iyisi biz, Çukurova’nın insanı buram buram terleten bu zaman diliminden en azından şimdilik kurtulmak ve bedenimizi değilse de ruhumuzu serinletmek için gelin“Sevgi ve İlim” deryasının ak pak sayfalarına kendimizi bırakalım.[1]
Mehmet Kaplan’ın denemelerini bir araya getiren bu kitabın son yazısı demin yukarıda bahsettiğim, bilhassa eylülden itibaren koşmaya başlayacak olan gençlerin mutlaka dikkatini çekecektir: Yazının giriş paragrafı şöyle:
“Hayâl kurmaktan korkmaz; fakat hülyalarına esir olmazsan…”
Lise yıllarında Kipling’in bütün İngiliz çocuklarına ezberlettirildiği söylenilen “Eğer” başlıklı şiirini okumuştum. İmparatorluk şairi diye adlandırılan Kipling, burada bu imparatorluğu yaratan insan tipini tasvir ediyordu. Onun başlıca vasıfları arasında yukarıdaki mısrada anlatılan fikir de vardı. Hayâl kurmaktan korkmamak, fakat hülyalarına kapılmamak.”
Kaplan’ın yazısının gelişme bölümüne geçmeden önce Rudyard Kipling’in doğduğu ve öldüğü mekânlara baktığımızda adama niçin imparatorluk şairi dendiği kolayca belli oluyor. Doğum, 30 Aralık 1865 Mumbai, Bombay- Hindistan. Ölüm,18 Ocak 1936 Londra- Birleşik Krallık. Bunun dışında tabii ki ortaya attığı fikirler ve savunduğu sömürgecilik anlayışı da onun edebiyat dünyasında emperyalist İngiltere’nin bir şairi olarak anılmasına hayli hayli yetecektir. Bu kadarcık bilgi notundan sonra şiirden birkaç mısra okumaya başlayalım:
Tüm çevrendekiler kendinden geçip de
Seni suçladıkları anda soğukkanlı kalabilirsen
Herkes senden şüphelendiği hâlde
Onların kuşkularını hoş görebilirsen
Bekleyebilir ve beklemekten yorulmazsan eğer
Haksız şuçlamaya uğrar da karşılık vermezsen
Garez beslemediğin halde, gareze tahammül eder
Akıllıca konuşmaz fazla uysal görünmezsen
Düşünebildiğin hâlde
Kölesi olmazsan düşüncelerinin
Hayâl kurma gücün olduğu hâlde
Tutsağı olmazsan hayâllerinin
Eğer felaket ve saadetle yüz yüze gelirde
Bu iki sahtekârı aynı şekilde karşılayabilirsen
Ve evet, eğer… Bu eğerler devam eder gider ve şiir şöyle biter:
“Her şeyiyle dünya önüne serilir
Üstelik oğlum ADAM OLDUN demektir.”
Evet, bu şiirden hareketle Mehmet Kaplan‘ın ilk defa Ocak 1976’da Hisar Dergisinde yayımlanan yazısının gelişme bölümüne geçelim:
“Kanaatime göre, insanların büyük kısmı hayâl kurmaktan çekindikleri ve onları denemeye cesaret edemedikleri için dar ve kısır bir hayatın içine hapsolmuşlardır.”
“…Fakat kültür ve medeniyet tarihine bakarsak pek çok şeyin hayâllerden doğduğunu görürüz. Valery “başlangıçta masal vardı” der. Tıpkı çocuklar gibi insanlık da başlangıçta kâinata masalların arkasından bakmıştır.”
İşte insanlık kendine sunulan bu muhteşem özelliğiyle bugün mağara devrinden uzay çağına yükselmişse bunu kendinde var olan zekânın, hayâlin ve bitip tükenmeyen merakın gücüne borçludur.
Ancak tasavvur ettiğimiz her şeyi olduğu gibi gerçekleştirmek her zaman mümkün olmadığı için değişerek gelişmeyi benimseyen insanoğlu Kipling!in âdeta bir şartla diyerek ifade ettiği “hülyalara kapılmadan, onların esiri olmadan”hayâl ettiklerimizi cesaretle yerine getirmek için uğraşmalıyız. Unutmayın “korkaklık cesaretten, boşluk aşktan üstün değildir.”
Yazının sonuç paragrafına geldiğimizde Mehmet Kaplan, şahit olduğu bir güzelliği bizimle paylaşır:
“Genç bir köylü çifti, bir gün bir tepede ev yaparlarken gördüm. Her kerpiç koyuşta ev etraflarını bir çadır gibi sarıyordu. Bir yıl sonra bu evde ninniler söylenecek ve ninnilerden kocaman insanlar doğacak. Ara sıra ağlayacaklardı belki, fakat güleceklerdi de…”
Yazı bu genç çiftin hikâyesiyle biterken şimdi siz de gayet iyi anlamışsınızdır benim neden içinde bulunduğumuz bu sıcak günlerden bir an evvel uzaklaşarak gelecek mevsimlere, yani yarınlara ulaşma ısrarımı. Çünkü yarın, hayâllerimizin, arzularımızın zaman denilen çizgideki adıdır. Elbette bizim de yarınlarımız ve yarınlarda ulaşacağımız hayâllerimiz vardır ya da olmalıdır. Biz de ömrümüz oldukça onları takvim yapraklarından birer birer kopararak tıpkı bu genç çift gibikendi hayâl “ev” lerimizi inşa edeceğiz.
Ne diyordu Yahya Kemal, Deniz Türküsü’nde:
…
Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız,
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız,
Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!
İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.
Evet, Mehmet Kaplan’ın “Sevgi ve İlim”kitabının son yazısından ayrılırken sizi hayâl hakikat arasında gezinen yine aynı kitaptaki bir başka yazısına, Yadırgamak[2]başlıklı yazısına götürmek istiyorum.
“… İlk görüşler, belki heyecanla karışık oldukları için hemen daima yanlış hayâller uyandırırlar. Kim, ilk intibalarından bir efsane yaratmamıştır. Çocuklukta dünya, bize bir masal âlemi gibi gelir. Çünkü hiçbir şeyi aklî olarak izah edemeyiz. Varlık, ilk intibaların uyandırdığı hayâllerden ibarettir. Neden sonra bunların yerini aklî izahlar alır.
…Hayâl ile çocukluk ve gençlik, akıl ile ihtiyarlık arasında bir münasebet vardır.
Derin bir ilmî tecessüsü olmayan, hayâl kurmasını da bilmeyen vasat insan, daimî bir can sıkıntısı içinde yaşar.
Sanat bize hayatı, insanı yeni bir ışık içinde gösterir. Onda çocukluğa ve iptidailiğe has bir taraf vardır. Vasat akla hitap eden sanat ölüdür. (…) görüş ve deyişi yeni olmayan sanatçı hiçbir ilgi uyandırmazsa buna şaşmamak lâzımdır. Yadırgatmak belki de sanatçının başlıca vazifesidir.”
Diyen Mehmet Kaplan, bence duygularımıza ve düşüncelerimize gem vuran alışkanlıklardan kurtularak hayatımıza yeni bir renk, yeni bir ışık katmamız gerektiğini vurgularken oldukça haklıdır. Çünkü içinde yaşadığımız hayatın hızla değişen gündeminden olsa gerek her şeyi hakikatin penceresinden görmek gibi garip bir anlayışın karşısında aklımız gerçekten, gerçekle rüya arasında kalmaktan şaşkına dönerken birtakım hayâlleri hakikat, hakikatleri de hayâl gibi algılamaktan yorulmakta.
Gerçi bu yorgunluk yalnız, bugüne has bir şey değil, geçmişte de okuyan, yazan, düşünen kafalar hep aynı zahmeti çekmekteydi. Bu vahim durumla ilgili işte size bizim postacının heybesinden çıkan 8 Nisan 1953tarihli bir mektup, Mehmet Kaplan’dan Ahmet Kabaklı’ya:
“Kardeşim Ahmet,
Beni gerçekten sevindiren mektubuna tez cevap veremedim. Bir sürü işler çıktı. Hamdi Tanpınar Paris’e gitti, dersler tezler üzerime yığıldı. Bu arada ben kendi kendime, bir müddet için yazı yazmamaya karar verdim. Hâsılı karışık bir durum içindeydim. Bu yüzden cevap gecikti.
Senin Aydın’da yerleşmene, evlenmene, okumayı ve yazmayı bırakmamana memnun oldum. Yüksek muallimden çıkarken benim de idealim taşrada hoca olmaktı. Tesadüfler beni, köküm ve mizacımla alâkası olmayan bir muhitte bıraktı.
Simdi, içimdeki ağaç hâlâ eski toprağını arıyor. Zaman zaman içimden bir ses, hülya halinde dc olsa, bırak her şeyi, memleketine git ve orada yerleş diyor. Bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi dolduran Anadolu, bütün sefalet ve ıstırapları, başka çağlara ait hayat felsefesi ile içimde. İstanbul’da taşrayı gezdiriyorum. Senin gibi yapabilmeli idim.
Memleketi hatıralardan değil, kendisinden tanımalıydım. Sıcak taşa elimi koyar gibi, bizzat realite karşısında düşünmek, bize en çok lâzım olan şey. Gıyabi fikirler soğuk oluyor.
Yazılarında beni hayrete düşüren bir olgunluk var. Mezuniyetten sonra boş durmadığın açıkça görülüyor. İnşallah bu hamle durmadan genişler. Bizi garplı düşünce ile aydınlatmalıyız. Mazimize, halimize derin bir mana vermeliyiz.
Tuttuğun yolu beğeniyorum. Otuz seneden sonra beklenen inkılâbın dejenere edilmesi beni çok sarstı. Derin derin düşünmeye başladım. İçte, çok içte bir hastalık var galiba. Şimdi kızmıyor, sebebini arıyorum. Bizim hiçbir kıymete inanmayan, sahte fikirlere kurtarıcı diye sarılan bir hâlimiz var. Garp’tan ayrılığımız burada. Herkes inanmadığı şeyi müdafaa ediyor. Tuhaf bir oyun bu. Çıplak realitenin yüzüne bakmaktan korkuyoruz. Türkiye yalanlar içinde yüzüyor. Yalanları kaldırmak isteyenlere bundan dolayı kızıyorlar. Çırçıplak kalacaklar. Ne din, ne garp. Sadece fizyoloji. Hak ve hürriyetin ne olduğunu bilmiyoruz. Kelimesini ediyoruz. Garp böyle değil. Düşüncemizle daha derinlere inmemiz lâzım. Birdenbire fikirlerimden şüphe etmeye başladım.
Kanaatime göre Türkiye bir yirmi beş senelik sahtelik devresine giriyor. Nasıl olacağını kestiremiyorum. Fakat âlemi düşünen, okuyan, hür ruhlu gençler kurtaracak. En büyük eserlerle ruhları yoğrulmuş, bu ruhla yaşamayı şerefli bulan gençler.
Avrupa Sokrat’tan başlamış. Bizim de ondan başlamamız lazım. Talebelerine bu sokak filozofunu sevdir. Yazı yazmaya devam et. İstersen on sene sonra sen de bir dinlenir ve kendini dinlersin. Yazı kendi mülkümüzü bir keşfe çıkıştır.
Bilmek ve şüphe etmek için yazmak lazım.
Behice ve ben, hanımına ve sana çok selam eder, sıhhat ve neşe dileriz.”[3]
Dikkat ettiniz mi Kaplan’ınAhmet Kabaklı’ya öğrencilerine mutlaka sevdirmelisin dediği adam M.Ö.469- 359 tarihleri arasında yaşayan Atinalı bir sokak bilgesidir.
Tanrı’nın kendine Atinalıları düşündürmek ve ıslah etmek görevini verdiğini söyleyen bu filozofun trajik bir sonu vardır. Sokrat’a sofistler düşmandılar. Çünkü sofistler parayla ders verirken Sokrat öğrencilerinden ücret almıyordu. Çünkü ona göre para ve değerli süsler, gümüşler, hayata değil tiyatroya hizmet ederdi ve yine ona göre “yemek için yaşamak değil, yaşamak için yemek lâzımdı.”
Bir devrin bilgesi ve mazlumu olan Sokrat’a göre “erdem bilgidir ve insan kendini bilmelidir.”Haklı değil mi? Kendisini tenkit etmeyen adam başkalarına nasıl katlanır. Onu için Sokrat, yolda rastladığı kunduracıya “Gel beni onar.”diye rica ediyordu. Bizim Yunus da böyle söylemiyor muydu?
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Bir başka “Bak Postacı Geliyor”da buluşmak üzere hoşça kalın.
DİPNOTLAR
[1]Mehmet KAPLAN, Sevgi ve İlim, Dergâh Yay. İst.2002, s.283
[2]Mehmet KAPLAN, a.g.e. s.75
[3]Türk Edebiyatı Dergisi, S.214, Ağustos 1991,s. 11