Turgut GÜLER
İstiklâl Harbi günlerinde, fizikî bakımdan sâdece yoklara sâhip olan Türk milleti, varlığından aslâ şüphe etmediği îmânı sâyesinde muhteşem bir destân yazdı. Burada ifâde edilen “îmân” sözü, yalnız dinî mânâlar tedâî ettirmiyor. Elbette, dinî renklere bürünmüş îmân, Türk’ün göğsünden hiç çıkmadı. Ama bu dinî ürperişin hemen yanı başında, millî titreyişleri de içine alan ve ümit, azim, gayret, vatan muhabbeti gibi pek çok hissedişi temsîl eden değişik îmân takviyeleri vardı.
Yahyâ Kemâl’in:
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur, yâ Rabbî!
Senin uğrunda ölen ordu, budur, yâ Rabbî!
Tâ ki, yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın,
Gaalib et, çünkü bu, son ordusudur İslâmın!”
diye tablolaştırdığı 26 Ağustos 1922 günü, Anadolu denen azîz Türk Yurdu’nda, görünen manzara bu idi.
Şâirin, muzafferiyeti için niyâza durduğu Türk ordusu, yirminci asrın başında, Dünyâ’da ayakta kalmayı başarabilmiş tek “İslâm” ordusuydu. Bu ordunun, mutlaka gaalib gelmesi lâzımdı. Aksi hâlde, Allâh’ın nâmını günde beş def’a minârelerden haykıran “ezân” susacaktı. Son İslâm ordusunun müdâfaa ettiği azîz vatanı da, son İslâm toprağı idi. Son ordu, son toprak, son ümit, son gayret. Hepsinin tek hedefi, ezânı susturmamaktı…
“Ezânın susmaması, bayrağımızın dalgalanması ve hiç inmemesi”, milletimizin klâsik niyâz cümlesidir.
Dinî ve millî motiflerini böylesine harmanlayıp iç içe yerleştiren başka bir millet var mı? Minâresine bayrak asan, başka bir İslâm ülkesi duydunuz mu? Ama, o Ay-yıldızlı bayrak da, o minâreye ne yakışır!.. Minârede dalgalanan Türk bayrağı… Şiire ne hâcet? Seyreden gözde ve titreyen gönülde mecâl bırakmıyor…
İstiklâl Harbi’ni zaferle noktalayan ecdâdımız, o kadar tevâzû ehli idi ki, yaptığı işi, gündelik hayâtın îcâbı derecesinde ve:
“Kim olsa böyle davranırdı”
safderûnluğında görüyordu.
Onlar, ne muazzez insanlardı!.. Onlar, muvaffakiyetleri anlatılırken mahcûb olan insanlardı…
Mahcûbiyet hissi, insana şeref veren bir husûsiyettir. Mahcûb insan, eşref-i mahlûkât olmanın mes’ûliyetini idrâk etmiştir. Mahcûb insan, kendini de, haddini de biliyordur. Mahcûb insan, Dünyâ’yı, Ukbâ’yı ve Mâverâ’yı Hatt-ı İstivâ’da birleştiren insandır.
Kaybettiğimiz nice fazîletimiz arasında, maalesef mahcûbiyet de var. Hicâbdan, yâni ar duygusundan kök alan mahcûbiyet, başlı başına bir ahlâk saltanatını temsîl eder. Çünkü müsbet mânâda ahlâklı insanlar, muhcûb olur.
Mahcûbiyet, işlenen bir yanlışlığın sonunda da gelir. Bu çeşit mahcûbiyet, hatânın kefâreti olarak da düşünülebilir. Ne mutlu o mahcûb insana ki, hatâsının farkındadır ve aynı hatâyı tekrârlamamak için hicâba sığınmıştır.
Fakat asıl mahcûbiyet – ki, mahcûbiyet-i ekberdir – muvaffakiyet, hattâ zafer sonrasında şımarmayı ve haddi aşmayı engelleyen tevâzû tarzıdır. Bu yüce mahcûbiyet, aynı zamânda Türk târîhinin îtilâ döneminin de özetidir.