Vatan Kokan Mektuplar: Bak Postacı Geliyor- XVII


M. 
Hayati ÖZKAYA

Geçen ay ajanslara şöyle bir haber düştü:Camileri yıkıp ezanları susturan ‘Kızıl Çin’ ile kardeş şehir olduk!

“Yıllardır Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine ağır baskı ve zulüm uygulayan, camileri yıkıp ezanları susturan Kızıl Çin’in Yiwu kenti ile Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi kardeş şehir oldu.”

Haberi bir iki defa sessizce, bir iki defa da yüksek sesle okudum. Bu işte bir gariplik var dedim, kendi kendime. Nasıl olur da Türk’ü katleden, Türk’e zulüm eden bir devletin herhangi bir şehriyle benim ülkemin herhangi bir şehri, bir protokol düzenleyerek bütün dünyaya kardeş şehir olduklarını ilân edebilir. 

Gerçekten bunda bir terslik vardı. Çin’in Yiwu kentiyle kardeş olan şehrimize bir bakın ve tarihin sayfalarını bir bir çevirip bu şehrin “kahraman”lık unvanına nasıl sahip olduğunu bir hatırlayın.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütâkeresi’nin ardından yurdumuzun birçok yeri işgal edilmişti. İşgal edilen yerlerden biri de Maraş’tı. Önce İngiliz sonra Fransız kuvvetlerinin keyfince hüküm sürdüğü Maraş’ın kahraman halkı, bu karanlık tabloyu parçalamak üzre 7 den 70’e silaha sarılarak tek yürek, tek bilek hâlinde “Kalesinde düşman bayrağı dalgalanan bir millet hürriyet’ini kaybetmiş sayılır.“ diyerek harekete geçince, 22 gün 22 gece süren bir mücadeleden sonra Maraş‘ın kahramanlığı tarihe altın harflerle yazılır. Tarih 12 Şubat 1920’dir.

5 Nisan 1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da onayı ile İstiklâl Madalyası’nın Maraş’ta fertlere değil, şehir halkına verilmesine karar verir, böylece Maraş bir adet Kırmızı Şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilir. 

İşte millî mücadele günlerinde zulmün karşısına dikilen hak ve hürriyet adına yollara düşen Kahramanmaraş’ın şimdilerde kendi kandaşına, kendi dindaşına baskı ve zulüm yapan Çin’in herhangi bir şehriyle kardeşlik anlaşması imzalaması nasıl akla ve mantığa uygun görülebilir ve nasıl kabul edilebilir bir türlü anlayamıyorum.

Biz, en basit tabiriyle bütün saflığımızla Çinli dostlarımızı(!) memnun etmek için uğraşıp “kardeş şehirler” kurmaya çalışırken onlar, Türk’ü yeryüzünden silmek için “Kardeş Aile Projesi”ni uygulamaya başladılar… Bu projeye göre, iki aile bir arada yaşamaya başlıyor. İşin aslı, Çinliler zorla Türk ve Müslüman ailelerin evlerine girerek orada yaşıyor. Ama bu, öyle basit bir yaşama değil. Uzun süreli ve her şeyi paylaşmaya dayalı bir yaşama. Paylaşılan şeyler arasında yatak odası ve yatak da var. Kardeşlerimizin buna itiraz hakları da yok. Buna itiraz eden kişi ânında radikal dinci, terörist, ajan ilân edilip daha beter cezalara çarptırılmaktadır.

Çeşitli işkence metotlarıyla tarihe ismini ilk sıralarda yazdıran Çinli, geliştirdiği bu çağdaş işkence yöntemiyle de Türk’ü kimliksiz, kişiliksiz, dinsiz, imansız bırakarak ortadan kaldırmaya, yok etmeye çalışırken bizi çılgına döndüren bir başka haber, bu sefer de Gazilik unvanı alan bir şehrimizden,  Gaziantep’in Nizip ilçesinden geldi. Türkiye-Çin Dostluk Vakfının katkılarıyla bir Anadolu lisemizde 6 Eylül 2019’da Çin kültürü tanıtım kitapları ve fotoğraf sergisi açıldı. 

Çok mu ihtiyacımız vardı buna? Zannetmiyorum. Çünkü atamız Bilge Kağan asırlar önce bize Çinliyi tanıtmış ve demişti ki:Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp, uzak milleti öylece kendilerine yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi ve bilgili kişileri, iyi ve cesur kişileri ilerletmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz imiş. Çinlilerin tatlı sözüne, ipek kumaşına aldanıp Ey Türk Milleti, öldün; Türk Milleti öleceksin!

Şimdi, eğri oturup doğru dinleyelim ve sözü Nuralâ Göktürk’e bırakalım:

“Ben Doğu Türkistan’ın Yarkent şehrinde 1957 yılında doğmuş1961 yılında Çinliler tarafından ailecekAfganistan’a sürgün edilmiş,  doğduğu toprakları dünya gözü ile bir kez dahi görememiş bir muhaceret çocuğuyum… Vatan kokan mektupları bekleyen anneciğinin gözyaşlarına mendil olmak isteyen, buruk acılarla büyüyen çocuklardan biriyim… Ağır, külfetli muhaceret yıllarında unutamadığım anılarımdan biridir Doğu Türkistan’dan mektup beklemek. Geceleri kâh yağmurlarla, kâh karlarla kâh Dolunay ile kâh yıldızlar ile kâh sokak lambasının etrafında dolaşan pervaneler ile dertleşen anneciğimin ilk mektubu ömrümce unutamadığım çocukluk anılarımdan biridir. Postacının mektubu ellerime tutuşturup gitmesiyle annemin yanına âdeta uçmuştum. 

Annem okuma yazma bilmediği için mektubu büyük Ablam Aypaşa okumuştu. Bütün ev halkı Ablamın etrafını sarmış pür dikkat dinliyordu. Akşam babam gelince okumuş, ertesi yengelerim yine tekrar, tekrar okumuştu. Ev halkı hiç haber alamadıkları memleketten bir buçuk yıl sonra gelen Mektubu defalarca okutup, her seferinde ağlaşıyorlardı…

 İkinci bir mektup gelinceye kadar o ilk mektubu tekrar, tekrar okuyorlar, kokluyorlar ağlıyorlardı. Hele annem memleketten gelen mektubu sık sık eline alıp kokluyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu…

 O kadar çok okumuşlardı ki, neredeyse artık mektubun tamamını ezberlemiştim, bana göre ağlanacak, acınacak, üzülecek hiçbir şey yoktu. Bir gün anneciğime bu mektubun ne koktuğunu? Neden her seferinde ağlaştıklarını sordum. Canım, melek anneciğim yaşı hiç kurumayan o şefkat dolu gözleri ile bana manâlı manâlı baktıktan sonra:

“O mektup vatan kokar, ana kokar, kardeş kokar, Sen daha çok küçüksün balam anlayamazsın. Bizim her şeyimiz çok uzaklarda kaldı, bizler artık o diyarlara dönemeyiz. Bizim vatanımızın her yerinde od yanıyordu. Bizim yakınlarımız kıyametin orta yerinde ateşler içinde kaldılar…”

Dediği yıllar Afganistan’ın Başkenti Kabil’in Şamalısaray (Rüzgârlısaray) semtinde ikamet ettiğimiz 1962-63 yıllar olmalıydı…

Hatırımda kaldığı kadar o ilk mektup şöyle yazılmıştı:

“Sıgınışlık salam Hat, sıgınganda yazgan hat, hatni yazdık olturup, közyaşıni toldurup, sıgınganlar bir bolup hesretlerni kondurup. Bizge cevap bergeysiz salametlik bildürüp. Can, candin hörmetlik, mihri şepkatlik köyümcan eziz Mihribanım kızım balam Patem Hınım, Kadir kımmetlik Eziz Muhterem Kuy-Oglimiz Seyit Abdulvelihan Hocam vs. vs. … kandak ahvallirinğla yahşi mu, salamet mu. İbergen Hatliri kollirimizga yitip kilip vaktida cevap yazalmay kalduk. Bizdin ahval sorimakçi bolsanğlar, biz Siler koyup ketkendek. Evvel Uluğ Dayimiz Mao-cu-şininğ sayiside, Komunizim Partiyesininğ Rehberlikide köp yahşi biz…”

Diye devam eden mektubun Türkiye Türkçesi şöyle:

“Özleyişler dolu selam mektubu, çok özleyince yazılan mektubu, mektup yazdık oturup, gözyaşıyla doldurup. Özleyenler bir olup, hasretleri kondurup. Bize cevap veriniz selametliği bildirip. Can, candan aziz hürmetli, mihri şefkatli, Mihriban’ım kızım Fatma Hanım, Kadir Kıymetli Aziz Muhterem Damadımız Seyit Abdulvelihan Hocam, nasılsınız haliniz nasıl iyi misiniz, selamette misiniz? Gönderdiğiniz mektup elimize geçti ancak zamanında cevap yazamadık. Bizim hâl ve hatırımızı soracak olursanız önce Ulu Önderimiz Mao-cu-şinin sonra Komünist Partisinin Rehberliğinde çok iyiyiz. vs. vs. …”[1]

Nurala Göktürk, yerinden yurdundan koparılarak başka diyarlara gönderilen yüz binlerce  soydaşımızdan biridir. Büyük şair Fuzûlî gibi

 

Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli’ zebûn 

Diyerek “vatan kokan mektuplar” la sesini duyurmak ister dosta düşmana. Gerçi düşman sağırdır, kördür; duymaz, görmez, bilmez… Fakat bizler Anadolu’yu vatan yapan, yurt tutan istiklâl sevdalıları, bizler nasıl taş duvar kesiliriz Türk’ün bu büyük derdi karşısında?   Nasıl elsiz, dilsiz kalırız anlamak hiç mümkün değil, hele bu çağda!  Oysa Trablusgarb’ı, Balkanları kaybettiğimiz o sıkıntılı dönemlerimizde bile herhangi bir kâr zarar hesabı yapmadan Türkistan’ın derdine derman olabilmek için Teşkilat-ı Mahsusa’nın kahraman evlatlarını o topraklara bir öncü kuvvet olarak göndermiştik.

Bir misal mi? Hemen vereyim: 22 Temmuz 1914’te İzmir’den Karadeniz vapuruyla Bombay’a hareket eden, oradan da Türkistan’a doğru yola çıkan Adil Hikmet Bey ve arkadaşlarının yaptıkları unutulmaması gereken muhteşem bir olaydır.  Bu muhteşem olay,1998’de Asya’daBeş Türk[2]adı altında yayımlandı. Kitapta Adil Hikmet Bey ve arkadaşlarının büyük bir ideali gerçekleştirmek için bin bir türlü belayı nasıl göğüslediklerini okurken “Vatan, bize kılıcımızın ekmeğidir. Daima kendimize mahsus, kendimize münhasır biliriz. Daima nefsimizden ziyade sever, nefsimizi uğruna feda ederiz.”  diyen Namık Kemal’in   bu beş Türk’ün hayatına nasıl tesir ettiğini çok net bir biçimde görürüz. Yine Ziya Gökalp’ın o meşhur 

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan” 

Mısralarından aldıkları ilhamla ulaşmak istedikleri hedefi anlatan Adil Bey   “…Büyük Asya kıtasının her tarafında bulunan millettaşların arasında bulunmak, onları bir gaye etrafında toplamak üzere tenvir etmek, onları insanlığa hazırlamak davasında idik. Türkiye’den ayrıldıktan sonra umumi harbin çıkacağını bilmiyorduk ve sinirlerimiz Balkan harbinin verdiği yeis ve elem ile pek bozulmuştu. Büyük Türk milletini âtîye hazırlamak gayesinde idik.”  (s.510)

İşte bu gayeyle Adil Hikmet Bey ve arkadaşları o zorlu yolculuklarına devam ederken Ömer Seyfettin de İstanbul’da 20 Aralık 1914’te Yarınki Turan Devletiisimli kitapçığı yayımlıyor ve diyordu ki: 

Bir insanın nasıl ruhu, hissi ve vicdanı varsa milletlerin de içtimaî ruhları, hisleri ve vicdanları vardır. Ve mefkûreler milletlerin bu vicdanından doğar. Asla birkaç kişinin eseri değildir.

…Lisanı ve dini bir olan yetmiş milyonluk bir millet zekâca, tarihçe, şanca, şerefçe kendinden aşağı olan Rus ve Çin gibi iki medeniyetsiz devletin esiri kalabilir mi? 

Turan mefkûresi feyiz buldukça millî maarif ve irfanımız da teşekkül ve tekâmül edecek… İstanbul’dan kalkan şimendiferlerimiz Erzurum’dan, Tebriz’den, Merv’den, Buhara’dan, Semerkant’tan, Kaşgâr’dan, Turfan’dan geçerek Karakurum’a, Pekin’e gidecek, Şark’ın servetini Garb’a , Garb’ın irfanını Şark’a götürerek yeni büyük âli bir Türk medeniyetinin kavî ve muhteşem temellerini kuracaktır.

Ey bu küçük kitabı okuyan!

Sen eğer milletinin ne kadar büyük ve kuvvetli olduğunu bilmeyen zavallı isen eğer millî ve mukaddes mefkûrenin verici nurları senin ruhuna aksetmemişse mutlaka gülecek ve: 

-Hakikatten ne uzak bir hayâl… diyeceksin. Fakat emin ol ki yanılıyorsun.”

Evet, gerçekten dün, bu ideali ham bir hayâl gibi görenler bugün Turan’ın kendiliğinden nasıl gerçekleşmeye başladığını anlayamadıkları gibi yarın da bağımsız Türk devletlerinden oluşan Türk birliğinin dünyaya mührünü nasıl vuracağını bir türlü tasavvur edemeyeceklerdir. O gün çok uzak değildir. O gün, Doğu Türkistan’da yaşayan soydaşlarımız da kendi türkülerini söyleyecek, Gökbayraklarını hür ufuklarda dalgalandıracaklardır… Yeter ki biz, Bilge Kağan’ın “Ey Türk! Titre ve kendine dön!” sözünü hayatımızın anahtar cümlesi hâline getirip özümüzden kopmadan uzak – yakın hedeflerimize doğru birlikte yürüyelim…

 

 

 

 

 

[1]Nuralâ GÖKTÜRK, “Tanrı Dağlarından Erciyes’in Eteklerine Göç Hikâyeleri”  yakında yayımlanacak eserinden. 

[2]Adil Hikmet BEY, ASYA’DA BEŞ TÜRK Haz. Dr. Yusuf Gedikli, Ötüken Neşriyat, 5. Bas. İst. 2017

Yazar
M. Hayati ÖZKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen