M. Hayati ÖZKAYA
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.
Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in kaleme aldığı Onuncu Yıl Marşı’nın girişi böyledir ve daha marşın “Çıktık” diye başlayan ilk kelimesiyle içimiz kıpır kıpır olur; yerimizde duramayız. Haklı olarak heyecanlanır, coşar, gururlanırız. Çünkü bütün olumsuzluklara rağmen o günlerde, yedi düvele karşı verdiğimiz İstiklâl Savaşı öyle ha deyince, bir çabucak ve kolayca yapılabilecek bir şey değildi. Bin yıldır var olduğumuz bu topraklardan bizi söküp atmak isteyenlerin heveslerini kursağında bırakan Gazi Mustafa Kemal Paşa, üç yıl kadar süren büyük mücâdelemiz sonunda tarihe yeniden Türk’ün mührünü vuruyor ve büyük Türk Kağanı Metehan’dan devraldığı başbuğluk unvanıyla dosta düşmana tarihi bir gerçeği yeniden hatırlatıyordu:
“Türk esir edilemez!” ve “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”
Daha üç gün önce 29 Ekim 2019’da Türkiye Cumhuriyetin yaş gününü yeniden büyük bir heyecanla idrak ederken “Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” diyerek onuncu yılın o unutulmaz marşını yine büyük bir coşkuyla seslendirdik. Böylece tarihin perdesini usulca aralayıp bir zaman tünelinden geçerek yıllar öncesine döndük ve Cumhuriyetin Onuncu Yıldönümünde Atatürk’e gönderilen tebrik mektuplarına bizim postacıyla birlikte bir göz attık.
Onlarca mektubun arasında en fazla dikkatimizi çeken Çekoslovakya’da demir yolları baş makinisti olarak görev yapmakta olanRoman Kesselring imzalı bir mektuptu.
Mektup, eski Çekoslovakya’nın Neu Oderbergşehrinden 29.10.1933 tarihinde gönderilmişti:
Çok Muhterem Cumhurreisi Hazretlerine,
Sabık Avusturya-Macaristan topçu zabiti ve Umumî Harpte Suriye Cephesinde Gazze, Tulkerem ve Şam vs. de kahraman kıtalarınızla yan yana harp etmiş Zât-ı Devletlerine sadık bir silah arkadaşlığıyla bağlı bir asker sıfatıyla ben de Türkiye Cumhuriyetinin Onuncu Yıldönümü münasebetiyle en samimi tebriklerimin ve Zât-ı Devletlerinin misilsiz ihya eserine karşı duyduğum en yüksek hayranlığımın kabulünü istirham ederim.
Bugünkü Türkiye’de idare ve rehberliğiniz altında yapılan büyük icraatın bizlerce unutulmasına imkân yoktur.
Şeci[1]kıtalarımızla birlikte yaptığınız parlak ve şanlı mücadelelerin hâtırasını ebediyyen muhafaza etmek Zât-ı samilerinin[2]sıhhat ve afiyetleri ve memleketinizin inkişaf ve ilerlemesi temennilerimle birlikte en yüksek hürmet lerimin kabulünü istirham ederim.
Sabık Avusturya- Macaristan 20. Topçu Batarya Zabiti
Roman Kesselring
1918’de Suriye – Filistin cephesinde Mustafa Kemal, Yıldırım ordularına bağlı 7. Kolordu komutanı olarak görev yaparken emrinde çarpışan bir askerin, Roman Kesselring’in, aradan geçen bunca seneden sonra komutanına yazdığı bu iki satırlık mektup, silah ve kader arkadaşlığının en güzel misali olarak Çankaya Köşkünde, Atatürk Arşivinde yer almakta.[3]
Şimdi kendi kendime acaba diyorum, 1933’te komutanını tebrik edip onun kurduğu Cumhuriyeti alkışlayan Roman Kesselring, Atatürk’ün ölümü üzerine ne yaptı? Bir iki satır da olsa Türk milletine bir baş sağlığı telgrafı gönderdi mi ya da memleketinden kalkıp büyük komutanının cenaze törenine gelip katıldı mı, doğrusu oldukça merak ediyorum. Onu bilmem ama Mustafa Kemal’in ölümü üzerine birçok devlet başkanının söylediği sözlerden haberdarız; ayrıca birçok şairin ve yazarın onun için şiirler yazdığını, nesirler kaleme aldığını gayet iyi biliyorum, biliyoruz. Çünkü ölüp giden sıradan bir insan değildi. Elbette onun ardından dün olduğu gibi yıllar sonra da şairler ve yazarlar bir şeyler yazmaya devam edecekti. Meselâ, ünlü şairlerimizden Attila İlhan’ın kaleminden “Mustafa’m, Mustafa Kemali’ im” diye başlayan bir ağıt dökülür:
…
diz dövdüm
gözlerim şavkı aktı sakarya’nın suyuna
sakarya’nın suları nâmın söyleşir
hemşehrim sakarya öksüz sakarya
ankara’dan uçan kuşlar
kemal’im der günler günü çağrışır
kahrolur bulutlara karışır
gök bulut yaşmak bulut
uca dağlar dev boyunlu morca dağlar
divan durmuş bekleşir
mustafa’m mustafa kemal’im
“Her nefis ölümü tadacaktır.”diyerek her 10 Kasım’da olduğu gibi bu 10 Kasım’da da bütün yurtta Atatürk’ü hatırlayacağız. Hazırlayacağımız programlarla 1881’den 1938’e kadar süren bir ömrü, küçük büyük salonlarda slâytlarla takdim ettikten sonra belki de biraz hüzünlenerek hep birlikte Candan Erçetin’in sözlerini mırıldanacak “Dünyada ölümden başkası yalan/ Yalan, başkası yalan.”diyeceğiz.
Oysa yıllardır andığımız ama bir türlü anlayamadığımız Mustafa Kemal’i tam mânâsıyla tanıyabildik mi? Sorusuna cevabımız, maalesef kısık bir sesle kocaman hayır olacak. Hayır, gerçekten hayır! Şayet onu anlayabilmiş, tanıyabilmiş olsaydık; onun yeni Türk devletinde yapmaya başladıklarını büyük bir ciddiyetle ve çizgimizden sapmadan devam ettirebilseydik, bugün Türkiye Cumhuriyeti hemen hemen her alanda çağlar üstü atılımını çoktan gerçekleştirmenin mutluluğunu iliklerine kadar yaşayacak ve yerinde saymayacaktı. Biliyorsunuz ki yerinde sayanlar yürüyenlerden daha çok gürültü yaparlar. Biz de ne yazık ki uzun yılardan beri sadece gürültü yapıyor ve yerimizde saymaktan harap ve bitap düşüyoruz. Sonra el kapısında el açan aciz insanlar gibi, bazı devletlerin kapısını çalıyor, onlardan bir şeyler talep edip duruyoruz.
Hâlbuki Mustafa Kemal böyle mi yapıyordu? Elbette hayır. İsterseniz gelin birlikte Attila İlhan’ın HangiAtatürk’üne bakalım:
“…Başka deyişle, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş cephesiyle kazanılan siyasal bağımsızlık savaşından sonra ulusal emek cephesiyle ekonomik bağımsızlık savaşına yönelmek istemişti.
İzmir İktisat Kongresi’nde : …Geçmişte, özellikle Tanzimat döneminden sonra ecnebi sermayesi memlekette müstesna bir yere sahip oldu. Ve bilimsel anlamda denilebilir ki devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık, her uygar ülke gibi yeni Türkiye’de buna muvafakat edilemez. Burası tutsaklar ülkesi yapılamaz.”[4]
Diyen Mustafa Kemal, bizi hem kendimize hem de bütün dünyaya şöyle anlatıyordu: “Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır. Binaenaleyh, ya istiklâl ya ölüm!”[5]
Evet, işte bu kadar tavizsiz bir parolayla gerçekleştirdiğimiz millî mücâdeleden sonra Mustafa Kemal haklı olarak söyle diyordu:
“…biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen araçlarıyla, Türk milletini emperyalizme araç olarak kullanmak istemelerine de engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.” [6]
Böyle bir inanç ve imanla Anadolu’da emperyalizmin önünde aşılmaz bir set gibi duran Mustafa Kemal’in, ta 1919’larda Fransızların ve İngilizlerin Suriye’de ve Irak’ta ortaya koydukları planları altüst etmek için geliştirdiği politikaya bir bakalım:
“…Mustafa Kemal, Milli Mücâdele’nin başladığı sıralarda, a/ Arapların İngiliz ve Fransız emperyalistlerine karşı mücâdelesini destekliyor, ama besbelli Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullardan kendi kurtuluşlarını kendilerinin sağlamasını istiyor (zaten olağanı budur), ama emperyalizme karşılığı, Arapları desteklediği kesin!
b/ Fransa’nın Lübnan ve Suriye’ye ‘istiklâllerini kolay kolay vermeyeceğini’ söyleyip, bu ülkelerde Araplarla birlikte anti-emperyalist kurtuluş savaşı örgütlemeyi tasarlıyor.
c/ Arap ülkelerinin bağımsız olmalarından sonra, Türkiye’nin onlarla işbirliğinin bir federasyon, bir konfederasyon örgütlenmesi derecesinde ileri bir yakınlık olarak düşünüyor. ” [7]
Dipnotta belirttiğim sayfanın devamında ise İngilizlerin hazırladığı bir rapordan meraklısı için can alıcı notlar var: Mesela; 9 Ekim 1919’da Mustafa Kemal’in Suriyelilere hitaben başlığını taşıyan ve Suriyelilere dağıtılan bildiriden alıntılar var:“… Bütün anlaşmazlıkları ortadan kaldırmalıyız. Ve silahlarımızı memleketimizi bölmek isteyen düzenbazlara çevirmeliyiz. Bu çağrıyı dinlemezseniz pişman olacaksınız!”
İşte böyle bir adam Mustafa Kemal, boşuna değil Fransızlara karşı savaşan Cezayirli şehitlerin ceplerinden Mustafa Kemal’in fotoğraflarının çıkması.
Büyük adamlar, büyük düşünürler. Düşündüklerini de uyguladıkları için daha da büyük olurlar ve aradan yıllar geçse de saygı görmeye devam ederler.
Hangi Atatürkadlı kitap da bir çeşit o saygının ve sevgini sonucunda kaleme alınan bir eserdir. Bu kitap için İlhami Soysal 10.07.1981tarihinde Attila İlhan’a yazdığı bir mektubunda şöyle der:
“Hangi serisinden “Hangi Atatürk ” kitabın için. O kitabı günümüzde çok kişiye zorla okutmak gerek. Boş laf etmesinler diye”[8]
Aslında İlhami Soysal, Attila İlhan’a beş ay sonra bir mektup daha gönderir. Bu mektup henüz yazılmamış bir tarih kitabı gibidir. Gelin o mektuptan da birkaç paragraf okuyalım.
Merkez Komutanlığı Tutukevi
Ankara-20. 12. 1981
Kardeşim Attila,
Gecikmesinde hiçbir taksiratın olmayan mektubumun cevabını aldım. (…)
Sana, hakkımdaki davadan uzun boylu söz etmeye gerek görmüyorum. Gazetelerden okuduklarından iyi-kötü bir fikir sahibi olmuşsundur sanırım. Her ne hâl ise… Bizim de kaderimiz böyle çizilmiş. Ülkemizin her alabora oluşunda bizim de kısmetimize sanıklık, hapislik düşüyor biraz. 1950’de böyle, 1960’da böyle, 1971 ‘de böyle, 1980’ de böyle…
(…)
Bilirsin, benim, yazmaktan okumaktan başka yapabileceğim pek bir şeyim yoktur. Dolayısıyla okuyorum.2 Ne var ki okuma olanaklarım da oldukça sınırlı. Çünkü tutukevi yönetmeliği gereğince içeriye gazete ve dergiler dışında Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’yla ilgili kitaplardan başka bir şey girmiyor.
(…)
Niyetim iki kitap ortaya çıkarmak. Vaktiyle de seninle konuşurduk ya, biri Atatürk’ün çevresi… Bu çevrede kimler vardı. Atatürk’le birlikte nereye kadar yürüyebildiler, neler dediler, neler yaptılar, Atatürk bunlar için neler dedi, vb.
İkincisi daha uzun süreli bir çalışma… Başından sonuna kadar Kurtuluş Savaşı süresince adları şu ya da bu biçimde kitaplara geçmiş kişiler kılavuzu… Öyle çok bilinenler değil.
Örneğin bir Galatalı Şevket diye miralay var. İstanbul’da Anadolu ile irtibat sağlayan kilit adam. Kimdir, nedir, kurtuluştan sonra ne oldu? Bir Köprülü Hamdi Bey var. Akbaş Cephaneliğini basıp Anadolu’ya kaçıran… Bir Keskinli Rıza Bey var. Antep savunmasında bir Yörük Selim Bey var, Silifke’de Emin Aslan Bey… Doğu cephesinde bir Eyüp Ağa var,
Bir başka örnek: Aydın Reis ve Preveze adında iki gambot kaptanları İstanbul Hükümetinden kopup Ankara’daki TBMM Hükümetinin emrine girmişler ama Karadeniz’ de bunları saklayacak liman yok, bunun için Sovyetler’ in Novosiski limanına gidip, yedi ay orda kalmışlar…
(…)
İşte ben böyle şeylerle avutup duruyorum kendimi. Bu kadar baş ağrıttığım yeter. Hasretle gözlerinden öperim kardeşim.”[9]
Evet, mektup burada biterken biz Mustafa Kemal Atatürk’ün şu özlü sözünü Türk gençliğine armağan edelim:
“Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi, bilmesi lâzımdır.”[10]
DİPNOTLAR
[1]Şeci: cesur, yürekli
[2]Sami: yüce
[3]Mehmet ÖNDER, ATATÜRK’E MEKTUPLAR, www.atam.gov.tr. Atatürk Arşivi D: 86-F: 1241
[4]Attila İLHAN, Hangi Atatürk, Bilgi Yay. İst. 2.Bas.1982, s. 24
[5]Attila İLHAN, a.g.e. s. 71
[6]Attila İLHAN, a.g.e. s.197
[7] Hangi Atatürk, s. 310
[8]Attila İlhan’a Edebiyat Dünyasından Mektuplar, Derleyen Belgin SARMAŞIK, Otopsi Yay. İst. s.215
[9] Attila İlhan’a s.220
[10] Hangi Atatürk s.27