Metin SAVAŞ
Çağdaş Azerbaycan edebiyatının en güçlü kalemlerinden Elçin Efendiyev’in 2012 tarihinde kaleme aldığı Gölge*adlı öyküsü gölgede kalmışlığınbir görüntüsüdür. Öykümüzün kahramanı Fariz Bey, Doğa Bilimleri Enstitüsü’nde araştırma görevlisidir ve evinin banyosunda yıkanırken fayanslı duvarda dolaşan bir örümcek görür. Böcekleri çok iyi bilen Fariz Bey banyoda gördüğü bu örümceğin şimdiye dek keşfedilmemiş farklı bir örümcek türü olduğunu hemen fark eder. Fariz Bey kendi keşfi olan bu örümceğe “Propellere F.” adını vermiştir. Bilinmeyen bir örümcek türü keşfetmiş olmanın heyecanıyla Doğa Bilimleri Enstitüsü Müdürü Nurullayev’in kapısına dayanır ancak hiçbir ilgi göremez. Göremez çünkü devir Gorbaçov iktidarı devridir, ortalık karışıktır, Sovyetler Birliği dağılma sürecine girmiştir. Böylesi karışık bir ortamda Fariz Bey’in bir örümcekle uğraşmasını anlamsız ve hatta saçmalık olarak gören Enstitü Müdürü Nurullayev olumsuz tavır takınır. Memleket allak bullak iken bir örümceğin ne değeri vardır ki?
Devir değişir, Sovyetler Birliği dağılır, enstitü müdürü de değişir ama Fariz Bey dünya çapındaki keşfine hiçbir karşılık bulamaz. Zaman içerisinde yılgınlığa kapılınca da mücadeleyi bırakır. Yıllar sonrasında Fariz Bey ajanslardan öğrenir ki Jean Baptiste Eiffel adlı bir Fransız bilim adamı “Cucurbita pepo L.” Adını verdiği örümcek türü keşfiyle Nobel Ödülünü almıştır. Fransız bilim adamının keşfi aslında Fariz Bey’in yıllar önceki keşfidir. Farmakoloji alanında devrim yapan bu keşfin Fransa’ya mal edilmişliği karşısında Fariz Bey öfkelenir. Ne var ki elinden bir şey gelmez. Oysaki Nobel ödülü kendisine verilmeliydi.
Fariz Bey gölgede kalmış, daha doğru ifadeyle gölgede bırakılmışların temsilcisidir. Sistemin, siyasetin ve bürokrasinin Şato’su gölge düşürendir. Başarı karşısında yetkili kişi ve kurumların vurdumduymazlığı Franz Kafka’nın da yakındığı bir gerçekliktir. Otoriteyle yüzleştiğinde gölge etme başka ihsan istemez şeklindeki protestonun haklılığı Fariz Bey örneğiyle bir kez daha sergileniyor. Öykümüzde yer alan Şah Dut ağacı bir merkezdir. Bu merkez esas itibarıyla dünya hayatının kendisidir. Şah Dut’u hayat ağacına benzetirsek insanoğlu kozmik gölgenin tutsaklığında çırpınıp durmaktadır sonucuna varırız. Gölgeadlı öykü zaten Fariz Bey’in çocukluğundaki Şah Dut’u hatırlamasıyla başlıyor ve Şah Dut’un tasviriyle bitiyor. Öyküde kimliği belirsiz bir adam vardır ki, bu adamın gölgesi kendi sahibinden şikâyetçidir. Çünkü adamın gölgesi kendi sahibinden bağımsız hareket edememektedir. Adam ne yaparsa onun gölgesi de onu yapmak, adam nereye giderse gölgesi de oraya gitmek zorundadır. Gölgenin bu bağımlılığı bir esarettir. Bunun yanı sıra Şah Dut’un gölgesi de Şah Dut ağacından şikâyetçidir. Çünkü ağacın gölgesi de (adamın gölgesi gibi) bağımlıdır. İki gölge bir gün karşılaştıklarında Şah Dut’un gölgesi o adamın gölgesine imrenerek bakar. İmrenmesinin nedeniyse adamın gölgesinin hareket edebilmesidir. Hâlbuki ağacın gölgesi sabittir. Çünkü ağaç sabittir.
Platon’un mağara ve gölgeler alegorisinden yola çıkılarak kurgulandığı belli olan Gölgeöyküsünde iki boyut göze çarpıyor. Birincisi, gölgelerin şikâyetidir. İkincisi ise, gölgede kalmışların yakınmalarıdır. Bu öyküde hem gölgeler hem de gölgede bırakılmışlar üzerinden hayatın gerçekliği sorgulanıyor. Sovyetler Birliği’nin hantal işleyişi de kendi vatandaşlarına gölge düşürüyor, birtakım gayretleri ve başarıları örtüyor. Bu öykü haliyle kapatılmışlık öyküsüdür. Bireyler hantal sistemin çarkları içinde savrulup kayboluyorlar. Öykümüzün en ironik sahnesi şudur: Adamın gölgesi “ben bir köleyim” diyor. Sahibim ne yaparsa ben de onu yapmak zorundayım demek istiyor. Adam bir müddet dut ağacının altında gölgelenip dinlendikten sonra tekrar yola koyulduğunda ise Şah Dut’un gölgesi adamın gölgesinin ardından şöyle sesleniyor: “Ben de senin gibi bir köle olmak isterim. Duyuyor musun? Ben de senin gibi bir köle olmak isterim.”
Çünkü adamın gölgesi, köle olmasına rağmen, adamla birlikte bir yerlere çekip gidebilmektedir. Oysaki dut ağacının gölgesi hep aynı yerdedir. Buradan anlıyoruz ki tutsaklığın da derece farkları bulunmaktadır. Tutsaklığın mahiyeti değişmese de imkânları az çok değişebilmektedir. Tabii bunlar imkânsızlıkların göreceli imkânlarıdır. Dünya hayatında kimileri biraz daha serbestken kimileriyse biraz daha serbestlikten mahrumdur. Ama sonuçta herkes tutsaktır. Hiç kimse tam manasıyla hür olamamaktadır. Hayatın ağırlığı herkesi ezmektedir. Tutsaklar arasındaki derece farkıysa dünya hayatındaki adaletsizliğin işaretidir. Kozmik gölge herkesi kuşatıyor. Hiç kimseye hakiki özgürlük tanımıyor. Kafka’nın kahramanı o bürokrasi Şato’sunu ulaşılmaz bulurken bile aslında şatonun gölgesindeki tutsaklığıyla beraber şatonun bizatihi içinde kapalı olduğunu sezmektedir. Tutsaklık buradadır. Şatonun dışında değil de içinde bulunduğumuz için, kapatılmışlığımızdan ötürü özgür değilizdir. Öykümüzdeki gölgelerin bile şikâyet etmeleri şatonun dışındayken şatonun içinde olduğumuzun bir ifadesidir. Böylelikle de dönüp dolaşıp Schrödinger’in Kedisi çıkmazına varmış oluyoruz. Aynı anda Şato’nun hem içindeyiz hem dışındayız. Tanpınar hassasiyetiyle konuşursak, ne içindeyiz zamanın ne dışındayız. Araf’ta kalmışlık aslında budur. Gölgelerden ve gölge düşürenlerden yakınan insanlık o gölgelerin de yakındıklarını pek fark edemiyor. Ve nitekim gölge düşürenler tahakküm ettiklerini sanırlarken gölgede bıraktıklarının tutsaklarına dönüştüklerini hiç idrak edemiyorlar.
Şah Dut’un gölgesi Şah Dut’a bağlı kaldığı için mustariptir ama Şah Dut ağacı da kendi köklerine bağımlıdır. Kısacası özgürlük diye bir şey yoktur. Bağımlıların bağlı oldukları dahi bağımlıdır. Hürriyet aranıp da bulunamayandır. Mevcut özgürlüklerimiz birer yanılsamadır. Elçin’in Gölgeadlı öyküsü bu yönüyle karamsarlık yüklüdür. Umutsuzca bir öyküdür. Söz konusu umutsuzluğu öykümüzün son cümlesi açıkça sergiliyor: “Adamın Gölge’si yıllardan beridir, hayallerinden vazgeçmeye alışkındı ve bir kez daha vazgeçerek yoluna devam etti. (27 Temmuz 2012 / Zuğulba)”
Adamın Gölge’si kendi talihsizliğini şöyle tanımlıyor: “(Adam) Nereye gitse ona eşlik etmem, ne yapsa onunla beraber yapmam gerek. Kendi başıma, canımın istediği şeyi asla, beni iyice anlıyor musun sevgili dostum, asla yapamam. Bu durumda nasıl bahtiyar olabilirim, söyler misin?”
Bu soru insanlığın birbirine ve her insanın bizzat kendisine sorduğu yaman sorudur ki daima yanıtsız kalmaktadır. Dünya hayatındaki tutsaklığın bir göstergesi olarak Gölgeadlı öykünün kahramanı Fariz Bey’in ikametgâhı metafor şeklinde okurun karşısına çıkıyor: “Fariz Beylerin oturdukları beş katlı bina yedi bloktan oluşmaktadır ve her blokta on daire vardır, dolayısıyla toplamda yetmiş daire yapar ve…” Öykümüzün kurgusunda yetmiş rakamı rastgele seçilmiş değildir, muhtemelen yazarımız Elçin burada ortalama insan ömrünün yetmiş yıl olmasına göndermede bulunmaktadır. Yetmiş yıllık kapalı hayatlarımız, gölgelere hapsedilmiş kısıtlı ömürlerimiz, daraltılmış imkânlar dünyamız.
Fariz Bey’in karısı Kübra Hanım da imkânsızlıklar arasında kendine özgü imkânlar alanı oluşturmaya yeltenmiştir. Onun bu alanı düşler âlemidir: “Kübra Hanım Alattin’in lambasını kitaplardan öğrenmiş değildir, çünkü kitap okuyacak zamanı ve şevki yoktur zaten. Ama sabahtan akşama kadar ev işi yaptıktan sonra akşam televizyonun önünde uyuklaya uyuklaya film seyrettiği sırada Alattin’in lambasını ve Cin’i görmüştür. Kübra Hanım’ın lambadan çıkan o gudubet Cin’le arkadaş olduğunu, her gece uykuya dalmadan önce Cin’i gözünde canlandırarak evin tüm eksiğini teker teker Cin’den istediğini, Cin’in de bu istekleri hemencecik gerçekleştirdiğini, karısının işte böylesine tatlı hayallerle uykuya daldığını Fariz Bey bilmiyor pek tabii.” Kübra Hanım’ın Alattin’in Cin’iyle dostluğu bir kaçıştır. Dünya hayatının ezici ağırlığından bir nebze soluklanmadır. Kısaca söylersek Dünya gölgedir.
*Elçin, Gölge, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2015