Turgut GÜLER
Dilimize yerleşmiş ve misâfirlikleri ev sâhipliğine dönüşmüş kelimelerin lâfta kalan yabancılığı gibi, kültür havuzumuza su olup akan bizim yabancıları da dâirenin içine rabtetmek gerekiyor. Bunlardan biri, Albert Bobowsky (Ali Ufkî Dede)’dir. Sultan Dördüncü Mehmed’in tercümanlığını yapmış bir Leh mühtedîsi olan ve Enderûn’da terbiye edilip yetiştirilen Ali Ufkî, Türkçenin yanı sıra Doğu ve Batı dillerinden birçoğunu öğrenmiş, tercümeler yapmış; gramer, hâtırât, şiir türlerinde eserler kaleme almış; minyatürle uğraşmış, besteler vücûda getirmiş, santur virtüozu hezâr-fen bir Osmanlı münevveridir.
Ali Ufkî’nin en dikkate değer eseri, aslı Londra’da British Museum’de bulunan Mecmûa-i Sâz ü Söz adlı edvâr’ıdır. Klâsik Türk mûsıkîsinin kaaidelerini inceleyen akademik eserlere edvâr deniliyor. Ufkî Dede, ilk def’a klâsik ve halk mûsıkîsi tarzındaki Türk bestelerini Batı usûlü nota ile bu mecmûada tesbît etmiştir.
Sultan Dördüncü Murâd Hân’a âit ve:
“Uyan ey gözlerim gafletden uyan!”
diye başlayan meşhûr eviç ilâhi de bu edvârda yer almaktadır.
Son zamânlarda, tasavvûfî mûsıkî programlarının vazgeçilmez ilâhileri arasına giren bu eserin bestesinin, Ali Ufkî tarafından yapıldığı söyleniyor. Lâkin güftekârı gibi, bestekârının da Türk Hükümdârı olma ihtimâli uzak değil.
Türkçeye yapılan Kitâb-ı Mukaddestercümesi ile Hz.Dâvûd’un on dört mezmûrunun İbrânîceden dilimize aktarılması ve nota ile tesbîti işleri hep Ali Ufkî imzâsını taşıyor.
Ayrıca, Lâtince kaleme alınan Türkçe Gramer, Fransızca yazılan Dialogues en Français et en Turc(Fransızca-Türkçe Mükâleme Kitabı) ile Çek filozofu Johann Amos Comenius’un Janna Linguarum Reserata Aurea(Dillerin Altın Kapısı) isimli eserinin Türkçeye kazandırılması, Albert Bobowsky’nin, nâm-ı diğer Ali Ufkî Dede’nin, 1675’lere tesâdüf eden vefâtından önce bitirdiği işler arasında yerlerini almışlar.
Kâtib Çelebîve Ahmed Cevdet Paşa’ya mâdenbakımından pek benzeyen Ufkî Dede, çalışma ve gayret disiplinini, ömür boyu elden bırakmamıştır.
Hayat hikâyesinde, elbette aslına rücû’ eden âmâli vardır. Lâkin, onun Türk san’at ve ilim hayâtına düşen gölgesi hep hayırla anılmayı hak edecek güzelliktedir. O, artık bizim Albert’imiz, yâni, Ali’miz olmuştur… Aliş’imiz demek, belki daha isâbetlidir.