Ahlâk, Etik ve Ahlâk Felsefesi[i]
Doç. Dr. Musa Kazım ARICAN[ii]
‘Bir insanı ahlâken eğitmeden, sadece zihnen eğitmek, topluma bir bela kazandırmak demektir’.
Theodore Roosevelt.
Aklımda merak, şüphe ve saygı uyandıran iki şey vardır: Üzerimde yıldız gibi parlayan cennet ve içimdeki ahlâk yasası.
I. Kant.
Giriş
Bu konuşmada ahlâk ve etik kavramları değerlendirildikten sonra aralarında herhangi bir fark olup olmadığı üzerinde durulacak, ardından ahlâkın temellendirilmesi ve zihniyetle ilişkisi ele alınacaktır. Ahlâk nedir? Etik nedir? Ahlâk ve etik arasında ne tür bir fark vardır? Ahlâk felsefesinin ahlâk ve etikten herhangi bir farkı söz konusu mudur?
Halkımız ‘bu ahlâksızlıktır’ sözüne çok büyük tepki gösterirken, ‘bu etik değildir’ sözüne hiç tepki vermez. Etik’in manevi bir müeyyidesi olmadığı düşünülür. Kimi zaman da etik ve ahlâk eş anlamlı, biri diğerinin yerine kullanılabilen kavramlar olarak görülür. Acaba bu durum doğru mudur?
Her şeyden önce ahlâk ile etik arasında bir ayrım yapmak gerekmektedir. İkisi günlük konuşmalarda sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Ancak bu ikisi felsefede farklı anlamlarda kullanılmaktadır. İngilizce’de ahlâk karşılığında kullanılan ‘moral’ kelimesi, Latince ‘moralis’ kelimesinden türetilmiştir. Moralis, adet, karakter, hal ve hareket tarzı demektir. İngilizce ‘ethics’ Grekçe ‘ethos’ kelimesinden türemiş olup, alışkanlık anlamında kullanılmaktadır.
Ahlâk doğru ve yanlış davranış pratiğidir. Etik (Grekçe ethos=alışkanlık) ise doğru ve yanlış davranış teorisidir. Ahlâkî değil etik ilkelerden; etik değil de ahlâkî bir davranış tarzından söz edebiliriz. Dolayısıyla ahlâk davranış kurallarını, etik de uyulması gereken ilkeleri ifade etmektedir. Daha açık bir ifadeyle etik, bir kişinin belli bir durumda dikkate alması gereken değerlerle ilgilidir; ahlâk ise bunun hayata geçirilmesidir.
Söz gelişi bunu somut bir şekilde şöyle dile getirebiliriz: Tıp etiğinden söz edilebilir, ama tıbbi ahlâktan pek söz edilemez, ancak bir doktorun ahlâkından bahsedebiliriz. Tıp etiği, mesleğin gözetmeye çalıştığı ya da çalışması gerektiği, acının dindirilmesi gibi genel ilkelerle ilgilidir; bir doktorun ahlâkı ise onun kendi kişisel davranışıyla ilgilidir ve hastalarından çok komşularının ve arkadaşlarının ilgi alanına girer.[1]
Demek oluyor ki etik, insan davranışının ilkeleri, ahlâk da bu ilkelerin tikel bir durumda uygulanması ile ilgilidir. Etik tutumlarımız olduğu ve hayatımızda her gün ahlâkî tavırlar içine girdiğimiz bir gerçektir.
Etik ilkelerle ahlâk kuralları arasındaki temel ayrım şöyle de dile getirilebilir: Etik ilkeler insan davranışının süregiden amaçlarıyla ilgiliyken, ahlâk kuralları bu amaçların gündelik durumlarda uygulanmasıyla ilgilidir.[2]
Öte yandan seçimin/özgürlüğün olmadığı yerde ahlâk da olmaz. Seçimle gerçekleşen her eylem ahlâkî bir davranıştır ve sorumluluk içermektedir. Müeyyideyi haizdir. Seçimin olmadığı yerde, ahlâkî yargı yapılamaz ve seçim varsa, bundan kaçılamaz. Kısacası nasıl davranacağına ilişkin hiçbir tercih hakkı tanınmamış kişi ahlâkî temelde eleştirilemez.
Ahlâk felsefesi ise, her felsefe dalında olduğu gibi, felsefi bakış açısıyla ahlâk alanına, ahlâkın temel sorunlarına, iddialarına yönelik irdeleme, sorgulama ve çözümlemelerdir. Ahlâk felsefesinin ahlâkî olana genelde yaklaşımı iki şekilde olmuştur. Bunlardan biri, ‘insan için iyi hayatın ne olduğu’ sorusu ile ‘insanın nasıl yaşaması gerektiği’ sorularına cevap aramasıdır. İkincisi de ahlâk teorilerinin yeterince açık olmayan kavram ve önermelerini açıklığa kavuşturmak, çözümlemektir.
Kavram Analizi
‘Bir memleketin nüfusunun %10’u ahlâksız ise ve kalan %90 nüfus bu ahlâksızlığa göz yumuyorsa o memleket ahlâksız demektir’.
Ahlâk ve ahlâksızlık mı? İyi ahlâk ve kötü ahlâktan mı? söz etmek gerekir. Diğer bir ifadeyle ahlâksız ya da ahlâktan yoksun insanlar olabilir mi?
İslam düşünce geleneğinde ahlâk ya da ahlâksızlıktan değil de iyi ahlâk ve kötü ahlâktan söz edilmektedir: Ahlâkı hamide ve ahlâkı zemime. Esasen Aristoteles ve Kant gibi filozoflar da insanın temelde ahlâkî bir varlık olduğunu savunurlar. Aristoteles’e göre insan, erdemlere sahip olup olmamaya göre iyi ahlâk ya da kötü ahlâk sahibi olmaktadır. İnsani değer, ahlâk sahibi olmaktan öte erdem ya da fazilet sahibi olmaktır: Cesaret/yiğitlik, cömertlik, iffet/ölçülülük ve adalet. Adalet aynı zamanda tüm erdemleri kendinde içermektedir. Yine ona göre ahlâkî erdemler eğitimle kazandırılmalıdır. Yani ahlâk eğitiminden söz etmektedir. ‘Erdemleri önce deneyerek kazanırız, sanat örneğinde de bu olur. Zira öğrenmek için önce yapabilmemiz gerekir, yaparak öğreniriz, yani insanlar bin yaparak usta olurlar ve lir çalarak lirci olunur; aynı biçimde adil işler yaparak adil hale geliriz, terbiyeli işler yaparak terbiyeli oluruz, cüretli işler yaparak cesur oluruz. Bu Devlet ’te olanlarla doğrulanmıştır; bu yüzden, yasa koyucular onlar için davranış kuralları koyarak onları iyi yurttaş yapar… Başka insanlarla ilişkilerimizde yaptığımız eylemler sayesinde adil ya da adaletsiz oluruz ve tehlike anında yaptığımız şeyler yaparak ve kendimizi korku ya da güven duymaya alıştırarak, cesur ya da korkak oluruz[3].
Buna karşın çağdaş batı ahlâk felsefesinde ahlâksız ve ahlâk dışı kavramları kullanılmaktadır. Ahlâksız, ‘bilinen tikel bir ahlâk kuralına uymayan’ anlamında kullanılırken; ahlâk dışı, ‘ahlâkla ilgili ve bağlantılı olmayan’ anlamında dile getirilmektedir. Kaldırıma pisleyen bir köpeğe ahlâksız denemeyeceği (ama bunu engelleyecek önlemler almamışsa sahibi ahlâksızlıkla nitelendirilebilir) gibi yemeğini yerlere saçan bebeğe de ahlâksız denemez. İnsanlar ancak doğru ile yanlış arasındaki farkı anladıklarında ahlâksız olabilirler. Dolayısıyla bu farkı anlayamayan psikopat, ahlâksız değil, ahlâk dışıdır.[4]
Ahlâkın Neliği
Ahlâk Arapça hulk kelimesinden gelmektedir. Arapça din, tabiat, huy ve karakter gibi manalara gelen hulk ya da huluk kelimesinin çoğulu olan ve Türkçe’de tekil bir kelime olarak kullanılan ahlâk, kelime anlamı ile huy, karakter, hal ve hareket tarzı manalarına gelmektedir.[5]
Ahlâk kelimesinin açıklamasını Gazali şöyle yapmaktadır: ‘Ahlâk nefiste yerleşmiş bulunan bir yetidir (melekedir) ki, ondan fikri bir zorlamaya lüzum kalmaksızın filler kolayca ortaya çıkar[6]. Bir başka şekilde ahlâk, ‘insanın toplum içindeki her türlü davranışlarını ve onlarla olan ilişkilerini düzenlemek maksadıyla ortaya konulan ilkelerin, kuralların tamamı’ şeklinde de tanımlanmaktadır[7]. Bu tanım yanında ahlâkın ‘fertlerin iradi hareketleriyle ilgilenen bir alan’ olduğunu ifade eden tanımlar da söz konusudur.
Çok fazla uzatmadan ahlâka ilişkin özet bir değerlendirmeyi şu şekilde ifade edebiliriz: ‘Kelime anlamı ile huy, hal ve hareket tarzı gibi manalara gelen ahlâk, insanda yerleşmiş bulunan bir karakter yapısına işaret etmekte ve fertlerin iradi hareketleriyle ilgilenen bir alan olmaktadır. Zamana, toplum ve kültürlere göre değişiklik gösteren davranış yöntemlerine karşılık ahlâk, zorunlu ve değişmeyen davranış kurallarına işaret etmektedir[8].
Bununla birlikte ahlâk tanımlarında yer alan ve nefiste köklü bir şekilde yerleşen bu halden, akla ve dine uygun, iyi ve mükemmel fiiller (hikmet, adalet, iffet, cesaret, cömertlik, fedakârlık vb. gibi şeyler) çıkarsa, buna ‘iyi ahlâk’, güzel huy; eğer düzensiz, kötü fiil (cehalet, zulüm, iffetsizlik, korkaklık, cimrilik, kendini düşünme, haset vb. gibi şeyle) çıkarsa, buna da ‘kötü ahlâk’, fena huy denir[9].
Ahlâkî Değer (Değer)
Hayata iyi, doğru ve güzel olarak mana katan, ahlâkî yaşayış kazandıran, hayatı yaşanır hale getiren inançlar ve onlara uygun davranışlardır. Ahlâkî değerler bağlamda değerler eğitimi şeklindeki bir kullanım doğru olmayıp, karakter eğitimi şeklinde bir kullanım doğru olmaktadır.
Ahlâkî değerler, insanın varlık şartıdır. İnsan, ahlâkî değerlerini varlıklarla kurduğu ilişkiler neticesinde meydana getirir. Ahlâkî değerler, sadece insanla ilgilidir, ona sahip çıkan, koruyan ve yaşatan insandır.
Ahlâkı Temellendirme Sorunu
İnsanların sahip olduğu ahlâkî değerlerin, medeniyetlerin doğuşu ve yükselişinde çok temel bir rol oynadığı yadsınamaz bir hakikat olsa gerektir. Ancak ahlâkî değerlerin temelinde bir zihniyet söz konusu mudur? Diğer bir ifadeyle, varoluş şartları gereği ahlâkî bir varlık kabul edilen insanın ahlâkî tutumu, herhangi bir şekilde zihniyetle ilintili midir?
Esasen ahlâkı ne ile temellendirdiğimiz, onun hangi zihniyetle ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır. Akılla mı, duyguyla mı, sezgiyle mi, din ile mi temellendiği, ahlâkın hangi zihniyetle ilişkili olduğunu göstermektedir.
Öte yandan insanlığın her döneminde, farklı yapıda olduğu üzere, çağımızda da, ahlâkî bir kaos yaşandığı göz ardı edilemeyecek bir vakıadır. Bu çerçevede acaba bu çağın ahlâkî sorunları ve ahlâkî sorunların oluşum nedenleri nelerdir? İnsanlığın, her dönemde ahlâkî sorunlarla boğuşmasının nedeni nedir? Acaba bu sorunların temelinde bir zihniyet problemi söz konusu mudur?
Bu konuşma, bir medeniyet inşası ideali ve ödevi olan günümüz insanının, bu sorunun üstesinden gelebilmesi için, öncelikle ahlâkî değerlerini sağlıklı bir şekilde, toplumunun her bir bireyine içselleştirmesinin gereğini iddia etmektedir. Ancak bu noktada, söz konusu ahlâkî değerlerin inşası ve günümüz dünyasının ahlâk sorunları bağlamında, sahip olunan zihniyetin mi bir ahlâkî tutum doğurduğu, yoksa ahlâkî tutum ve davranışın mı bir zihniyet oluşturduğu sorgulanmalıdır.
Problem
Modernleşme kervanına katılan birçok birey, değerlerini, inancını, köyünü ve yaşamını çevreleyen olgulardan ayrılmakta, böylelikle inancından, değerlerinden ve kültüründen kaynaklanan geleneksel kimliğini kaybetmekte ve nevzuhur bir zihniyete sahip olmaktadır.
Bu bağlamda, özellikle Müslüman toplumların sosyal yapıları dikkate alındığında ciddi ahlâkî sorunların had safhada olduğu gözlenmektedir. Rüşvet, hırsızlık, yalan, adam öldürme, zulüm, baskı, hakkaniyetsizlik, adaletsizlik, adam kayırma, tecavüz gibi belki de bir kısmını sayamadığımız birçok ahlâkî sorun, Müslüman toplumların yakasına yapışmış gözükmektedir. Söz konusu ahlâkî sorunların bazıları, Müslüman olmayan toplumlardan daha fazla düzeyde dikkati çekmektedir.
Burada sorun teşkil eden husus, ahlâkî anlayışının temelini dinden yani İslam’dan alan bir toplumun, inancının aynı zamanda ahlâklılığı içeriyor olmasıyla birlikte, bu düzeyde ahlâk sorunlarıyla boğuşuyor olmasıdır. Ciddi bir ‘inanç ahlâkı veya iman ahlâkı’ problemi gözlenmektedir. Yani gönülden inanan kişinin, aynı zamanda ciddi ahlâkî zafiyetler göstermesi önemli bir paradoks teşkil etmektedir. Söz gelişi camide aynı safta namaz kılan satıcı ve alıcının bir ticari ahlâk sorunu yaşaması, sorgulanması gereken bir durumdur. Aynı safta namaz kıldığı bir satıcı tarafından terazide eksik tartılan mal almakla veya çürük domateslerle aldatılan bir alıcının konumu, ahlâk ve zihniyet ilişkisinde sorunsal bir durumun olduğunu göstermektedir.
Güncel Ahlâkî Sorunlar ve Zihniyet Problemi
Günümüzde, artık feragat, yardımseverlik, fazilet ve iyi niyet gibi duyguların ‘aptallık sayıldığı’ bir ahlâk zihniyeti ile karşı karşıya olduğumuz muhakkaktır. Böylesi bir zihniyetin oluşumu da, günümüz insanının ruh ve madde dengesinde, tercihini, büyük oranda maddi olandan yana kullanmasından kaynaklanmaktadır.
Bilindiği üzere insan, ruh ve maddeden oluşmuştur. İnsanın hem birey olarak hem de fertlerden oluşan toplum olarak, sağlıklı gelişebilmesi ve mutlu olabilmesi, ruhî ve maddî ihtiyaçları arasında bir denge kurmasına bağlıdır. Söz konusu maddî ve manevî denge kurulamadığı zaman hem ferdî hem de toplumsal planda ciddi sarsıntılar başlamakta ve ahlâkî düzen bozulmaktadır. Bu dengenin maddî ya da manevî dengeden biri lehine bozulması benzer ahlâkî sorunları doğurmaktadır[10].
Ruhî ve maddî dengelerden, ruhî dengeyi, din, ilim, felsefe ve sanat gibi manevî değerler karşılamaktadır. İnsan, eğer, ruhunu bunlarla yeteri kadar doyuramazsa, her türlü kötülüğün pençesine düşebilecek konumda olur. Dolayısıyla insandaki ruh-madde dengesi, madde lehine bozulduğunda, ‘manevî bir sefaletin’ içine düşmekte ve onda ahlâkî sarsıntılar baş göstermekte, feragat ve fedakârlık duygularını kaybetmektedir. Madde-ruh dengesi de her zaman peygamber, veli, pir, feylesof ve mefkûre sahiplerinin gayretleriyle kurulmuştur[11]. Oysa günümüzde bireylerin ve toplumların ahlâkî zihniyetini inşa etmede, artık sözü edilen fertlerin ne kadar rolünün bulunduğu tartışılabilecek bir husus olsa gerektir.
İnsanda bir muvazene halinde olması gereken ruh-madde ilişkisi tamamen ruhun lehine ya da maddenin aleyhine bozulduğu durumlarda ise, uyuşuk, pısırık, miskin ve fosilleşmiş bir yapının ortaya çıkması çok olağandır[12]. Şu halde, sağlıklı bir ahlâkî zihniyet için, uyumlu bir ruh-madde dengesi kaçınılmazdır.
Öte yandan günümüz insanının ‘güzel ya da mutlu hayat’ tanımı, genellikle içinde mal, mülk, makam, mevkii gibi maddi imkânları barındırırken, erdem, ahlâkî düzen ve ruhi refah olgularını içermemektedir. Öyle gözükmektedir ki günümüzün rağbet gören zihniyeti, tüketim kaynaklı değerlerin hâkim olduğu ve kişisel tatmini ön planda tutan anlayıştır.
Hele hele İslam ahlâk kurallarının egemen olduğu gerçek anlamdaki dindar bir toplumda, bireyler sahip oldukları siyasi veya ekonomik güçle değil, tamamıyla ‘insani’ erdemler ve değerlerle kabul görmelidir. Ancak günümüz popüler kültürü, Müslüman toplumlarda da insanın ruhsal/manevi boyutuna zarar veren bir tür materyalist hedonizmi yaygınlaştırmakta ve böylece İslam’ı kınayıcı politik argümanlar geliştirmektedir. Zira bugünün modern Batı sekülerizmi, insanlığa ‘güzel hayat’ algısı altında, manevi ve ahlâkî değerlerden yoksun, materyalist bir hedonizm, sadece kendi duygularını tatmin eden egoizm ve Batının seküler liberalizm kültür ve zihniyetini empoze etmektedir. Böylece kendi maneviyatından ve kültüründen yoksun seküler zihniyetler gelişmektedir. Bu bağlamda yaygın Batı ahlâk zihniyetinin temel özelliğinin bireycilik, hükmetme arzusu, tüketim çılgınlığı, bedeli ne olursa olsun maddi şeylere sahip olma ve istif etme için duyulan müthiş istek, olduğu belirtilebilir. Oysa geleneksel İslam ahlâk zihniyetinin de tam tersine sabır, telaşa kapılmamak ve denge olduğu ifade edilebilir.
Kanaatimiz odur ki, Müslüman toplumlar, tarihte dahi, bugün Batı medyasının tehdit ettiği kadar tehdit edilmemiştir. Bu tehdit ahlâk zihniyetini hedef almaktadır. Söz konusu Batı ahlâk zihniyeti, tüketim kültürü ve negatif özgürlük ile desteklenmektedir. Bu zihniyet, kitle iletişim araçlarıyla özellikle de televizyonla yaygınlaştırmaktadır. Televizyonla üstün ve soylu insani değerlerin aktarılması yerine, insanın en aşağılık şehevi arzularını tatmin edici marazlar aktarılmaktadır. Kötü programcılık takdir edilir olmuş, böylece çürümüş, ahlâk dışı ve yıkıcı değerleri yaygınlaştıran etkinlikler başarı olarak sunulmuştur. Artık, tarih boyunca makûl tüm toplumlarca ve bütün inançlar tarafından yıkıcı ve bölücü olarak kabul edilen, tamahkârlık, sefahat, şiddet, şatafat, şamata, şehvet düşkünlüğü, sınırsız ölçüde kendi zevkine düşkünlük ve ahlâkî sınırların bulunmaması gibi negatif değerler, günümüz masum zihniyetlerinin ve çocuklarının önüne konulan göz alıcı yiyecekler olmuştur. Hatta postmodern anlayışın saygısızlığı ve kargaşası içinde, insani değerlerin en yücesi olan haysiyet sahibi olmaya da neredeyse izin yoktur.
Bir diğer önemli husus ise, insan örgütlenmesinin en temel birimi olan aile de, dünya çapında muzaffer olmasına rağmen Batı uygarlığında tehdit ve tehlike altındadır. Denebilir ki, Müslümanların çağdaş Batı kültürüyle aralarındaki en önemli kavgalardan biri, Batı ailesinin çözülmesidir. Zira ailenin, bireylerin ahlâkî oluşumları ya da ahlâk zihniyeti üzerindeki yetkin işlevi, adeta, evlerin medya tarafından menfi işgali ve saldırısıyla ciddi anlamda erozyona uğramaktadır.
Antre parantez ifade etmek gerekirse, söz konusu güçlü medya saldırısı Müslümanlar için çok daha şiddetlidir. Her alandaki baştan çıkarıcı reklamlar, göz kamaştıran yıldızlar ahlâklı zihniyete sahip Müslüman’ın sadeliğini de bozmaktadır. Televizyonlarda sürekli, sevişen çiftler, müthiş acı çeken insanlar, parçalanan kollar, bacaklar ve bağırsaklar, her tarafa yayılmış insanlar gösterilmektedir. Pop şarkılarına eşlik eden video klipler, saçma görüntülerle dolu müzik parçaları ekranların vazgeçilmezidir. Söz konusu davetsiz işgal, insanlığın son iki kuşağının sınırsız saldırılara maruz kalmasıyla birlikte, Batı’nın da otorite kurumlarının da sarsılmasına yol açmıştır. Böylece tüm uygarlık potasındaki en kutsal ve yüce manevi denge ve otorite olan aile de çürümektedir. Bilhassa, İslam aile idealinin, birlik, bütünlük ve istikrar anlayışı, Batı’nın tüketim kültürü, rastgele cinsel ilişki kurma, uyuşturucu ve yüksek beklentiler şeklindeki zihniyeti dolayısıyla evliliklerin yarı yarıya ayrılıkla sonuçlanmasına neden olmaktadır.
Diğer taraftan medyanın menfi propagandasından evdeki baba, sokaktaki çocuk, okuldaki öğretmen, sosyal yaşamda politikacı, alay konusu edilmek suretiyle etkilenmektedir. Bilhassa göz önündeki yöneticiler, idareciler, iktidardaki insanlar sürekli yıpratılması gereken kişiler gibi düşünülmektedir. Böylece sosyal yaşamdaki siyasi yolsuzluk hikâyeleri, toplumdaki ensest ilişki, okullardaki şeytani suistimal ve benzeri haberler, otoriteye duyulan azıcık saygıyı götürmekte ve değerleri itibarsızlaştırmaktadır.
Bu noktada Müslümanlar kendilerini savunma kapasitesinden de yoksun görünmektedirler. Daha da vahimi, Müslümanlar saldırının doğasını ve hedefini bile anlayabilmekten acize benziyorlar. Belki de sadece bu durum dolayısıyla Müslümanlar, acınacak duruma düşüyor, düşmanları olan dev kapıdayken, adeta kendi aralarında tartışan pigmelere benzer tablo oluşturmaktadırlar. Esefle belirtmek gerekir ki tehlikenin bu kadar büyük olduğunun farkında olanlar da sade ya da sıradan Müslümanlardır. Sade/sıradan Müslümanlar, tehdidin, savaşın muhtemel boyutunu, karşı güçlerin ne kadar kuvvetli olduğunun daha fazla bilincindedir.
Üstelik İslam’ın asla rıza göstermediği alkolün ve uyuşturucunun yol açtığı zararlar, şimdilerde Batı’da yeniden kabul edilmektedir. Yine Batı’daki çoğu insan, boşanmayı, ana baba otoritesine meydan okunmasını, yaşlıların yalnız bırakılmasını, iş ve işle ilgili meseleler yüzünden evin konum değiştirmesini yeniden değerlendirmektedir.
Diğer yandan ise, iyiliği, temizliği, hoşgörüyü, öğrenmeyi ve ahlâkîliği savunan bir din olan İslam’ın müntesiplerinin, bu kadar ahlâk sorunu yaşıyor olmasını da anlamak kolay gözükmemektedir. Yine İslam’da kadının gücü, Çin’de Konfüçyüs’ün, antik Yunanistan’da Aristoteles’in ya da Hindu ve Hıristiyan uygarlıklarının sunduklarından çok daha üstün olmasına rağmen, medya tarafından hala, Müslüman kadınlar, kendilerini tamamen efendilerinin ihtiyaçlarına adamış, karanlık evlere kapatılmış, ruhları ölmüş nesneler olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Esasen bu algının kısmen, antik Yunan’dan esinlenen Batı toplumundaki kadın düşmanı düşünce fakirliğinden kaynaklandığı da unutulmamalıdır. Ne var ki kadınların kötü durumda oldukları, hiçbir sosyal haklarının olmadığı bazı bölgelerde ve toplumlarda ise, bu durum İslam’la değil, Müslüman erkek egemenliğiyle ve yerel/kültürel zihniyetle alakalıdır. Oysa gerçekte Müslüman kadınlar, ev içi kararlardan sosyal birçok meselelerde merkezi bir konuma sahiptirler.
Bir başka mühim konu da, sosyal ahlâk konusunda Müslümanların kendilerinden kaynaklanan hatalar meselesidir. Tüm günahı harici nedenlere atfetmemek gerekir. Söz gelişi Müslüman toplumlarda yoksulların gıda ve giyim ihtiyaçlarının yeteri kadar karşılanmasının ihmal edildiği ortadadır. Bu bağlamda İslam kardeşliğinin siyasi, mezhepsel, kabileci, bölgesel ve etnik anlayışlara kurban verildiği görülmektedir. Esasen bazı Müslüman toplumlarda petrol gelirlerinden kaynaklanan eşi görülmedik zenginlik söz konusu olmakla birlikte, aynı düzeyde eşi görülmedik bir biçimde israflar yaşanmaktadır. Hatta sağlık, eğitim, temizlik, zengin-fakir arasındaki uçurumun kapatılması için harcanabilecek paralar, Londra’da telekızlara, Güney Fransa’da kumarhanelere, ABD’de büyük çiftliklere ve İsviçre’de dağ köşklerine heba edilmektedir. İslam ülkelerinin bazılarındaki petrol geliri, kendi ailelerine ya da kabilelerine özel bir gelecek sağlama peşindeki Müslüman zenginlerin ve yöneticilerin küstahlıklarına da neden olmaktadır. Bu durum, inançla-ahlâkın uyuşmadığı ciddi bir krizdir. İslam inancının zorunlu olarak ahlâkîliği ve ahlâkî bir zihniyeti icbar ettiği bir gerçek karşısında, söz konusu tablo, Müslümanları hicvetmek isteyen Batılı ya da muhalif taşlamacılar için meşru bir zemin oluşturmakta ve insanlığın yüz akı bir medeniyet karikatürize edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumdan, sade ve sıradan Müslümanların da şikâyet etmeleri için son derece haklı nedenleri de doğmaktadır.
Keza, izole ve ben merkezci Müslümanlar, inançlarını saldırgan bir biçimde ifade etmekle bir zafer duygusu yaşarlar ve tutkulu inancın sadece kendilerine has olduğunu hayal ederler. Şiddet, kör nefret belki de eşitsizlikten ve adaletsizlikten beslenmektedir. Ama İslam’ın ruhunun daima ılımlılıktan ve makul davranmaktan yana olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır. Yine Müslümanların inanç-ahlâk ilişkisi bağlamında, inançlarının ahlâkî değerini ve uygulamalarını yeniden sorgulamaları gerekir. Keza, bir Müslüman’ın, dini/imani zihniyetimi, ahlâkî yaşamıma nasıl uygularım sorusunu kendisine her daim sorması gerekir. Şayet bu soruyu soramıyorsa bir Müslüman, bir zihniyet ya da şuur ve bilinç krizi yaşıyor demektir.
Ahlâk-Zihniyet İlişkisi
Ahlâk, insanın özünü oluşturan en temel değerlerdendir. Ahlâk aynı zamanda, manevî kalkınmanın da esasını teşkil etmektedir. Ancak insana bu ahlâkîliği kazandıracak zihniyet nereden ve nasıl gelecektir? Zihniyet, toplumsal bir grubun örtük referans sistemidir. Kendi içinde bir dünya görüşüdür. Nesneler karşısındaki tutum ve tavırları ifade eder. Bu nedenle zihniyet, bir grup insanın ortak zihinsel ve ruhsal referansıdır[13].
Görülmektedir ki zihniyet bir tutumdur. Tutum ise bir vaziyet alıştır ve bir zihniyetin ifadesidir. Zihniyet, insan zihninin içinde hareket ettiği ortamdır. Bu nedenle ilkel toplumlarda yaşayan insanın zihin yapısı ile medeni toplumda yaşayan insanın zihin yapısı farklıdır. Bu farklılık bir mantık farkı değil, zihniyet farkıdır. Böylece insanın iki ayrı zihniyeti bulunduğu anlaşılmaktadır.[14] Şu halde zihniyet, insan zihninin bir hali, bir tavrıdır. Bu hal ferdin ve sosyal bir grubun düşüncesini sevk ve idare eder.[15]
Ahlâk-zihniyet ilişkisinde, ‘yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi yapmamın gerekçesi nedir?’ sorusuna cevap verilebiliyorsa, sağlıklı bir ilişkiden söz edilebilir. Yani ahlâkî davranışı ortaya koyan zihniyetin dayanağı/kaynağı önem arz etmektedir. Hangi saikle, yani inançtan dolayı mı, değerden dolayı mı, pragmatik kaygıdan dolayı mı ahlâkî tutum ve davranışın gerçekleştirildiği, sahip olunan zihniyeti ifade etmektedir. Dolayısıyla ahlâkî tutum ve davranış bağlamında zihniyet, ‘ahlâkî bir eylemi yapmam gerektiğini düşünmem, onu yapma kastım olduğundan, eylemi gerçekleştiriş nedenim basitçe, eğer mümkünse, onu yapmayı kast ediyor olmamdır’[16]. Bir başka ifadeyle zihniyet, ‘bir insan, bir işi yapması gerektiğini iddia ettiği zaman, onun bu iddiayı, var gücüyle ve ayrıntılarıyla gerçekleştirmeye karar verdiğini deklare etmek için kullanıyor olması’ anlamına gelmektedir.[17]
Her şeyden önce, herkesin malumudur ki, çağımız ekonomi çağıdır. Her bireyin önceliği iktisattır. Kişisel ya da kurumsal olarak herkes kazanmak, kar etmek, zarar etmemek istiyor. Bireysel hayat felsefeleri ve zihniyetler, kazanmak, daha fazla gelir elde etmek, böylece daha müreffeh, daha huzurlu olmak istemektedir. Daha da ileri gidildiğinde, haz üzerine inşa edilmiş bir huzur ve refah düşüncesi egemendir. İnsanlık daha fazla dünyalık elde etmekle, daha fazla haz elde edeceğini, bu sayede de daha müreffeh ve huzurlu olacağını düşünmektedir. Bir anlamda, farkında olunmadan ‘haz ahlâkı’ etkili olmaktadır.
Bu bağlamda, haz ahlâkının temel gayesi mutlak manada mutluluk olarak algılanır. Mutluluğu elde etmek için her yola başvurulmakta ve bu arzuları tatmin ederek elde edilmeye çalışılmaktadır. Bir arzunun tatmin edildiği her seferde, herkesin bildiği hoş bir tatmin duygusu yaşanır. Arzu psikolojisine göre, bu tatmin hissi bir süre sonra kaybolur ve akabinde hemen yeni arzular duyulmaya başlanır. Bu yeni arzular karşılanınca geçici bir tatmin hissi olur, ancak bunu hemen yeni boşluk ve arzu hisleri takip eder. Sonuç, geçici tatmin, intibak ve yeni arzuların birbirini takip ettiği sonu gelmeyen bir arzu döngüsüdür. Bu döngü son noktada kişiyi, patolojik/nevrötik davranışa, sürekli hissedilen bir boşluk duygusuna, değersizlik ve ümitsizlik hislerine sürükler[18]. İşte böylesi bir ahlâkî varoluş, zihniyet-ahlâk ilişkisizliğinin en derin krizini resmetmektedir.
Şu halde sorunun bir parçası şudur; ahlâk öğretisinden ayrı bir zihniyet ayrımı söz konusudur ve bu zihniyet ahlâka egemenedir. Oysa ahlâk öğretisi zihniyetleri şekillendirmelidir. Yani ahlâkî zihniyet veya ahlâklı zihniyetler geliştirilmelidir. Öte yandan sahip olunan ahlâkın zihniyet yapısı da önemlidir. Nitekim günümüzde, ahlâk zihniyetimiz tüketicilik yüzünden, sanki süpermarket raflarında birbirleriyle rekabet halindeki mallar karşısındaymışız gibi bütün değerlere gösterdiğimiz eşit ölçüde kayıtsızlık yüzünden çürümüştür. Batı’yı yönlendiren ahlâkî güdü bulunmadığını ve kendi ahlâk zihniyetimizi Batı’nınkinden üstün görürken, kendi ahlâk zihniyetimizi hiç sorgulamayı düşünmemekteyiz.
Sonuçta zihniyet ya da ahlâk zihniyeti düzelmediği takdirde, bir toplumun ilmi, iktisadı ve kültürel açıdan gelişmesi ve müreffeh olması söz konusu olamayacaktır. Dahası dünya çapındaki ahlâkî buhranın üstesinden gelebilmek için ahlâkî zihniyetin merkezine de maneviyat yerleşmeli ve insanların hayatını yeniden dengeye sokmalıdır. Zira artık hayatın maddi boyutu kadar manevi boyutunun da önemli olduğunun yeniden farkına varılmalıdır. Ayrıca bireysel planda, dıştaki sahte ben ile içteki gerçek ben ikiliğinin de ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Sonuç
Bize göre, ahlâkî tutum ya da ahlâkî tavır, zihniyetin bir davranış biçimidir. Zira zihniyet, bir takım davranışların kaynağıdır. Dolayısıyla sahip olunan sorunlu tüm ahlâkî tutum ve davranışların kaynağı, o tavrın failinin problemli zihniyetidir. Her sahip olunan zihniyet kendisini, olumlu ya da olumsuz bir eyleme dönüşmüş olarak ifşa etmektedir.
Öte yandan insanlık ve toplum olarak, yaşanmakta olan ahlâkî sorunların temelinde, ruh-madde dengesinin maddenin/maddiyatın, sekülerliğin/dünyeviliğin lehine bozulması bulunmaktadır. Yani insanlığın yaşadığı ahlâk krizi, bir bakıma manevîyat buhranıdır. Dolayısıyla ahlâkî krizin ya da ahlâkî bunalımın doğmasının nedeni, insanlığın zihniyet krizinden veya bunalımından kaynaklanmaktadır. İnsanlığın zihniyeti, çağımızda yalnızca ‘kazan kazan’ üzerine inşa edilince, tamamen sekülerleşen ve maddiyata dönük bir hayat felsefesi oluşmuştur. Böylesi bir zihniyet ise her tür ahlâkî sorunun ve hastalığın, manevî bunalım ve buhranın da kaynağı olmaktadır.
Özellikle, günümüz dünyasında insanlığın ve daha özelde ise Müslüman toplumların, cari olan ahlâkî zihniyetlerinin kaynağı/dayanağı, büyük oranda seküler/pozitivist bir temele dayanıyor gözükmektedir. Yani ahlâk, seküler ve pozitivist bir tarzda algılanmaktadır. Ahlâkî zihniyetimizi maddiyattan ve sekülerizmden, maneviyata ve daha yüce değerlere çevirmeliyiz. Şayet bunu gerçekleştiremez isek ‘insan insanın kurdudur’ diyen Hobbes’u haklı kılacak gelişmelerin artarak devam etmesi kaçınılmaz olacaktır. Küçücük meselelerden ve çıkarlardan dolayı annesini-babasını doğrayan insanların, birbirlerinin hayatına kasteden bireylerin haberlerini izlemeyi artık kanıksayacağız demektir.
Öyleyse tüm bu hususlar, sahip olunan zihniyetlerin iyi ve yüce bir ahlâk oluşturamadığını göstermektedir. Sorunlu zihniyetlerin sorunlu ahlâklar oluşturduğu da söylenebilir.
O halde, şayet yukarıda dile getirilen gerçek, bizleri ve dünya insanlığını ürkütmüyorsa, ülkemizin, Müslüman toplumların ve tüm dünya düzeninin, onarılması mümkün olmayacak ölçüde tahrip olduğu anlamı çıkacaktır. Zira nefsine düşkün, hedonist/hazcı ve tüketime yönelik bir zihniyetten ve nesilden, dünyaya ahlâkî bir motif sunacak düzen beklemek nafiledir.
Kısacası, ahlâk düzelmedikçe zihniyet, zihniyet düzelmedikçe ahlâk düzelmiyor. Ahlâk düzelmedikçe gelişme, refah ve huzur mümkün olmuyor.
[1] Ray Billington, Felsefeyi Yaşamak Ahlak Düşüncesine Giriş, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay. 1995 İstanbul, s. 45, 46.
[2] Billington, age, s. 59.
[3] Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, BilgeSu, 2012 Ank. s. 30.
[4] Billington, age, s. 46.
[5] Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, TDV Yay., Ank. 1992, s. 1.
[6] Gazali, İhyûu Ulûmi’d-Din, c. III, s. 49.
[7] Hüsameddin Erdem, Ahlak Felsefesi, Hü-Er Yay. 2009 Konya, s.15.
[8] Kılıç, a.e., s. 2.
[9] Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlak, 1316 İst. s. 5.
[10] Recep Kılıç, ‘Osman Turan’a Göre Ahlâk ve Tarih İlişkisi’, Dini Anlamak Üzerine, Ed. Recep Kılıç, Ötüken Yay., İst. 2004, s. 179.
[11] Kılıç, agm, s. 180.
[12] Kılıç, agm, s. 181.
[13] Bkz. Alex Mucchielli, Zihniyetler, çev. A. Köhl, İletişim Yay. İstanbul 1991, Böl. 1; Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, II. Baskı, İstanbul 1977, s. 83 vd; İhsan Turgut, Bir Zihniyet Çözümlemesi, I. Baskı, İzmir 1994, s. 1.
[14] Necati Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, MEB, İst.1995, s.27, 28.
[15] Öner, a.e, s. 52, 206.
[16] Richard Bevan Braithwaite, ‘An Empiricist’s View of Nature of Religious Belief’, The Philosophy of Religion, Basil Mitchell (Ed.), New York: Oxford University Press, 1971, içinde, s. 79.
[17] Ali Yıldırım, Din Dilinin Anlamı; Doğrulamacı ve İşlevselci Yaklaşımlar, MÜSBE, İstanbul 2012, Yayımlanmamış Doktora Tezi, s. 78.
[18] Charles Guingnon, Kimim Ben? Otantik Olmak, çev. Abdullatif Tüzer, Lotus Yay., Ank. 2008, s. 78.
[i] İslám’da Ahlâk ve Etik, Kavramsal ve Kuramsal Tartışmalar Seminerleri – 2, Editör: İsmail Erkam SULA, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Yayını, Sf. 11-23, http://acikerisim.ybu.edu.tr
[ii] Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü.
http://acikerisim.ybu.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/366/UL%C4%B0SA%20B%C3%9CLTEN%20-%20Kuramsal%20ve%20Kavramsal%20Tart%C4%B1%C5%9Fmalar%20-%202%20-%20%C4%B0slam%27da%20Ahlak%20ve%20Etik.pdf?sequence=2&isAllowed=y