Felsefe Nedir? Bilgi Nedir?

Felsefe Nedir? Bilgi Nedir?[i]                                                          

What is Philosophy? What is Knowledge?

Prof.Dr. Hüseyin Gazi TOPDEMİR[ii]

 

Öz

Makalenin amacı, felsefe ve bilgi konuları üzerinde tarihsel bağlamda açıklayıcı nitelikli bir tartışma yapmaktır. Bu amaçla öncelikle felsefe nedir sorusu ele alın­mış ve daha sonra da bilgi problemi üzerinde durulmuştur. Ayrıca felsefe ile di­ğer disiplinler arasındaki ilişki ve felsefenin toplumsal ve sosyal işlevi de tartışıl­mıştır.

Anahtar Sözcükler: Felsefe, bilgi, ampirizm, rasyonalizm, bilim, olgu, geçerlilik

 

Abstract

The purpose of this essay is to make an explanatory discussion on philosophy and knowledge in historical context. In addition to an elaboration of the question of what philosophy is the problem of knowledge is also considered. Furthermore, the relationship between philosophy and other disciplines, and social and socie­tal functions are discussed.

Keywords: philosophy, knowledge, empiricism, rationalism, science, phenome­non, validity

Felsefe Nedir?

Düşünce tarihinin engin derinliklerinden günümüze ulaşan kayıtlar, felsefe ala­nında değişmeyen tartışmalardan birisinin, “Felsefe nedir?” sorusu ve verilen ola­sı yanıtlarla ilgili olduğunu göstermektedir. Verilen bir yanıtın yeterli ve doyuru­cu olarak kabul edilmeyip, her seferinde yeniden ve farklı biçimlerde tanımlan­ması, aslında felsefenin doğası hakkında aydınlatıcı olan bir anlatım niteliği taşı­maktadır: Felsefe bir tanımlamayla sınırlandırılabilecek bir etkinlik değil, aksine sürekli bir tanıma ve tanımlama arayışıdır. Bu belirlemeler ışığında hareket edil­diğinde, ilk akla gelenin felsefenin yetkin ve tam bir tanımlanmasından vazgeç­mek, aksine betimlemekle yetinmek olması gerekir. Çünkü unutulmamalıdır ki her tanımlama aslında tarihsel ve toplumsal koşulların belirlenimine veya en azından sınırlandırmasına bağlıdır. Diğer bir deyişle her tanımlama anlam yüklü­dür ve bu anlam da toplumdan topluma veya aynı toplumda zaman içerisinde de­ğişmektedir (Topdemir, 2008, s.l).

Bugün Türkçe’de kullanılan felsefe sözcüğü Grekçe philosophia (bilgelik sevgisi) sözcüğünün Arapçalaştınlmış halidir ve doğrudan doğruya her şeyi ku­şatan tümel bir bilgiye sahip olmaktan çok, bilginin peşine düşmeyi, her nerede ve kim tarafından ortaya konulmuş olursa olsun, onu elde etmeyi ve daha da önemlisi bilgiyle dost olmayı öngörmektedir. Bu demektir ki, bilgelik sevgisi, is­ter insana isterse Tanrılığa ilişkin olsun bütün olanların kökenini bilmeyi istemek ve sevmek demektir (Küyel, 1976, s.10). Öyleyse felsefeyi, doğal ve doğal olma­yan her türlü varlık üzerine, düşünme, bilme, tanıma, öğrenme, anlama, anlam­landırma ve açıklama eylemi ve etkinliği olarak betimlemek gerekmektedir. Baş­ka bir deyişle, bilgelik sevgisi aslında gerçek bir bilme ve bilgilenme eylemidir. Çünkü insan eksikliğini duyumsadığı şeyi elde etmeyi, peşine düşmeyi ister. Bu­na hasbi tecessüs, yani salt bilmek kaygısıyla hakikati aramak denir. Öyleyse fel­sefe insanın hakikati bulma arayışıdır, insanın hakikatin peşinde gitmesinin tarih­sel serüveninden başka bir şey değildir. Diğer bir deyişle, felsefe, bir tanışma ve tanıştırma toplantısı, sizi size tanıtan, sizi ötekine tanıtan ve ötekini size tanıtan görkemli bir şölendir. Bu şölende değer, bu şölende varlık ve bu şölende bilgiyle tanışırsınız. Bu yüzden felsefeyle tanışmış kimseler ona sevgi adını takmışlardır: bilgelik sevgisi. Bu peşinden gidilenin ve hep gidilecek olanın sevgisidir.

Benzer bir durum bilgi, için de geçerlidir. Bilgi aslında genel bir kavram(sal- laştırma)dır. Bu bakımdan bilgiyi “bir şeyin bir şey olarak kavranması” şeklinde tanımlamak olanaklıdır. Ancak “bir şey” ve bir de “kavranma” sözcükleri oldu­ğuna göre, öyleyse bir “kavrayan” ve bir de “kavranan” ya da “bilen” ve “bili­nen” olacaktır. O zaman tanım böyle bir belirlemeyi gerektirdiğine göre, bilgi ge­nellikle bir “şeyin” bilgisi olmak durumundadır. Bu anlamda olgu temel birinci adımı oluşturmaktadır. Bu olgu üzerine felsefe, sanat ve bilim yapılır. Bu yüzden bilgi bilimsel, felsefi, dinsel veya sanatsal vb. pek çok nitelemeye sahip olabil­mektedir. Öyleyse bilim, felsefe, sanat ve din bu kavramsal yapının altında yer al­maktadır ve bu bakımdan bu disiplinlerin tümü birer bilgi alanıdır. Dolayısıyla da bilgi bunların tümünü kapsamaktadır. Öyleyse felsefenin de bir bilgi dalı veya tü­rü olması dolayısıyla, onun ortaya koyduğu bilgilerin de bir şeyin bilgisi olması zorunludur. Yukarıda felsefenin insansal ve Tanrısal olan her şeyi bilme isteği ol­duğu belirtilmişti. Bu demektir ki, aslında felsefe var olanlar üzerine yapılan bir sorgulamadır. Soru sorma etkinliğidir.

Böylece bir bilme edimi olan felsefenin varlığı anlama ve açıklama çabası olduğu açığa çıkmıştır. Nitekim felsefeyle yoğun olarak ilgilendikleri bilinen An­tik Greklerin düşünce dünyası irdelendiğinde de, yapılan bütün etkinliğin varlığı anlama çabasında doğduğu açıkça görülmektedir. Doğa karşısında başlangıçta hayrete düşen Grekliler, kısa süre sonra doğayı izlemeleri gerektiğini, izledikle­rinde de doğada bir düzenliliğin olduğunu fark ettiler. Düzenlilik algısı bilgi için önkoşuldur ve Greklerin düşünce tarihindeki seçkin yeri edinmeleri de doğaya ciddi bir biçimde bu yönden bakmış olmalarında aranmalıdır. Aslında her toplu­mun doğaya bir türlü bakışının olduğu ve bu bakışa bağlı olarak bir bilgi yığını oluşturdukları bilinmektedir. Ancak Greklerin kendilerinden önceki toplumlardan ayrılan yönü, düzenliliklerin yer aldığı doğayı, yine düzenlilik fikriyle irdeleme­leri gerektiğini düşünmüş olmalarıdır. Bu düşünüş o denli sistemli ve düzenlidir ki, ilk ciddi kavramlaştırmalan theoria olmuştur. Theoria doğa karşısında bir va­ziyet alıştır, doğanın değişmeyen bilgisini edinme tutumudur.

Aslında görünen doğa yani dünya değişmektedir. Mevsimler, gece ve gün­düz, yağmur, fırtına, kar vb. doğa olayları hep bir değişim göstergeleridir. Ancak bu değişimde sürekli bir düzenlilik kendini hissettirmektedir. İlkbahardan sonra yaz, ardından sonbahar ve daha sonra kış gelmekte ve düzenlilik yinelenmekte­dir. Benzer şekilde gece ve gündüz de bir düzenlilik içerisindedir. Öyleyse the­oria yapmak, yani doğa karşısında vaziyet almak için bu düzenliliği izlemek ve seyretmek gerekmektedir. Başlangıçta bu theoria etkinliği oldukça verimli olmuş ve doğaya ilişkin önemli oranda olgu bilgisinin elde edilmesini sağlamıştır. An­cak bir süre sonra sadece seyretmenin doğadaki düzenliliği gösterdiğini, ancak neden böyle bir düzenliliğin olduğunu açıklamadığı anlaşılmıştır. Böylece theori- a yapılırken aynı zamanda soru sormak gerektiği de açığa çıkmıştır: Gündüz ve gece ardışıklığı nedendir? Neden Ay düzenli bir biçimde Dünya’nm etrafında do­lanmaktadır? Böylece theorianm sağladığı olgu bilgisinden, olgunun nedeninin bilgisine geçmek olanaklı hale gelmiş ve sonuçta tam bir bilme edimi gerçekleş­tirilebilmiştir. Böylece Grek felsefesinin hemen başında doğa felsefesinin yer al­masının tesadüfi bir durum olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü doğa felsefesinin konusu varlıktır. Temelde başlıca iki sorun üzerinde durulmuştur:

  1. İlk ana madde (arkhe-töz) nedir?
  2. İlk ana maddeden varlığın çeşitliliği nasıl oluşmuştur?

Görüldüğü üzere, doğa felsefesinde öncelikle sorulan veya sorgulanan varlı­ğın özünün, ilk ana maddesinin ne olduğudur. Buna felsefe tarihinde töz sorun­sal[1] denir ve töz mahiyeti, neliği ne olursa olsun bütün varlıkların kendisinden kaynaklandığı ilk ana maddedir. Töz, kendisini ileri süren filozofun imgelem ye­tisine ve yaratıcılığına bağlı olarak değişik biçimlerde imlenmiştir. Örneğin doğa felsefesinin başlangıcında yer alan Thales (M.Ö. 624-548) için, bu töz sudur. An­cak, öğrencisi Anaksimandros (M.Ö. 610-547) hocasının kabulünü fazla anlamlı bulmaz. Çünkü su sonludur ve evrende neredeyse sonsuz olan varlıklar bu sonlu varlıktan varlığa gelmiş olamazlar. Mademki varlıklar sonsuzdur, öyleyse, tözün de, yani kendisinden bütün varlığın türemesi gereken asıl Varlık da sonsuz niteli­ğine sahip olmalıdır. Böylesi bir varlık ancak sının da bulunmayan apeiron ola­bilir. Ancak bu harika düşünce silsilesinin de öğrencisi olan Anaksimenes (M.Ö. 585-528) için anlamı yoktur. Varlıkların ana maddesi hava olmalıdır. Çünkü ha­va adeta insan bedenini bir arada tutan ruh gibi bütün varlığı sarmalamakta ve bir arada tutmaktadır. Benzer şekilde Anaksagoras (M.Ö. 500-428) için töz tohum ve nihayet Demokritos (M.Ö. 460-370) için ise atomdur.

Bu açıklamalar varlık hakkında ilk kez ileri sürülmekte olan yarı gözlemsel ve spekülatif açıklamalar olmakla birlikte, düşünce dünyasının tümünü kontrol etmekten uzaktır. Özellikle varlık hakkında ileri sürülmüş ilk denemeler olmala­rı bakımından önemli olmakla birlikte, tek bir düşünce silsilesi oluşturmaktan uzaktırlar. Kısa süre içerisinde karşıt düşüncesini yaratacak ve bu kez tözü sade­ce kalıcı değişmez değil, aksine sürekli değişen başkalaşan bir varlık olarak gö­ren düşüncenin doğmasına yol açacaktır. Bu fikri en iyi işleyen düşünür, sürekli, değişmez töz diye bir şey olmadığını, tüm şeyleri karşıtlarına değiştiren çekişme sürecinin evrenin gerçek efendisi olduğunu, her şeyin sürekli bir değişim duru­munda bulunduğunu söyleyen Herakleitos (M.Ö. 544-484) olmuştur. Ona göre kalıcı olan tek şey değişimin kendisidir. Bu varlığın doğal yasasıdır ve bunu dü­zenleyen de ustur (Logos) (Shakian, 1990, ss.7-8).

Öyleyse töz ne olursa olsun, bu dönem felsefesi için, bütün varlığın kendi­sinden kaynaklandığı bir ilk ana maddenin gerekliliği kuşku götürmez bir gerçek­lik olarak ortaya konulmuştur. Ulaşılan bu sonuç bir başka sorunsalın da doğma­sına yol açmıştır: Töz tek olduğuna göre, varlıkta gözlemlenen çokluk ve çeşitli­lik nereden kaynaklanmaktadır? Varlığa yönelik oluşturulmuş bu düşünce sistemi  ilginç yaklaşımlar getirmekle birlikte, yalnızca varlığın bir kısmını -madde- irde­lemektedir. Fakat varlık sadece maddesel ve cansız bir şey değildir. Aynı zamanda canlılar da (insan ve hayvan) birer varlıktır ve diğer varlıklardan pek çok bakımdan farklılıklar taşımaktadırlar. Dolayısıyla da örneğin insan hakkında da bu türden söy­lemlerin geliştirilmesi gerekmektedir. Nitekim bu gerçeğin bir gereği olarak bu ko­nu da Greklerce ele alınmış ve işlenmiştir. İnsanın bir problem olarak ele alındığı çalışmaları yapanlara sofist, bu filozofların ortaya koydukları felsefeye de sofizm veya sofistlerin felsefesi adı verilmiştir (Shakian, 1990, s.24).

Düşünce tarihindeki bu yön değiştirme aynı zamanda, gerçeklik üzerine ilk göreli yaklaşımların da temellendirildiği bir dönem olmuştur. Bu dönüşüm aslın­da doğal bir dönüşümdür. Çünkü artık problem alanı insandır ve insanın kendisi doğası gereği bir görelilik içermektedir. Başka bir deyişle insan bir bireydir ve bi­reyin bireyselliği apaçık bir gerçeklik olarak ortadadır. Bu bağlamda hareket eden ünlü sofist Protagoras (M.Ö. 481-420), varlık hakkında Herakleitos’un ortaya koymuş olduğu değişim düşüncesini bilgiye uygulamıştır. Ontolojik gerçeklik değişim içerdiğine göre, onun üzerine temellenen epistemolojik gerçeklik de bir değişim içerecektir. Öyleyse değişen gerçeklik üzerine verilecek yargılar da, öz­nel, değişken ve göreli olmalıdırlar. Başka bir deyişle yargıyı veren insan oldu­ğuna göre, her tür yargı bireyin bireyselliğinde kaynaklanan yargılara dayanmak­tadırlar. Bu durumu Protagoras özlü bir biçimde “İnsan her şeyin ölçüsüdür” yar­gısıyla dile getirmiştir. Bu yargı açıkça bir göreliliğe işaret etmektedir. Bu göre­lilik aynı zamanda nesnel bir gerçeğe, yani herkes için aynı anlama gelecek bir hakikate erişmenin olanaksızlığının da vurgulandığı bir göreliliktir ve bundan do­layı sofist ilgisini tartışma sanatına, karşısındakini inandırmaya ve ikna etmeye yöneltmiştir (Shakian, 1990, s.26).

Başlangıçta doğa karşısında başvurulan spekülatif düşünsel çabaların sergi­lendiği, diğer bir deyişle doğa felsefesinin geliştiği dönem yaşanmış, ardından da düşüncenin nesnesini insan ve toplum, devlet, yönetim, hukuk ve ahlak kuralları gibi insana özgü konuların oluşturduğu sofistlerin felsefesi gündeme gelmiştir. Başka bir deyişle, daha önce varlık karşısında alman tutum, M.Ö. V. yüzyıldan itibaren insana ve insanın dünyasına yönelmiştir.

Grek Dönemi’nin ardından gelen Ortaçağ’da felsefe teolojik bir mahiyet ka­zanmıştır. Aslında sorulan som aynıdır: Varlık nedir? Ancak bu kez yanıt değiş­miştir. Ortaçağ felsefesine göre asıl varlık yani töz ezeli ve ebedi olan, bütün var­lığın kendisinden kaynaklandığı, fakat kendisinin var olmak için bir başka varlı­ğa veya nedene gereksinimi olmayan, her türlü varlığa aşkın bir varlık, yani Tan­rıdır. Böylece Ortaçağ’da felsefe neredeyse tek bir alana, teolojiye yönelik bir bil­me edimine dönüşmüştür.

Ortaçağ’daki varlık felsefesinin doğasına ilişkin açıklamalara geçmeden önce, bu çağın bazı bakımlardan analitik olarak irdelenmesine gereksinim bulunmaktadır. Çünkü Ortaçağ tek bir kültür çevresinin belirlediği bir düşünsel zaman dilimine denk gelmemektedir. Zamandizinsel olarak genellikle 0 ile 1453 tarihleri arasında­ki zaman dilimine denk düşürülen Ortaçağ, aslında düşünsel ve kültürel olarak iki farklı ve birbirlerine birçok bakımdan karşıt iki kültürel çevreden oluşur. Yaklaşık olarak M.S. I. yüzyılın ilk çeyreğinde Hristiyanlığın ve M.S. VII. yüzyılın başların­da da İslâmiyet’in doğması, bu çağı özellikli bir hale getirmektedir. Dolayısıyla Or­taçağ düşüncesi büyük oranda bu iki din tarafından biçimlendirilmiştir. Varlık kar­şısında farklı vaziyet alışlarının bulunması dolayısıyla, her dinsel çevre farklı bir felsefe etkinliğinin gelişmesine yol açmıştır.

Bununla birlikte, her iki dinsel çevre daha başlangıç evrelerinden itibaren Grek düşüncesinin pek çok kavramlaştırmasıyla ister istemez karşılaşmış ve bir şekilde veya dinin temel kabulleriyle uylaşacak biçimde benimseme yoluna git­miştir. Kuşkusuz her büyük dönüşümden sonra yapıldığı gibi, her iki dinin kabul edildiği coğrafyalarda varlık dünyası yeniden tanımlanmıştır. Bunun bir gereği olarak Grek kavramları da yeniden tanımlanmış veya gerçek bağlamlarıyla uylaşımsal olmayan anlam yüklemeleriyle kullanılmışlardır. Başta Tanrı olmak üzere, insan, doğa ve evren bu değişimden payını almıştır.

Nitekim bu bağlamda konuya yaklaşıldığında, Hristiyan Ortaçağ’m ilk dö­nemlerinde yaşamış olan Tatianos’un (130-176) klasik felsefeye karşı büyük bir düşmanlık ve saldırganlık içerisinde olduğu görülmektedir. Ona göre, Yunanlılar bilim, felsefe ve sanat adına tüm bildiklerini başkalarından öğrenmişler ve özel­likle felsefeyi geliştirmeleri bir yana, tahrif etmiş ve yanlış kullanmışlardır. Bu bağlamda, Hristiyanlığın bütün doktrinlerden eski ve üstün olduğunu savunan Tatianos, Tanrı’nın bir olduğunu ve var olan her şeyin ilkesi durumunda bulundu­ğunu ileri sürmektedir. Onun için Tanrı, duyusal yoldan bilinemeyen tinsel bir gerçeklik, saf bir ruh ve nedeni olmayan nedendir (Cevizci, 1999, s.29).

Bütün bu anlatımlar Ortaçağ Hristiyan felsefesinin erken dönemde Grek bil­geliğiyle karşılaşmasına rağmen, yine de büyük ölçüde din ile kilisenin hizmetin­de olduğunu ortaya koymaktadır. Kendilerine kilise babalan adı verilen, Hristiyanlığı savunmak ve yaymak için çaba sergilemiş olan bu düşünürlerin çalışmaları sonucunda, felsefe bütünüyle dinsel bir kimliğe bürünmeye başlamış ve klasik dönem felsefesi yavaş yavaş ortadan kalkmaya yüz tutmuştur. Bunun yeri­ne Hristiyanlığın dogmalarını esas alan bütünsel, tutarlı ve sistemli bir öğreti oluşturulmaya başlanmıştır. Bunu gerçekleştirmeye çalışan ise Augustinus (354­430) olmuştur.

Augustinus’un çabalarıyla biçimlenmeye çalışılan Hristiyan Ortaçağ Felse­fesi, Grek ve diğer eski uygarlıklardan getirilmiş olan her türlü değerin Hristiyanlaştırıldığı bir anlayışa dönüşmüştür. Bu anlayış bir süre sonra skolâstik denen bir düşünsel platforma dönüşecek ve Rönesans’a kadar etkinliğini koruyacaktır. Sko­lâstik, öğretmek ve öğrenmek için işlenmiş, sistemleştirilmiş olan teolojidir. Bu düşünce temelinde felsefeye düşen görev de kuşkusuz bu anlayışla yakından ilin­tili olmak durumundadır. Buna göre felsefe, düşünsel aydınlanma yaratarak anla­mayı sağlayacaktır. Çünkü bilgeliğin düşünsel içeriği zaten kutsal kitap tarafın­dan sunulmuştur. Öyleyse duyguda ve kanıda sağlam ve tartışmasız olarak elde bulunan bu düşünsel içeriği felsefe düşünce ile açıklığa kavuşturmak ve kavram­sal olarak dile getirmekle yükümlü olacaktır (Gökberk, 1980, s.146). Duygu ve kanıda sağlam ve tartışmasız olan da, kuşkusuz ki, kutsal kitabın öğretileridir. Dolayısıyla da, skolâstiğin yöntem bakımından yapmak istediği, aklı vahyin doğ­rularına uygulayarak inanç konularını kavranılır yapmak ve vahye karşı akıl yö­nünde ileri sürülmüş olan itirazları karşılayabilmektir. Bunun için yapılması ge­reken temellendirmek ve çürütmektir; yeni bir şey bulmak değil (Gökberk, 1980, ss. 157-158). Augustinus’un dediği gibi, “inanmak için anlamak, anlamak için inanmak” (Jeauneau, 2003, s. 19) gerekir.

Görüldüğü üzere artık kilisenin ve dinin ortaya koyduğu doğrudan başka doğru aramak anlamsızlaşmış ve her şeyi Tanrı’ya bağlamak ve bu yolla temel­lendirmek tek geçerli yol haline gelmiştir. Bu şekilde Ortaçağ Hristiyan Dünya- sı’nda felsefe bütünüyle dinsel bir içeriğe bürünürken, buna karşılık Ortaçağ İs­lâm Dünyası’nda, Grek Dünyası’nda olduğu gibi, theoria yani salt bilgi olduğu için peşinde gidilen bir etkinlik olarak gelişmiştir.

Felsefe tarihi araştırmaları V. ve X. yüzyıllar arasında Batı’da Hristiyan Dünyası’nda kültürel bir çöküşün yaşandığını, buna karşılık Doğu’da İslâm Dünya­sı’nda ise yükselişin yaşandığını ortaya koymaktadır. Bu yükseliş dolayısıyla İs­lâm Dünyası o dönemde yalnızca felsefe için değil, aynı zamanda bilimsel araş­tırmalar ve bu araştırmaların sonuçlarının insan, doğa ve evrene ilişkin çeşitli problemlerin çözümünde kullanılması açısından da verimli bir ortam durumun­daydı. Özellikle VIII. yüzyıldan başlayarak önemli bir gelişme kaydeden İslâm Felsefesi Grek mirasına sıkı bir bağlılık içerisindedir. Hatta bu bağlılığın Hristiyan Ortaçağ’ıyla kıyaslandığında çok daha temel bir boyutta bulunduğu gö­rülmektedir. Bu nedenle Aristoteles’in yapıtları ve bıraktığı kültürel miras Hristiyan Dünyası’ndan çok daha önce etkili olmaya başlamıştır. Öyle ki Aristo­teles (M.Ö. 384-322), İslâm Dünyası’nda yetke olarak kabul edildikten çok son­ra Batı’da kabul edilebilir bir bilgin ve filozof haline gelebilmiştir. Üstelik bu be­nimsenmede İslâm Dünyası’nda yapılan çevirilerin büyük rolünün olduğu da bi­linmektedir (Aster, 1999, s.341).

Büyük ölçüde Hristiyan Ortaçağ Felsefesi’nden daha akılcı bir boyut taşısa da, doğası gereği Ortaçağ İslâm Felsefesi de çok büyük ölçüde ona benzerlik taşır. Her şeyden önce her iki felsefe de Tanrı merkezlidir. Tanrı’dan başlayarak, onun yarat­tıklarının en şereflisi kabul edilen insana ve en sonunda maddeye inen bir varlık dizgesi İslâm Felsefesi’nin de sorunsalını oluşturmaktadır. Bu bağlamda değerlen­dirildiğinde, İslâm Felsefesi’nde de özellikle Platon (M.Ö. 427-347), Aristoteles ve Plotinos (205-270) felsefeleriyle İslâm Dini’nin arasında olumlu bir bağ, başka bir deyişle uzlaşı olduğunu göstermek önemsenen bir konu olmuştur.

İslâm Felsefesi’ne göre, Tanrı bütün varlıklardan öncedir (kadim). Sonsuz ve sınırsızdır; bu anlamda başlangıcı ve sonu yoktur. Tek yetkin varlıktır. Bütün var­lığın yaratıcısı ve kendisi yaratılmamış, her şeyi bilen, duyan ve her şeyi gören­dir. Bu yüzden Tanrı ’nm bütün nitelikleri ancak akıl yoluyla anlaşılabilir.

 

Bilgi Nedir?

Daha önceden değinildiği üzere, bir şeyin bir şey olarak kavranılması anlamına gelen bilgi kavram olarak bir çeşitlilik göstermektedir. İlkçağ Grek felsefesinde, sanı, kanaat ya da inanç anlamına gelen doksadan farklı olarak, episteme doğru bilgi, bilimsel bilgi, ilk ilkelerden hareketle kanıtlanabilir olan zorunlu bilgi için kullanılan terimdir. Episteme, örneğin Platon’da, deneyden bağımsız, doğru, eze- lî-ebedî ve zorunlu apriori bilgiye karşılık gelir. Buna karşılık, epistemoloji ise bilgiyle ilgili problemleri araştıran, bilginin kaynağını, doğasını, doğruluğunu, sı­nırlarını inceleyen felsefe dalı anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, bugün yaygın olarak benimsenmiş olan bir diğer adlandırma daha bulunmaktadır: Bilgi kuramı. Bunun yanında, gnoseoloji (Grekçe; gnosis: tanıma, bilme), de kullanıl­maktadır. Fransızca ve İngilizce konuşulan ülkelerde genellikle epistemoloji, Al- mancada ise bilgi kuramı (Erkenntnistheorie) daha çok yeğlenmektedir (Diemer, 1999, ss. 163-164).

Geleneksel anlamda bilgi biliminin kapsamı içinde kalan klâsik problemler dört temel başlık altında toplanabilir (Cevizci, 1999, s. 307).

  1. Bilginin Olanağı Problemi: Bu problem içinde, bilginin hiçbir şekilde ola­naklı olmadığını savunan kuşkucu (sceptic) yaklaşım ile bilginin kesinlikle ola­naklı olduğunu savunan (gnostic) yaklaşım yer alır.


  1. Bilginin Doğruluğu Problemi: Bu problem içerisinde şu felsefe görüşleri yer almaktadır.
    • Bilginin doğruluğunun, düşünceyle gerçeklik arasındaki bir karşılıklılık­tan oluştuğunu savunan doğruluk anlayışı,
    • Bilginin doğruluğunun düşünceler arasındaki tutarlılıktan oluştuğunu sa­vunan doğruluk anlayışı,
    • Bilginin doğruluğunun bilginin apaçıklığından meydana geldiğini savu­nan doğruluk anlayışı,
    • Bilginin doğruluğunun yararlılığıyla, belli bir amaca hizmet etmesiyle belirlendiğini savunan doğruluk anlayışı,
  1. Bilginin Kaynağı Problemi: Bilginin kaynağında yalnızca akim bulundu­ğunu savunan, yetkin bilgi örneği olarak matematiği gören akılcılıkla, bilginin kaynağında yalnızca algının, deneyimin bulunduğunu savunan ve bilgi örneği olarak da doğa bilimlerini gören deneycilik, bu çerçeve içinde değerlendirilmek durumunda olan temel görüşlerdir.
  2. Bilginin Sınırları Problemi: Bu problem içerisinde şu görüşler yer almaktadır.
    • İçkin Epistemolojik İdealizm: İnsan varlığının, bilen öznenin bilgi süre­cinde, yalnızca kendi öznel duyu verilerini bilebileceğini, kendi zihninin, kendi içkin küresinin dışına çıkamayacağını kabul eden yaklaşım,
    • İçkin Epistemolojik Realizm: Bilen öznenin bilme faaliyetinde, kendi iç­kin küresinin ötesine geçip, nesnenin bizzat kendisine ulaşabileceğini savunan yaklaşım,
    • Aşkın Epistemolojik İdealizm: Gerçekten var olan nesnelerin bilginin kendilerine nüfuz edemeyeceği ya da ulaşamayacağı nesneler olduğunu ve bilgi­nin yalnızca görüngülerle, düşüncenin kendi kurgularıyla ilgili olduğunu savunan yaklaşım,
    • Epistemolojik Realizm: Bilginin gerçekten var olan nesnelere, gerçekli­ğin kendisine ulaşabileceğini savunan yaklaşım,

İnsanlar pek çok şey bilirler: Ne zaman kar yağacağını, ne zaman hasta ola­caklarını, mutlu veya mutsuz olacaklarını, Amerika Kıtası’m kimin keşfettiğini, İstanbul’u kimin aldığını, dairenin alanının m- olduğunu, Güneş’in her gün doğup-battığım vb. Bütün bunlar bilginin doğasının aslında karmaşık bir şey oldu­ğunu göstermektedir. Bilmek sözcüğü, bu yüzden değişik dillerde çok farklı an­lamlar taşımaktadır. Gerçekten de “bilmek” sözcüğünün yalın anlamı “tanımak­tır” ve dolayısıyla bu sözcüğe ve bu sözcükten türeyen sözcük gruplarına baktı­ğımızda “tanıma”, “onaylama”, “ikrar etme”, “tanınmış olma”, benzer şekilde “görmek”, ’’kavramak”, “anlamak” gibi pek çok sözcüğün bilmeyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Modem dil kuramı da, sözcüklerin ve sözcük gruplarının, kendi­lerine uygun düşen insani duyum ve davranış, içeriklerine göre genişliğine ve de­rinliğine karakterize olduklarını belirtmektedir. Bu bağlamda bilgi sözcüğünün yer aldığı birçok tümce yazmak olanaklıdır ve her birinde bilmenin farklı anlam­lar taşıdığı görülebilir (Diemer, 1999, s. 163). Bildiğim kadarıyla, haberim var, gerçekten biliyorum, onu tanıyorum, böyle olduğunu biliyorum, nasıl işlediği (yapıldığını) biliyorum gibi.

Bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde, bilgi biliminin ilk temel prob­leminin bilginin tanımıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Her bilgi anlayışında bil­gi olgusunun nasıl gerçekleştiği, bilginin doğası, kaynaklan ve sının sorunlan ele alınır. Bu bağlamda şu türden soruları da problem alanıyla yakından ilişkili ol­duğu görülebilir:

  • Bilgi nasıl elde edilir?
  • Kaynaklan nelerdir?
  • Kişisel deneyimin bilginin oluşumunda rolünün bulunduğu ileri sürülebi­lir mi?
  • Bilgimizin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz?

Bu soruların hem bilgi psikolojisi hem de bilgi mantığıyla yakın ilişkisi var­dır. Öncelikle, olguların sorgulanmasıyla, geçerliliğin sorgulanması birbirinden ayırt edilmelidir. Çünkü akla yeni bir düşüncenin nasıl geldiği sorusu bilgi man­tığının değil, bilgi psikolojisinin konusudur ve bu bağlamda bir önermenin nasıl savunulacağı, sınanabilir olup olmadığı ve bilinen diğer önermelerle mantıksal bağların ne olduğu sorunlarıyla da bilgi mantığı ilgilenmelidir. Böylece, idea- nın (bilgi) nasıl ortaya çıktığının araştırılmasıyla, onun mantıksal irdelemedeki yöntem ve sonuçlarının araştırılması arasında kesin bir ayırım yapılmış olur (Popper, 1998, s. 55).

Bütün bu açıklamalar bilginin var olanların tanınmasıyla ilgili bir kavramlaş- tırma olduğunu ve aslında her bilme durumunda bir şey (var olan her şey, olgu) hakkında yargıda bulunulduğunu göstermektedir. O yüzden hemen bütün felsefe kitaplarında bilgi bilenle bilinen arasındaki bir ilişkiden ortaya çıkan sonuç şek­linde tanımlanmaktadır.

Bilginin kaynağı konusu da nasıl elde edildiği konusu gibi felsefe çalışmala­rının odağında yer alan bir sorunsaldır. Bu konuda yaygın iki felsefe okulu bulun­maktadır: Deney ve Us. Bilginin kaynağının deney olduğunu savunan okula de­neycilik adı verilmiştir ve başlıca temsilcileri: Demokritos (M.Ö. 460-370), Epi- küros (M.Ö. 341-270), John Locke (1632-1704), Etienne Bonno de Condillac (1714-1780) ve David Hume’dür (1711-1776). Buna karşılık bilginin kaynağının us olduğunu savunan okula ise usçuluk denir ve başlıca temsilcileri Sokrates (M.Ö. 469-399), Platon (M.Ö. 427-347), Fârâbî (870-950), René Descartes (1596-1650), Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716), Baruch Spinoza (1632­1677), Immanuel Kant (1724-1804) ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel’dir (1770-1831).

 

Felsefe ve Diğer Disiplinler

Felsefenin çeşitli bilgi türleriyle srkı ve doğrudan bir ilişkisi vardır. Çünkü yukarı­da değinilen bilim, felsefe ve sanat gibi bilgi türlerinin hepsi, aslında aynı varlık dünyasını anlamaya, anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmaktadır. Diğer bir de­yişle bütün bilgi türleri araştırmayla bağlanılan tek bir dünyayı yorumlamanın fark­lı yollandır. Bundan dolayı bu disiplinler zaman içerisinde farklı düzeylerde etkile­şim içerisine girmişlerdir. Özellikle felsefenin diğer disiplinlerle tarihin hemen her döneminde ve her kültürde sıkı ilişkisinin olduğu görülmektedir.

Felsefenin tarih boyunca en fazla ilintisinin bulunduğu disiplin bilimdir. Bu iki disiplin entelektüel kültürün temel unsurudurlar ve aralarında tarih boyunca mahiyeti ve kapsamı değişiklik göstermekle birlikte, her zaman yakın bir ilişki olmuştur. Bu doğal görünmektedir, çünkü tarihin uzun bir dönemi boyunca nere­deyse iç içe geçmiş durumdaydılar. Özellikle Antik Grek Dönemi’nde filozof bi­lim adamı, bilim adamı da filozoftu ve bu anlamda bir ayrışmadan söz etmek bi­le neredeyse olanaksızdır. Örneğin Grek felsefesinin ve felsefe tarihinin büyükle­rinden birisi olan Platon, tartışmasız büyük bir filozofken, aynı zamanda ileri dü­zeyde matematik bilen ve hatta geometri bilmeyi Akademi’ye girebilmenin önko­şulu yapmış birsi olması dolayısıyla salt filozof veya salt bilim adamı olarak ay­rıştırmanın bir zorunluluk değil sadece bir keyfiyet olduğunu hatırlatan seçkin bir örnektir. Benzer bir durum Modem Bilim Dönemi’nde gözlemlenmektedir ve bu­rada özellikle doğa bilimlerinde ortaya çıkan büyük ve devrimci gelişmeler, bili­mi başlı başına anlaşılması ve açıklanması gereken bir problem alanı haline ge­tirmiştir. Bilimde meydana gelen büyük gelişmeler bilimin anlaşılmasını zorunlu kılınca, bu işi yapacak iki felsefe disiplini ortaya çıkmıştır: Bilim felsefesi ve bi­lim tarihi. Bu iki alandaki etkinlikler günümüzde de yoğun bir biçimde sürmek­tedir (Topdemir, 2008, s. 23). Öyle ki bilimlerde elde edilen dev gelişmeler sonu­cunda, sorudan çok yanıt önemli hale gelmeye başlayınca, ister istemez doğa kar­şısında artık salt spekülatif anlatım düzeyinde kalan felsefe de kendisini ister iste­mez yeniden tanımlamak gereğini duymuştur. Böylece doğrudan doğruya bilim ve felsefe arasında kurulan etkileşimli ilişki, bu dönemde bilim tarihi ve felsefe arasın­daki ilişkiye dönüşmüştür (Topdemir, 2008, s. 24).

Felsefenin iletişim halinde bulunduğu bir diğer disiplin de sanattır. Sanat da insan, doğa ve evren üzerine bir tür söylemde bulunmadır ve birçok açıdan ben­zerlik içerirler. Bu bakımdan her iki etkinlikte yöneldikleri sorunsalı kendi özgün yöntemiyle sorgular, anlamlandırır ve yorumlar. Ancak benzerlik bu iki etkinliğin birbirlerine indirgenmesini değil, aksine diğer entelektüel etkinlik alanlarından farklı olarak her ikisinin de özgül, özgün ve öznel yaratımın en güzel örnekleri olduğunu göstermesi bakımından anlam taşır.

Öznelliği ve özgüllüğü çok fazla olan bu entelektüel etkinlikten sanat, yarat­ma etkinliğini gerçekleştirme sürecinde, felsefenin aksine, doğrudan doğruya duygulara, sanatçının imgelem yetisine dayanır. Buna karşılık felsefe etkinliğinin doğası büyük ölçüde varlık karşısında eleştirel bir tutum almayı ve varlığı akim ışığında sorgulamayı öne alır. Ancak buradan hareketle sanatı salt güzel olanla sı­nırlı bir etkinlik olarak değerlendirmek doğru değildir. O da en az felsefe kadar gerçeğe katılmayı, gerçeği gözler önüne sermeyi ve insanda gerçek hakkında bir duygulanım yaratmayı amaçlamış bir etkinliktir. Başka bir deyişle sanatın en önemli kazanımı belki de akim yanında duyguya ve duygulanıma da kapı açma­sı, ona bir varlık alanı tanımasıdır. Bugün salt ussal bir etkinlik olduğu kabul edi­len bilimin bile akıl yanında, imgelem ve sezgi yetilerini kullandığı bilinmekte­dir. Ünlü bilgin Einstein’m (1879-1955) şu sözü yeterince aydınlatıcıdır: “İmge­lem bilgiden daha önemlidir” (Topdemir, 2008, s. 27).

Yukarıda değinildiği biçimiyle nasıl ki bilim ve felsefe arasında değişen ta­rihsel koşullara koşut olarak farklı etkileşimler söz konusu olmuşsa, felsefe ve din arasında da benzer etkileşimlerden söz etmek olanaklıdır. Örneğin Antik Grek’de politeist yani çok tanrılı bir dini sistem vardı ve bu sistemin eleştirisin­de felsefî düşüncenin özünü oluşturan fikirler doğmuştur. Bu dönemde dinin açıklamaları yetersiz bulunarak eleştirilmiş, akim ilkelerine dayalı bir düşünce sistematiğiyle insan, doğa ve evren anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde ortaya konulan düzenli evren (kozmos) kavramlaştırılması, yine akim ilkeleriyle uyum­lu olarak çalışan düzenli aklın (logos) inceleme konusu edilmiş ve logosun koz­mosu kavrayabileceği öngörülmüştür. Bununla birlikte, Ortaçağ’da felsefe nere­deyse din haline getirilmiş veya dinsel dogmaların açıklanmasının aracısı konu­muna itilmiştir. Modem Dönem’de ise bu kez tıpkı sanat alanında olduğu gibi, felsefe dini bir bütün olarak inceleme konusu yapmış ve bu bağlamda dinin anla­şılması için temel kavramlarını inceleyen, bu kavranılan temellendirmeye çalışan ayn bir felsefe dalı olarak din felsefesi geliştirilmiştir (Topdemir, 2008, s. 29).

Sonuç

İnsanın, kendi kendisiyle tanışması, diğer bir deyişle insanın kendisiyle yüzleş­mesi belki de var oluşun en heyecan verici anlarından birisini oluşturmaktadır. Çünkü örneğin durgun bir su yüzeyinde kendi yansımasını gören insan, bu say­dam ortam aracılığıyla kendi gerçek varlığıyla karşılaşmış olmaktadır. Bu özel andan itibaren bütün düşünce tarihini varlığıyla sarmalayan ünlü “Ben kimim?” sorusu artık sorulmak durumda kalmıştır. Bu som giderek çevre için ve en sonun­da daha geniş çevre demek olan evren için de aynı titizlikle sorulmuştur. Soruyu soran akıldır. Yanıtı veren de akıl olacaktır. Göreli olarak ilkel insanın oluşturdu­ğu bu monologun deyim yerindeyse insanın var oluşu kadar eski olduğunu söy­lemek yanlış olmaz. Bundan dolayı, eğer bu monologa felsefenin başlangıcı ola­rak bakılacak olursa, o zaman felsefenin insanın düş ve düşünce gücünün tarih içinde süregelen eşsiz bir serüveni olduğu ve bu bakımdan da bir devamlılığının bulunduğu anlaşılacaktır.

İlk anda bakıldığında herhangi bir işlevi ve bu anlamda sosyal bir bilim ola­rak felsefenin değerinin olmadığı duygusuna kapılabilinir. Ancak bunun doğru olmadığını belirtmek gerekmektedir. Çünkü felsefe her şeyden önce, insanın dü­şünsel dünyasında yarattığı büyük aydınlık ve yüksek kavrayış gücüdür. Bu kav­rayış gücü manevi doyumu ve insanın bu anlamda kendisine, çevresine, yakın ve uzak bütün insansal oluşumlara ussal bir bağlamda tutarlı bir bakış sergilemesini sağlamaktadır. İnsan bu büyük bakışın sayesinde örneğin demokrasiyi, insan hak­larım ve etik ve estetik yargılarını geliştirmeyi başarmıştır.

Felsefenin toplumsal düzeyde sağladığı bir diğer katkı da bireylerde yarata­cağı zihniyet değişimidir. Bunun en güzel örneği eleştirel zihniyetin bireylere ka­zandırılmasıyla topluma yansıtılmasıdır. Ancak bu yolla bir insan diğerinin yeri­ne kendini koyabilir ve tek bir gerçeğin olması gerekmediğini bazen farklı şekil­lerde de olayları değerlendirmenin gerektiğinin bilincine böylece ulaşılabilir. Öy­leyse felsefenin ciddi anlamda bir bilinçlendirmeye yol açacağı, bu temel alışkan­lıkları ve erdemleri gerçekleştireceği ve geliştireceği anlaşılmaktadır. Her şeyden önemlisi insanın kendisini, yaşamını ve içinde bulunduğu koşulları sorgulaması, gerektiğinde yaşamını derinden etkileyecek değişimlere gitmesi hep eleştirel zih­niyete sahip olup olmamasıyla ilişkilidir. Sokrates’in dediği gibi, “Sorgulanma­mış yaşam yaşanmamış demektir” (Palton, 1997, s. 33) yargısı da benzer kaygı­ların ürünüdür ve felsefenin bireysel yaşam açısından taşıdığı değeri göstermesi bakımından dikkate değerdir.

 

Kaynakça

Aster, E. von. (1999). İlkçağ ve ortaçağ felsefe tarihi. (V. Okur, Çev.). İstanbul: İm Yayıncılık.

Capelle, W. (1995). Sokrates’ten önce felsefe. (O. Özügül, Çev.). Cilt 2. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Cevizci, A. (1999). “Epistemoloji”. Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Para­digma.

Cevizci, A. (1998). İlkçağ felsefesi tarihi. Bursa: Asa Kitabevi.

Cevizci, A. (1999). Ortaçağ felsefesi tarihi. Bursa: Asa Kitabevi.

Diemer, A. (1999). “Bilgi Kuramı”, Günümüzde Felsefe Disiplinleri. (D. Özlem Derleyen/Çev.). İstanbul: İnkilap Kitabevi.

Gökberk, M. (1980). Felsefe tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Guthrie, W. K. C. (1988). İlkçağ felsefesi tarihi. (A. Cevizci, Çev.). Ankara: Gün- doğan Yayınlan.

Hall, Rupert A. (1985). The Révolution in science 1500-1750. London: Longman, London.

Heimsoeth, H. (1986). Immanuel Kant’ın felsefesi. (T. Mengüşoğlu, Çev.). İstan­bul: Remzi Kitabevi.

Jeauneau, E. (2003). Ortaçağ felsefesi. (B. Çotuksöken, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınlan.

Küyel, M. T. (1976). Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Felsefe Eylemi. Ankara.

Küyel, M. T. (1977). “Klasik, Skolâstik, Modem”, Klasik Çağ Düşüncesi ve Çağ­daş Kültür. Ankara: Ankara Üniversitesi.

Platon (1982). Gorgias, Diyaloglar 1. (M. C. Anday, Çev.). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Platon, (1986). Sofist ya da Varlık: Dil Üstüne, Diyaloglar 2. (Ö. N. Soykan, Çev.) İstanbul: Remzi Kitabevi.

Platon (1997). Sokrates ’in savunması. (A. Yardımlı ve D. Canefe, Çev.). İstanbul: İdea.

Popper, K. R. (1998). Bilimsel araştırmanın mantığı. (İ. Aka ve İ. Turan, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan.

Sahakian, W. S. (1990). Felsefe tarihi. (A. Yardımlı, Çev.). İstanbul: İdea.

Sarton, G. (1962). “The Quest for Truth: A Brief Account of Scientific Progress During the Renaissance”, Sarton on The History of Science, (Dorothy Stim- son, Ed.). Cambridge: Mass.

Störig, H. J. (1994). İlkçağ Felsefesi, Hint, Çin, Yunan, (Ö. C. Güngören, Çev.). İstanbul: Yol Yayınlan.

Topdemir, H. G. (2008). Felsefe, Ankara: PegemA.

Zeller, E. (2001). Grek felsefesi tarihi, (A. Aydoğan, Çev.). İstanbul: İz Yayınlan.

 

Summary

In this essay, philosophy and knowledge are dealt within historical and problema­tic context and a discussion is made aiming at the explanation of both themes. With this in mind, the question of “What is philosophy?” is dealt with first, and the responses are considered in various perspectives. Information about the the­me has been collected from texts on the history of philosophy, and comments on philosophy throughout the history, from the ancient times to the Modem Ages. It is concluded that philosophy is not an activity that can be confined to a definiti­on only but a continual search of recognition and definition.

Throughout the essay, the problem of knowledge is considered, especially the nature of knowledge is tried to be enlightened within historical perspective. Resources, limits, values and possibilities of knowledge are treated, and rationa­lism and empiricism, having affected those themes, have been evaluated. In conc­lusion, it is suggested that there is a close relationship between knowledge, the psychology of knowledge and knowledge logic. It seems inevitable to distingu­ish questioning of phenomena and questioning of validity. Consequently, it is concluded that knowledge is a conceptualization about recognition of the existing ones and in fact a decision is made on one thing (existing everything, phenome­non) in knowing situation, and therefore knowledge has been defined as the re­sult of the relationship between the knower and the known in the history of phi­losophy.

Furthermore, the relationship between philosophy and other disciplines are discussed. In order to enlighten this matter, the relationship between philosophy and science, art, and religion are studied. It is also suggested that the interaction of philosophy with each three disciplines has changed as the historical and soci­al conditions change and it is indicated that this interaction has been mutual.

Another theme studied is the social and societal functions of philosophy. Firstly, it is stated that the ones, who does not know anything about philosophy, feel that it has no function and value as a social science, yet this is not true. In this context, it is demonstrated that the philosophy creates a great enlightenment and high comprehension power in human intellectual world, and then this com­prehension power provides the human with spiritual satisfaction and having a consistent view to himself, his environment, all close and distant humane forms in a mental context.

 

Dipnotlar

[1] Antikçağ felsefesindeki töz konusuyla ilgili ayrıntılı bilgi edinmek için şu kaynaklara bakılabilir: Ernst von Aster, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, İstanbul 1999, ss. 18-77; H. J. Störig, İlkçağ Felsefesi, Hint, Çin, Yunan, Çeviren: Ömer Cemal Güngören, İstanbul 1994, ss. 190-221; Wilhelm Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe, Çeviren: Oğuz Özügül, İstanbul 1994 (İkinci cilt 1995); Eduard Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, Çeviren: Ahmet Aydoğan, İstanbul 2001, ss. 52-94; W. K. C. Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Çeviren: Ahmet Cevizci, Ankara 1988, ss. 33-80; Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Bursa 1998, ss. 13-50.

————————————————————-

[i] Türk Kütüphaneciliği 23, 1 (2009), 119-133

[ii] Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü, e-posta: [email protected]

Yazar
Hüseyin Gazi TOPDEMİR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen