M. Hayati ÖZKAYA
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul,
ortaya bu yazı çıktı… “
1462’de 18 yaşında Rusya devletinin tahtına oturan üçüncü İvan, taht dediğime bakmayın o zamanlar Rusya, Moskova prensliğinden ibaret bir yerdi ve Altın Orda (Altınordu) Devleti’ne bağlıydı, 1470’de, Kardinal Bessarion’un önerisiyle ikinci evliliğini İstanbul surlarında yaralanarak ölen son Bizans imparatorunun kızı Prenses Zoé Palailogos’la yaptı.
Bu evlilikle Prenses Zoé yeni bir isim kazanıp Sofiya adını alırken Üçüncü İvan da Rus halkının millî şuuruna, bundan böyle Bizans’ın vârisi biziz, fikrini yerleştiriyordu.
Devletini büyük devlet yapma duygusuyla ortaya çıkan Üçüncü İvan artık Büyük İvan’dır. Bizanslılara ait olan iki başlı kartal sembolü de artık bir Rus armasıdır. Bu büyük hayâl kısa bir zaman sonra bir gerçeğe dönüşür ve bütün Rusya’ya hükmeden Çarlık (Çar: Roma İmparatorlarına verilen Caesar- Sezar unvanının kısaltılmışıdır.) kurulur.
Gerçi bizim “Deli” diye adlandırdığımız, Rusların “Büyük Petro” dedikleri Çar Petro bu unvanı “imparator” olarak değiştirmişse de Çarlık, 1917 Bolşevik ihtilaline kadar devam eder.
Sonrası malumunuz ne çarlık kalır ne çar ancak hiç değişmeyen ve hep var olan bir şey nefes alıp vermeye devam eder. III.İvan’la başlayan “Bizans imparatorluğunun vârisi biziz” fikri; çağlar, devirler değişse bile Rus milletinin şuuruna yerleşen bir büyük hedef olarak ortada, sapasağlam kalır. Bugün de aynı hayâl ve rüyayla yaşamaya devam etmekteler. Neyse bugün, yine bugün olarak burada kalsın da biz düne dönelim.
1672-1725 yılları arasında yaşayan Deli Petro’nun, Wilson ilkeleri gibi on dört maddelik vasiyetnamesinin özelikle bizi yakından ilgilendiren 5.,8. ve 12. maddelerini özetleyerek bir bakalım, adam deli midir, akıllı mıdır bir görelim:
5. Madde: Türkleri Avrupa’dan atmalıyız, İstanbul’a varmalıyız.
8. Madde: İstanbul’u ve Hindistan’ı elinde tutan devlet Avrupa’nın hâkimi olur. İran’ın çöküşü hızlandırılmalı, İran körfezine kadar sızmalı, Suriye vasıtasıyla Şark ticareti canlandırılmalı. (Şimdi anlaşılıyor mu Rusya bugün neden Suriye’de?)
12. Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan Ortodoksları kendimize bağlamalı, onlara ruhani önderliğimizi kabul ettirmeliyiz. Böylece Osmanlı kendiliğinden boyunduruk altına girecektir.[1]
Gördüğünüz gibi Deli Petro’nun inci taneleri gibi sıralanan bu parlak fikirleri maalesef asırlardır bütün parlaklığıyla karşımızda durmakta, biz de seyretmekteyiz. Bizans’ı yeniden diriltmek fikri, sadece Rusya’yı yöneten İvanların ya da Deli Petroların değil anlı şanlı kalem erbaplarından Dostoyevski’nin de ulaşmak istediği hedeftir.
Şimdi hiç öyle şaşkınlık figürleri çizip vay be, Allah Allah filan demeyin! Gelin biraz da Suç ve Ceza’ya imza atan bu ünlü kalemi takip edelim:
“Elli iki yaşındayken vatanına dönme hakkını kazandı. Kitapları bu konuda ona yardımcı olmuştu; Turgeniyev, Tolstoy arka plana geçmişti; Rusya artık yalnız Dostoyevski’ye çevirmişti gözlerini. Bir Yazarın Günlüğü,onu ülkesinin sözcüsü hâline getirmişti.”[2]
Bir Yazarın Günlüğüile ülkesinin sözcüsü hâline gelen bu ünlü yazar, dergisini 1876’daçıkarır. Haftalık gazeteler boyutunda ve her ayın son gününde yayınlanan bu dergi için, her ne kadar Dostoyevski “Bu bir dergi değil, günlüktür.” dese de bu dergide, dönemin toplumsal ve siyasal olaylarına yer verdiği apaçık görülür.Bu yazılarda bambaşka bir Dostoyevski vardır. Keskin dili ve güçlü kalemiyle Zweig’ın dediği gibi âdeta Rusya’nın sözcüdür. Hem Rusya’nın hem de dergisinin sözcülüğünü yapan bu ünlü kalemin, abone olduğu derginin adresine ulaşmadığından yakınan bir okuruna, verdiği şu cevaba bir bakalım:
Saygıdeğer Beyefendi,
Abonelerimizden, özellikle bu yılın başında sık sık böyle şikâyetler aldığımızı üzülerek bildiririz. Abone defterlerini incelediğimizde sayıların abonelere çoktan gönderildiğini öğreniyoruz, yolda kayboluyor demek. Abone sayılarıyla karşılaştırdığımızda bu aksaklıkların az olduğunu görüyoruz, ama olduğu gerçek, sadece bizde değil, diğer yayınevlerinde de oluyor. Genelde aboneleri rahatlatmak için, açıklamaya gerek görmeden bir sonraki sayıyı gönderiyoruz: Kaybolan sayıyı bulmamız kolay değil. İşler yılın ortasına doğru bir düzene girecek, yıl sonuna kadar da bu aksaklıkların hiç yaşanmayacağını umuyoruz.
Ama siz sayın beyefendi, her türlü olasılık varken, sayının size ulaşmamasını doğrudan yazı işlerimizin hatasına bağlıyorsunuz. Mektupta kullandığınız üsluptan, özellikle “bir zaman sonra dergiyi bana göndermeyi düşünüyorsanız vs…” deyişinizden anlaşılıyor bu. Yazı işlerimizin bilinçli olarak derginizi alıkoyduğunu düşündüğünüz bu sözlerinizden açıkça belli oluyor.
Dergiyi ne zaman alacağınız konusunda artık endişelenmenize gerek yok, çünkü 2 ruble 50 kapikinizi adresinize gönderiyor, daha fazla endişelenmemenizi istiyoruz.”[3]
Der ve adamın aboneliğini bitirir. Dostoyevski, bu kadar net, bu kadar eyvallahsız olmasının sebebini, “Eğer hedefine doğru giderken yolda durup sana her havlayan köpeğe taş fırlatırsan, hiçbir zaman hedefine varamazsın!”diyen bir Türk atasözüne bağlar ve bu sözü kendisine rehber edindiğini söyler.
Bu söz ne kadar bizimdir bilemem, bir Türk atasözünü kendisine rehber edinmesini de hiç anlamış değilim. Niye mi? Çünkü bu dergide bizimle ilgili düşüncelerini ortaya koyarken bize karşı oldukça acımasız ve zalimdir. Onun gözünde Türk, âdeta kahrolası bir varlıktır. Örnek mi istiyorsunuz, o kadar çok ki, işte size dikkatinizi çekecek belki de sizi biraz sinirlendirecek bir örnek:
1876 Eylül’ünde yazdığı “Cüppeler ve Sabunlar”[4]adlı yasında Şark Meselesikonusunda Türklerin Asya’ya sürülmesi hâlinde dünyada bir karışıklığın ortaya çıkacağını belirten bir yazıyı, dış basında okuduğunu söyleyen Dostoyevski, bu düşüncenin ne kadar saçma olduğunu, Türkleri Asya’ya sürmeden de işin içinden kolaylıkla çıkılacağını açıklar. Misal olarak da Kazan Hanlığı’na nasıl son verildiğini anlatır:
“Kentler, kasabalar ele geçirilir geçilmez, hemen Kutsal Meryem’in tasvirleri taşındı, kurulduğundan bu yana ilk kez Kazan’da Hıristiyan duaları okundu. Sonra Ortodoks tapınağının ilk temelleri atıldı, Kazan halkının elindeki silahlar titizlikle toplandı, başında bir Kazan Han’ı olmak üzere Rus yönetimi getirildi. İşte bu kadar, bunlar inanılmayacak kadar kısa sürede gerçekleştirildi.
Bir süre geçtikten sonra Kazanlılar bizlere cüppe, sabun satmaya başladılar (bu ticaretin bir düzene göre yapıldığını sanıyorum, yani önce cüppe, sonra da sabun…). Evet, mesele bu şekilde sonuçlandı.” der ve devam eder:
“İstanbul’a girildiğinde önce, hiç zaman geçirmeden kutsal Sofya’da Hıristiyan duaları okunur, sonra patrik Sofya’yı yeniden kutsardı;Moskova’dan, sanırım aynı gün bir çan yetiştirilir ve gerektiği gibi bir de sultan getirilirdi ve her şey bu şekilde sonuçlanırdı.”
İşteKaramazof Kardeşlerinbu ünlü yazarı, aynı dergide 1877’in Mart’ında yayımlanan bir başka yazısında da“İstanbul Er ya da Geç Bizim Olacak”[5]der:
“Geçen yıl, haziran Günlüğümde “İstanbul er ya da geç bizim olmalı” diye yazmıştım. Ne coşkulu, ne şanlı günlerdi: Bütün Rusya, ruhuyla, yüreğiyle ayağa kalkmış ve “gönülden” din kardeşlerimiz için, akıtılan Slav kanı için gâvura karşı, İsa’ya, Ortodoksluğa hizmet aşkıyla harekete geçmişti. O sayıda “Ütopik Tarih Anlayışı” başlıklı bir yazım yer alıyordu;bu sözlerime derinden inanıyor, ütopya olarak görmüyordum. Şimdi bu sözlerimi tümüyle doğrulamaya hazırım. Bakın, İstanbul’la ilgili neler yazmışım:
Evet, Haliç ve İstanbul bizim olacaktır, bir kere, kendiliğinden gerçekleşecek bu, öncelikle zamanı geldiği içindir;eğer şu an zamanı henüz gelmemişse de, gerçekten çok yakındır, belirtileri bunu gösteriyor;daha önce gerçekleşmemişse zamanı gelmediği içindir.
Şimdi (demiştim), evet, şimdi başkentini taşımamak koşuluyla Rusya, İstanbul’u ele geçirebilir. Petro döneminde de, Petro’dan uzun zaman sonra da bu yapılamazdı zaten. Şimdi Çarigrad bizim olabilir…
“Evet, Rusya’nın kadim arması üzerine İstanbul’un çift başlı kartalını koyan III. İvan’dan beri kendisine hedef seçtiği ve kuşkusuz Büyük Petro’dan sonra belirginleşen ve fiilen Ortodoksluğun da, Ortodoks halkların da gerçek ve tek koruyucusu durumuna geldiği zaman Rusya’nın üstleneceği rol budur.”
“Barışla İlgili Söylentiler…”[6]adlı yazısında da Dostoyevski, kendine göre akla mantığa uygun olmayan barışla ilgili birtakım sözlere ve ileri sürülen düşüncelere karşı çıkar ve tavrını çok açık biçimde ortaya koyar. Bakın bu yazısının bir yerinde şöyle der:
“İstanbul bizim olmalıdır, evet, İstanbul Ruslar tarafından fethedilecektir, Türklerden bize sonsuza dek geçecektir. Kısacası, sadece bize ait olmalıdır, sahip olduktan sonra biz bu kente Slavları ve sonra kimi istiyorsak onları sokacağız, ayrıca geniş temeller üzerinde, ama bu kent Slavlarla beraber federatif bir sahiplenme olmayacaktır. Kendi aralarında bir Slav federatif birliğinin yüz yılda bile kurulamayacağını düşünmeniz gerekir. İstanbul’a, Boğazlara ve körfezlere sadece Rusya sahip olacaktır. İstanbul’da bir ordu ve filo bulundurulacak, kaleler, tabyalar inşa edilecektir; uzun, çok uzun bir süre bu önlem sürdürülecektir.”
Evet, Budala’nın,Delikanlı’nın, İnsancıklar’ın müellifi olan bu ünlü kalem günlüğündeki yazılarıyla Türk yurtlarına doğru yalınkılıç böyle hücum ederken bakın işte “Savaş: Biz Herkesten Güçlüyüz” [7]adlı yasında da ne kadar ateşli ve iştahlıdır:
“Bu savaş bize gereklidir; Türklerin zulmü altında ezilen “Slav kardeşlerimiz” için değil sadece, kendi kurtuluşumuz için biz de bu savaşı başlatacağız: Savaş, çürümüşlüğün batağında tinsel acılar içinde otururken soluduğumuz o zehirli havayı temizleyecektir.” derken ilginçtir, barışın insanlık için kimi zaman bir felaket olduğunu âdeta haykırır.
Bu ünlü yazarın hayat hikâyesini okuduğumuzda Türklerle alıp veremediği, şahsi herhangi bir hesaplaşmasının olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Peki, o hâlde Türklere karşı neden bu kadar acımasız davranmaktadır? Bence bu sadece Dostoyevski’ye ait bir problem değildir. Bu Slav ırkının şuuraltına yerleşmiş tarihin derinliklerinden gelen bir olgudur. Bu şuuraltı nesillerden nesillere intikal ediyor ve kendini gösterecek müsait bir zemin bulduğunda da hemen ortaya çıkıyor. Bu, tarihin tespit ettiği bir gerçektir.
Bu geçeğe Dostoyevski’nin 1876’larda Bir Yazarın Günlüğü’ndeki yazılarında rastladığımız gibi Ömer Seyfettin’in 1918’de yazdığı Nakarathikâyesindeki Bulgar kızının söylediği şarkılarda da rastlarız. Ne diyordu mavi gözlü, güzel Bulgar kızı: “Naş naş / Çarigrad naş…”[8]
İşte size iki örnek, ikisinde de Slav ırkının şuuraltında yatan “Bizans’ın vârisi biziz fikri” bütün çıplaklığıyla durmakta. Peki, Türk’e olan bu sevgisizlik sadece onlarda mı var? Hiç sanmam! Öyleyse dur ve düşün!
***
Önemli bir hatırlatma:
Kısacık ömrünü Türk’e, Türkçeye ve Türk kültürüne adayan, yüzü aşkın hikâyeye imza atan, çeviriler ve makaleler kaleme alan edebiyatımızın çok değerli kalemi Ömer Seyfettin için devletimizin etkili ve yetkili makamlarından, Kültür ve Millî Eğitim Bakanlarımızdan küçücük bir isteğim var: Acaba ölümün yüzüncü yılı münasebetiyle 2020 yılını Ömer Seyfettin yılı ilan edip yurt genelinde birtakım faaliyetlere öncülük ederler mi?
DİPNOTLAR
[1]Siyasi Vasiyetnameler, Refik ÖZDEK, Boğaziçi Yay. İst. 1975,s. 160
[2]Üç Büyük Adam, Stefan ZWEİG,Tur Yay.Ank. 1975, s.34
[3]Bir Yazarın Günlüğü, DOSTOYEVSKİ, Çeviri: Kayhan YÜKSELER, İst. YKY,2009,s.952
[4]DOSTOYEVSKİ a.g.e 674
[5]DOSTOYEVSKİ a.g.e 957
[6]DOSTOYEVSKİ a.g.e 1362
[7]DOSTOYEVSKİ a.g.e 1008
[8]Naş naş / Çarignad naş: Bizim olacak, bizim olacak, İstanbul bizim olacak…