Nejdet KOÇAK ve Kerkük Ağıtı

Yavuz Bülent BAKİLER

1959 yılında, Ankara Hukuk Fakültesinin üçüncü sınıfında idim. Aynı  zamanda Milli Türk Talebe Birliği’nde; Kültür ve Edebiyat Kolu Başkanıydım.

Bir gün, Birliğin Anafartalar Caddesindeki genel merkezine sessiz, sakin tavırlı bir delikanlı geldi. Bana Kerküklü olduğunu ve ziraat fakültesinde okumak için Türkiye’ye geldiğini söyledi. Sohbet etmeye başladık. Kerkük katliamından bahsetmeye başladı ve adeta nefesimi kesen dehşetli fotoğraflar gösterdi:

Sokaklarda elektrik direklerine çırılçıplak soyularak asılan kimseler. Ayrı istikametlere giden arabaların arkasına, bacaklarından bağlanarak ikiye bölünen kimseler. Kafası parçalanan insanlar ve Türkler tarafından yapıldığı için yıkılan Taş Köprü’ye ait fotoğraflar ve adeta canavarlaşan Araplar tarafından Müslüman Türklere karşı Kerkük’te işlenen başka cinayetler?

O delikanlı, Kerküklü Nejdet Koçak idi. Anlattıkları adeta kanımı dondurdu. Öyle sanıyorum ki, 1959 yılında yaşanan Kerkük katliamı üzerine ilk ağıtı ben yazdım:

KERKÜK AĞITI

-I-

Bütün minarelerde sustu ezan sesleri

Artık, yaşamak zordu.

Zehir zıkkım bir rüzgâr esiyordu Irak’tan

Ölüm, sokaklarda kol geziyordu

Bir gece Kerkük’te vurdular beni 

Geçti sokaklardan bir kızıl ordu. 

İslam’ı ve Türk’ü vuruyordu kurşunlar 

Peygamber kabrinde ağlıyordu.

Bütün Hadis-i Şerif’ler, Ayet-i Kerime’ler 

Yüreğimdeki kordu.

Ama çıplak ayaklı ve çıplak kafalı adamlar 

Beni sokak sokak sürüklüyordu.

Benim kafam kanıyordu kaldırım taşlarında 

Evim barkım yanıyordu.

Ve benim cesedim, kanlı bir bayrak gibi 

Demir direklerde sallanıyordu. 

Artık yaşamak zordu.

Ölüm sokaklarda kol geziyordu.

Evim barkım yanıyordu 

Peygamber kabrinde ağlıyordu 

-II-

Vurdular mı Atâ Beyi arkadan

Yıktılar mı Taş Köprü?yü bir gece

İçimde her sabah şimdi gizlice

Efkârdır, hasrettir durmadan akan.

Bir gömlek yaptırsam Bursa şalından

Semerkant?tan nakış koysam üstüne. 

Bir şeyler getirsem dünden bu güne 

Çeksem kılıcımı gümüş kınından.

Ok alsam, hedefi ikiye bölen 

Bir kara börk olsam yiğit başlarda

Karda, kıyamette, tipide, karda 

Türkü olsam dudaklarda söylenen

Ses versem bir sabah Bozkurt sesine 

Aksa yollarına içimdeki kan?

Ya tutup kaldırsam sizi oradan 

Ya düşsem toprağa erkekcesine!

*****

Onu bir gün olsun öfkeli görmedim. Ağzından bir kere olsun kötü söz duymadım. Hep dikkatle dinleyen, etrafına karşı son derece saygılı olan bir inceliği vardı. “Bir insan ancak bu kadar halim selim, bu kadar ölçülü ve terbiyeli olabilir!” derdim.

1963 yılında, Ankara’da, Türk Ocağı salonunda ilk defa yapılan bir Kerkük Gecesi’ni onunla birlikte hazırladık. Yanımızda rahmetli Necmettin Esin ağabeyimiz de vardı; Abdurrahman Kızılay, Yalman Paşaoğlu, İzzettin Kerkük kardeşlerimiz de… Kerkük’ün meşhur ses sanatkârı Abdulvahid Kuzecioğlu’nun okuduğu türküler, dinleyenleri âdeta büyülemişti.

Galiba bir yıl sonra, Ankara’da, bu defa Turan Lokantasında ikinci bir Kerkük Gecesi’ni yine Necdet Koçak’la birlikte düzenlemiştik. Kerkük Türkü’nün sesini Türkiye’nin başkentinde duyurmak, Kerkük’ün nerede olduğunu bilmeyenler veya Kerkük’le Kelkit’i birbirine karıştıranlara yüzü al al yanarak açıklamalarda bulunmak, Necdet Koçak’ın bitmez tükenmez gayretleri arasındaydı.

1960’lı yıllarda, Ankara’da, sık sık yapılan Türk halk oyunları gösterilerine ilk defa bir Kerkük ekibi hazırlayarak sokan odur. Tam bir tarih şuuruyla yaşayan; dilin, dinin, edebiyatın, türkünün, oyunun millet hayatındaki büyük önemini bilen zarif bir gönül adamıydı.

Hadise bugünkü gibi aklımdadır: Bir gün Ankara’da, Maltepe Camii’nde bir öğlen namazını birlikte kılmıştık. Dışarıya çıktığımızda bana Kerkük’e gitme hazırlığı içinde olduğunu söylemişti. İçimde sanki bir damar kopmuştu:

– Sakın gitme, demiştim. Bu Baasçılar Türk düşmanlığını âdeta bir din hâline getirdiler. Sana zulmedeceklerinden korkuyorum! Sakın gitme! Bu Saddam’ın ne yapacağı belli olmaz!

Verdiği cevap hep aklımdadır: “Olur mu hiç ağabey! Irak’taki çocuklarımızı, kardeşlerimiz nasıl sahipsiz bırakabiliriz? Kerkük’ü ikinci bir Kıbrıs durumuna düşürmemeliyiz! Ben gitmek mecburiyetindeyim. Tahsilim bittiğine göre doğduğum topraklara dönmeliyim artık!

Söylediği gibi yaptı. Türkiye’de iken evlenmişti. Eşi Ayten Hanım Türkiye Türklerindendi. Bir gün el ele verip Irak’a gittiler. Necdet Koçak ilim dünyasında bir kürsü sahibi olmak istiyordu. Bu bakımdan Bağdat’a yerleştiler. Birkaç yıl sonra onun Bağdat’ta Ziraat Fakültesinde doçent olduğunu duyunca çok sevindim. Karamsarlığım dağıldı. Ah ne kadar hazin! Sevincim uzun sürmedi.

Bir gün onu kürsüsünden alıp götürdüler. Sonra bir Ebu Leheb vahşetiyle karşısına dikilip sordular:

-Söyle bakalım bize! Sen Bağdat Üniversitesinde neden Türkçe konuşuyorsun?

-Bütün derslerimi Arapça anlatıyorum. Türkçeyi ise zaman zaman odama gelen Türk asıllı öğrencilerle konuşuyorum. Dört duvar arasında 3-4 kişiyle Türkçe konuşmanın ne gibi bir mahzuru olabilir?

-Onlarla niçin Arapça konuşmuyorsun? Senin maksadın ne? Burada Turancılık mı yapmak istiyorsun? Türkiye Cumhuriyeti seni buraya casus olarak mı gönderdi?

-Benim ana dilim Türkçe olduğu için Türk asıllı öğrencilerle ders dışında Türkçe konuşuyorum. Bağdat’ta Türkçe konuşmayı yasaklayan bir kanun da yoktur sanıyorum. Turancılık, bütün Türkleri bir bayrak altında toplamak idealidir. Bu işi ancak büyük devletler, çok kuvvetli ordularıyla birlikte savaşarak yaparlar. Benim üzerimde bir cep çakım bile yok! Koskoca Türkiye Cumhuriyeti bile Turancı değil! Tek başıma ben mi, Türkçe konuşarak mı, bütün Türkleri bir bayrak altında toplayacağım? Mümkün olabilir mi?

Sonra casusluk da ne demek? Ben niçin casusluk yapayım? İşte, devlet güçleri elinizde. Ben neyin casusluğunu yapmışım? Kime ne söylemişim? Hangi devlet sırrını öğrenmeye çalışmışım?”

Söylediklerine inanmadılar. Tutup zindanlara attılar. Zincirlere vurdular. Vakit namazlarını kılmasına bile izin vermediler.

 Aradan uzun ve çileli aylar geçti. Onu bırakmadılar. Zulüm mahkemeleri kurdular. Tehditler savurdular. Eşi Ayten Koçak çaresizdi. Yapayalnızdı. Endişeliydi. Yakınları ona yardımcı olmak istediler;

-Sen mutlaka Saddam Hüseyin’e çıkmalısın! Yapılanları ona anlatmalısın! Seni dinleyeceğine ve yardımcı olacağına inanıyoruz. Böyle sessiz sedasız kalmak doğru değil, dediler.

Ayten Koçak çaresizdi. Bin bir zorluğa göğüs gererek bir gün Saddam Hüseyin’in huzuruna çıktı: “Allah rızası için kocamı bıraktırın, dedi. O, karıncayı bile incitmek istemeyen bir insandır. Türkçe konuşması hem Türk olmasından, evinde Türkçe konuşmasından hem de yüksek tahsilini Türkiye’de yapmasından ileri geliyor. Bir kasıtla Türkçe konuşması mümkün değil! Onun çıkmasına emir verirseniz alır götürürüm. Artık buralarda bırakmam. Hemen götürürüm, hemen, Türkiye’ye hemen! Siz de rahat edersiniz, biz de!..

Saddam Hüseyin gülümsedi:

– Peki, dedi. Ben de söz veriyorum sana. Yarın kocanı teslim edeceğiz sana! 24 saat içinde onu yanında bulacaksın!

Ayten Koçak dünyalar kadar sevindi. Çıkıp evine geldi. Bir koç alıp kesmeyi, etini fakir fukara insanlara dağıtmayı düşündü. Eşini yanına alıp Türkiye ye dönmeyi plânladı. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi.

Güneş Bağdat’ı çoktan ısıtmaya başlamıştı. Ayten Koçak hâlâ bin bir tahayyül içindeydi. Bir kapı ziliyle hülyalarından sıyrıldı. Kapıya koşarak gitti. Resmî kıyafetli iki zindan nöbetçisi gülümseyerek ona bakıyordu: “Bugün sana kocanı teslim edeceğimize dair söz vermiştik. Artık onu alıp istediğin yere götürebilirsin!”

Ayten Koçak zindan bekçilerinin boynuna atılmamak için kendini zor tuttu. Demek Saddam Hüseyin verdiği sözü tutmuştu. Demek sevgili Necdet Koçak yeniden yuvasına dönüyordu.

Artık sıra kendisindeydi. Mahkûm ve mahzun kocasını alıp vakit kaybetmeden Türkiye’ye dönmeliydi. Hemen dönmeliydiler. Hemen, hemen, hemen! Birkaç gün içinde Bağdat’tan ayrılmalıydılar. Kurbanı keser kesmez yola çıkmalıydılar!

Ayten Koçak zindan bekçilerine sevinçle sordu;

– Nerede, dedi. Nerede şimdi Necdet’im!

– Aşağıda, dediler yumuşak bir sesle. “Senin inmeni bekliyor!”

Necdet Koçak’ın sevgili eşi, merdivenleri üçer-beşer atlayarak aşağı indi. Dış kapının biraz ilerisinde, pencereleri demir kafesli hantal bir cezaevi arabası duruyordu. Ona, kamyonetin arka kapısını rahat bir yüzle açtılar.

Ayten Koçak birkaç adım attıktan sonra donup kaldı. Gördüklerine inanamıyordu. Gözleri kocaman kocaman açılmıştı.

– Allah’ım o, Allah’ım o, diye hıçkırmaya başladı.

İmbikten geçirilmiş gibi tertemiz Necdet Koçak’ın, o güzel, o çileli, o mümin Necdet Koçak’ın darağacından yeni indirilmiş ve daha soğumamış cesedi cezaevi arabası içinde upuzun yatıyordu.”

Yazar
Yavuz Bülent BAKİLER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen