M. Hayati ÖZKAYA
Eski çağların ormanlarında, çok eski bahçelerde,
Unutulmuş kuşlar vardır, ben bilirim,
Yaklaşırlar bana, yalnız bana, allı pullu kanatlarla, ninnilerle, ağıtlarla,
Boştur ama boş; bittiği yerden başlar,
Daha da dikleşerek yokuşlar,
Tanrı üfleyivermiş gibi söner de güneş,
Erir gider avucuma kondu, konacak sandığım kuşlar…
Yedi mısrasını okuduğunuz bu metin, yirmi sekiz mısralık bir şiirdir ve şairi de Akşehirli Tarık Buğra’dır. Adı mı? “Hatırlanmak” yani bir çeşit unutulmamaktır.
Fıkralarıyla bizleri güldürürken düşündüren Nasrettin Hoca’nın memleketinde, 2 Eylül 1918’de dünyaya merhaba diyen Tarık Buğra, Türk edebiyatının unutulmaz ve unutulmayacak bir yazarı olur.
Yazarlık ona göre bir kartvizite yazılacak en muhteşem meslektir. Bu muhteşem mesleğe sahip olabilmek için ya da yazarak yaşamak için kaydını yaptırdığı Hukuk, Tıp, Edebiyat fakültelerini âdeta elinin tersiyle bir kenara iter; çünkü onun için “Yarın Diye Bir Şey Yoktur”o, hiç vakit kaybetmeden hemen kaleme sarılmalı, kâğıtla dost olmalıdır. Öyle de olmuştur. Gazetelerde ve dergilerde yazdığı yüzlerce yazı, onlarca kitap onun bu mesleği ne kadar çok sevdiğini, ne derece güzel başardığını gösteren en sağlam delillerdir.
“Ben insanın hürlüğüne, tekliğine, yaratıcılığına, güzelliğine inanıyorum; insanın kalıba dökülemeyeceğine inanıyorum. Üstün niteliklerini ve yeteneklerini ancak hür ortam ve düzende koruyup geliştirebileceğine inanıyorum.” [1]
diyen Tarık Buğra, henüz lise yıllarındayken üstün yeteneğini ortaya çıkarmaya karar verir ve “yazar olacağım,” der. Yazarlığa talip olmanın getireceği birçok sıkıntıyı da peşin peşin göğüslemeye hazırdır. Ve der ki: “Yazarın mekânı, tavan arasıdır, kaderi yarı aç, yarı tok yaşamaktır.” Tam bir romantiktir o sıralar ve sanat sanat içindir ilkesini savunanlardandır. Bu durumu Bitmemiş Senfoni’sinde bütün samimiyetiyle“O günler büyük ve gerçek, çünkü büyük kuvvetlere meselâ sanata ve insanlık sevgisine, çünkü sanata inanış günleri idi”şeklinde ilan eder.
Ardında da aynı samimiyetle bir itirafta bulunur: “Yazarlığımı kabul ettirmek için kırk beş yaşına kadar direnecek, baktım ki başaramıyorum veya başaramayacağım ve bedenim yokluğa, zora dayanamayacak hâle geliyor, bir “eyvallah “ çekip “işte geldik, işte gidiyoruz, şen olasın Halep şehri” diyerek dünyanıza vedâ edecektim.[2]
Etmedi, edemedi… Çünkü kalemle kâğıt arasında bu bitip tükenmeyen garip talih oyununu Tarık Buğra’nın kalemi kazandı.
1948 yılında Edebiyat Fakültesi’nde çıkarılan Zeytin Dalıadlı bir dergi için hocası Doç. Dr. Mehmet Kaplan’ın isteği üzerine Kekik Kokusu’nu yazar. Ancak yazdığı hikâye beğenilmez. Mehmet Kaplan, çok açık bir şekilde “Sen hikâye yazamazsın!” der, demesine de elinde başka bir hikâye olmadığı için yine de yayımlar Kekik Kokusu’nu.
Tarık Buğra’da bu söz, bu, “Sen hikâye yazamazsın!” sözü öylesine etkili olur ki hemen o akşam, sanki Kaplan’a inat ikinci hikâyesini, ona yazarlığın kapısını açacak, Yunus Nadi Hikâye Yarışmasında ikincilik ödülünü kazandıracak olan Oğlumuz’u yazar. Tarih 18 Şubat 1948’dir ve işin tuhafı bu hikâyeyi yazdığı sıralar henüz evli de değildir…
Tarık Buğra kendisiyle yapılan bir röportajda, hikâyeciliği ile ilgili konuşurken: “Her şeyden önce hocam ve dostum Kaplan’a teşekkür borcumu tekrarlamalıyım, onun beğenmeyişidir, gözü romandan ve piyesten başka bir şey görmeyen delikanlıyı hikâyeci yapan.”der.[3]
Oğlumuz’la başlayan başarı, şöhret ve yazarlık serüveni, Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı Çınaraltı’nda yayımlanan hikâyeleri ve bu hikâyelerin karşılığında kazandığı paralar onun hayatında geçici de olsa hiç de küçümsenmeyecek büyük zenginliklerdir. Bu, Tarık Buğra’nın hayatında bir dönemeçtir.
Bu dönemeç bir süre sonra onun yolunu Bâb-ı Âlî’deki gazetelerin önüne çıkarır. Gerçi gazeteciliğe Akşehir’de babasının çıkardığı tam da Akşehir’e uygun haftalık Nasrettin Hoca gazetesinde (1949) başlamışsa da asıl ününe Milliyet’te sanat üzerine yazdığı günlük fıkralarda ulaşır. Sonra diğer gazeteler sıraya girer Yenigün, Vatan, Hadiselere Tercüman, Yeni İstanbul, Türkiye Spor Gazetesi, Yol ve en nihayet Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinde on yıl sürecek olan yazarlığı… 8 Haziran 1966’da Tercüman’da okuyucularına “Merhaba” diyen Tarık Buğra 13 Mayıs 1976’da onlara yazdığı bir “Mektup”la gazeteciliğine son verir.
“Beni odamın içinde dört döndüren, saatlerce uğraştıran konular olmuştur. Uğraş Allah, uğraş, bir türlü olmaz. Söyleyeceğim söz bellidir, ama nasıl söyleyeceğimi bir türlü bulamam. İşte şimdi de öyle: Heyecan, hüzün, sevinç, teşekkür… hepsi bir arada, içim karmakarışık. Bunu nasıl anlatmalı?
Dile kolay. Ömrümü bağladığım, acılarıyla, gururlarıyla, minnet ve mihnetleriyle beslendiğim, nimetlerini de nankörlüklerini de ta canevimde güm güm duyduğum mesleğimi, fıkra yazarlığını bırakıyorum. Bu size son “Merhaba”m. Gelin helâlleşelim. Öyle sanıyorum ki hiçbir helâlleşme bu kadar gerekli olamaz: Hakkınızı helâl ediniz.
Daha önce de söylediğim sanıyorum: Edebiyatçı olmayı, roman, piyes ve hikâye yazmayı, varlığımı bu işe bağlamayı lise ikide, on yedi yaşımda kafama koymuştum. Bu karara ihanet etmedim; ama edebiyat –bilinen gerçek- Türkiye’de karın doyurmuyordu; ek görevimi yüklendim, fıkra yazarı oldum.
(…)
Son’lar daima heyecanlıdır, hüzün verir ve her son yeni bir başlangıçtır, her kayıp bir kazanç sebebidir; hüznün yanında sevinç, hiç değilse ümit de getirir. Bunu işte ben ta canevimde duyuyorum: Heyecan, hüzün, ümid ve sevinç, içim karmakarışık. En iyisi helâlleşelim: Mümkünse… çok rica ediyorum, on yılın hakkını bana helâl ediniz.”[4]
Okuyucuları mı yazara haklarını helâl edecek yoksa Küçük Ağa, Osmancık, Yağmur Beklerken, İbişin Rüyası gibi edebiyatımıza kazandırdığı nice muhteşem esere imza attığı hâlde hep sıkıntı çeken, çekmek zorunda kalan yazar mı okuyucularına hakkını helâl edecek, doğrusu tartışılması gereken bir durumdur. Dostu Mehmet Çınarlı’ya 8 Nisan 1978’de yazdığı şu satırlara bir bakalım:
“Moralim bozan sebeplerden birisi de Eskişehir’de bulunan ev sahibimden aldığım mektup oldu. Adam taşınmamı istiyor. Bugün taşınmak denen şey en azından on beş bin liradır. On beş kuruşu olmayan ben, ne halt edeyim?”
Evet, ömrü boyunca ferah ve rahat bir dünyaya bir türlü kavuşamayan Tarık Buğra, parasız pulsuz evlendiğini, nikâhtan sonra taksiye verecek parası olmadığından eve yürüyerek gittiklerini Mehmet Çınarlı’ya anlatırken bir de açıklama yapar:
“Ev dediğim, bir oda, bir yatak ve iki sandalyeden ibaretti, misafir geldiği zaman oturtacak üçüncü sandalyemiz yoktu.”
1949’da ilk kitabına kavuşan Tarık Buğra, yeni bir dünyanın eşiğindedir âdeta. Bu kitapla birlikte o güne kadar görmediği bir servete sahip olmuştur. İlk Kitabın Hikâyesi adlı yazısında o gün yaşadıklarını şöyle anlatır:
“Ve bu ilk kitabım, uyandırdığı geniş ve yüzde yüz olumlu yankılarla, bana verdiği o çocuksu, o hazin ama çok, çok değerli gurur bir yana, telif hakkı almadığım, buna karşılık bir tek baskıda- Küçük Ağa dâhil- bana en fazla kazancı sağlayan eserim oldu. (…) Elime o günün parası ve yaşayış seviyesine göre bal gibi bir servet geçmişti: Elbise yaptırdım. Kravatlar, gömlekler, çamaşırlar ve çoraplar aldım. Pabuç aldım.”[5]
Aslında biraz birilerine şirin görünmeyi, biraz eğilip el etek öpmeyi başarabilseydi, her dönemde oldukça rahat yaşabilecek bir yetenekti. Lâkin o, babası Mehmet Nazım gibi bir adamdı. Hak ve hürriyet aşkını ondan aldığını, çıkarcılıktan tiksinmeyi, onun verdiği terbiye sayesinde öğrendiğini söyleyen Tarık Buğra, onu Küçük Ağa’nın en canlı tiplerinden Ağır Ceza Reisi’nde yaşatarak ölümsüzleştirir.[6]
Birbirinden güzel eselerle edebî dünyamızı renklendiren ve zenginleştiren Tarık Buğra bu memlekete yürekten bağlı, namuslu bir kalemdir. Onun hikâyelerinden, piyeslerine; piyeslerinden romanlarına ve köşe yazılarına kadar her yazdığı metinde, onun sanat ve estetik anlayışını Türkçenin güzelliğiyle nasıl buluşturduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.
Meselâ, onun Geçlik Türküsü’nden birkaç satır okuyan bir insanın ruhunda nice fırtınalar kopmuyorsa o insan aslında sadece nefes alıp veren bir canlıdan ibarettir. Gerçi Mehmet Akif onlar için “Ey dipdiri meyyit!”diye sesleniyor, fakat sesine ses verecek kimseyi bulamayınca da hayretler içinde kalıyor…
Neyse, en iyisi gelin, melodisini ruhumuzun derinliklerinde gümbür gümbür duyacağımız Gençlik Türküsü’nden bir şeyler okuyalım:
“Artık genç değilim, fakat gençliğimin bütün çakışları, gönlümde pırıl pırıl duruyor. Aşk için yaşadığım, bayrakların aşk için açılmasını, seviyorum diye, seveceğim diye, sevmeden yaşanır mı diye ve sevgiye lâyık olduğumu ispat etmeliyim diye bayrakların açılmasını istediğim, zaferler, madalyalar istediğim günleri nasıl unuturum? Kim unutmuş ki ben de unutayım.
(…)
Şövalyeler devri geçti, uç beyleri artık sadece o muhteşem Osmanlı tarihinin solgun ve kırgın yapraklarında. Fakat yazıklar olsun uç beylerinin ruhunu yaşamayan gençlere… Fakat yazıklar olsun destan yazmak arzusunu duymayan gençlere… aşk uğruna, sevgili uğruna destan yaratmak şevkine kapılmayan gençlere, yazıklar olsun “ben” diyemeyip de sünepeliğin avuntusunu “biz” de bulan gençlere…
(…)
Bu türkü gençlik türküsüdür, aşk türküsüdür, yiğitlik türküsüdür, kişileşme uğruna açılan büyük savaşın türküsüdür.”[7]
Evet, sonradan ah vah etmemek ve “Gençliğim Eyvah”dememek için Gençlik Türküsü’nün tamamını okumak hatta dönüp tekrar tekrar okumak gerek. Çünkü bu türkü, hep genç kalmayı ve gençliğin kıymetini bilenlerindir.
Bundan yirmi altı yıl önce 26 Şubat 1994’te aramızdan ayrılan Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın bu büyük kalemine binlerce rahmet olsun derken sizleri, onun çok sevdiği bir tiradla, Beşir Ayvazoğlu öyle söylüyor, Edmond Rostand’ın ünlü Cyrano de Bergeraç adlı eserindeki “İstemem eksik olsun!”tiradıyla baş başa bırakıyorum.[8]
Ya ne yapmak lâzımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Bir ağaç gövdesini tıpkı sarmaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı?
İstemem eksik olsun! Herkes gibi, koşarak,
Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak
Yoksa nâzırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısında takla mı atmak lâzım her zaman?
İstemem eksik olsun!
(…)
Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazuyla kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil…
[1]Tarık Buğra, Mehmet TEKİN, Kült. ve Turizm Bak. Ank. 2011,2.Bas. s.395
[2]Düşman Kazanma Sanatı, Tarık BUĞRA, Ötüken Neşriyat, İst. 1979, s. 355
[3]Devler Geçti Bu Yollardan, Yağmur TUNALI, Panama Yay. Ank. 2016 s.72
[4]A.g,e. Tarık BUĞRA, s. 238
[5]A.g,e.Tarık BUĞRA, s. 384
[6]Tarık Buğra, Beşir AYVAZOĞLU, Ötüken Neşriyat, İst. 1995, s. 16
[7]Gençlik Türküsü, Tarık BUĞRA, Milliyetçiler Derneği Neşriyatı, Karabük 1964,s.9
[8]Tarık Buğra, Beşir AYVAZOĞLU, Ötüken Neşriyat, İst. 1995, s. 119