Osmanlı uzun bir zamana yayılan hâkimiyetinin tarihini sürekli yazmasına ve yazdığı tarihleri de muhafaza etme konusunda eşsiz bir başarıya sahip olmasına rağmen “Türkler tarih yazmaz” ithamından kurtulamamıştır. “Osmanlılar Türk değildir” tartışmasını başlatarak gerçeklerden iyice uzaklaşanları bir kenara bırakırsak, en ufak detayların bile yazıya dökülerek kayıt altına alındığı Osmanlı arşivlerinin bugün %10’unu bile değerlendirilmediğini ifade etmek gerekir. Hangi eser hangi sanatçı tarafından yapılmış, kim nereye tayin edilmiş, kim hangi konuda ne şikâyet etmiş, mahkeme kayıtları, maliye kayıtları, vakıf kayıtları ve daha niceleri… Bir hattatın çok değerli kalemi kırıldığı için yenisini talep ettiği mektuptan, Kayseri mahkeme kayıtlarındaki on beş yaşında bir genç kızın babasını kendisini zorla evlendirmesine karşı çıkarak amcasını vasi tayin isteğine kadar tüm Osmanlı yaşamını kayıt altına alınmıştır. Bir parantez açarak mahkeme sonucunun genç kız lehine sonuçlandığını da belirteyim.
*****
Doç.Dr. Başak Burcu EKE[i]
Türk tarihi hakkında öyle yanlış ezberler vardır ki, deliller gösterseniz dahi düzeltmeniz çok zordur. Bunlardan biri de Türklerin tarihe yön verme konusunda çok başarılı oldukları ancak iş kendi tarihlerini yazmaya gelince çaba sarf etmedikleri şeklindeki algıdır. Oysa tarihi gerçekler durumun çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Orhun Yazıtları 8. yüzyıla tarihlenir. Göktürkler yaklaşık 4 metre yükseklikteki granit taşlara sadece siyasi ve askeri tarihlerini kazımamıştır. Coğrafya bilgilerinden tutun da toplumsal yaşamları ile ilgili detaylara kadar sayısız bilgiyi kayıt altına almıştır. Tarih yapan idareci olarak Bilge Kağan amacını, “Her ne sözüm varsa ebedî taşa vurdum.” şeklinde dile getiriyor. Daha ne desin?
Yazıtlarda kullanılan tek dil Türkçe değildir. Nedendir bilinmez Çince yazılmış yüzü hakkında pek fazla konuşulmaz. Yazıtların bölgedeki en geçerli yabancı dil olan Çince kullanımı Göktürklerin tarih yazma anlayışına sahip bir kültür olduklarının en açık ifadesidir. Kendi tarihlerini kendi kaleminden anlatmanın etki alanı genişledikçe anlam kazanacağının bilincindedirler. Çok sık savaştığı toplumun üyeleri tarafından da yazdıkları tarihin okunması isteği derin siyasi bilginin bir tercihidir. Bugünkü anlayışta ifade edecek olursak kamu /kültür diplomasisi zihniyetine sahiptirler.
Türklerin tarih yazmadıkları iddiasına karşı Orhun Anıtları’nın örnek olarak gösterilmesi çoğu zaman yeterli görülmez. Bu aşamada bir diğer önemli yazıt olarak Bugut imdadımıza yetişmektedir. Ayrıca bölgede Moğolistan-Çin ve Japonya başta olmak üzere çok farklı ülkelerin yürüttüğü arkeolojik çalışmalarda ele geçen ve tarihleri 6. yüzyıla kadar inen yeni yazıtların bulunduğu da unutulmamalıdır. İkna olmak istemeyenlerin argümanlarından bir diğeri, başka medeniyetlerle kıyaslandığında daha geç bir zamanda Türklerin alfabe kullanmaya başladıklarıdır. Oysa alfabe kullanımının tarihçesi başka bir tartışma alanıdır. O tartışmaları tarih yazımı anlayışının varlığı ya da yokluğu bağlamında ele almak doğru değildir. Nitekim Slavlar, alfabelerine Kyrillos (827-869) isimli Bizanslı rahibin çabası ile 9. yüzyılda kavuşmuştur. Rusları “tarihlerini yazmayı bilmez” diye itham etmek bu tarihi veriden hareketle nasıl akıl dışı olacaksa, Türklerin de böyle bir ithama maruz kalmaması gerekir.
Bu kadar örnekten sonra “Türkler tarih yazmaz” görüşünde olanların pes edeceğini düşünenler hüsrana uğrayacaktır. “Pes” dedirtecek argümanlardan diğeri Türklerin tarihlerini taşa yazmış olmasının fazla bir anlam ifade etmediği, kâğıt kullanımının belirleyici olduğu yönündedir. Orta Asya’da İpek Yolu’nun can alıcı kısmında 8. yüzyıl ortalarında hâkimiyet kuran, sanıldığından çok uzun süre etkinliklerini sürdüren, şehirler inşa eden, Doğu’da Çin, Batı’da İran ile mücadeleyi bırakmayan Uygurlar göz ardı ediliyor. Et yemeyen, savaşmayan Budist Türkler şeklindeki yanlış bakıştan kurtulmak gerekir. Doğru dürüst incelenmediği için kâğıt rulolara yazdıkları, üstelik de bir çoğunu resimledikleri tarihleri gündeme gelemiyor.
Peki ya Selçuklu? O meşhur Selçuklu. Horasan’dan Anadolu’ya kadar 8 milyon kilometrekareden fazla alanda hâkimiyet kuran Türk-İslam medeniyeti anlayışını tesis eden Selçuklu. Ne yazık ki, Selçuklular, oradan oraya savrulan, iş bilmez göçebe ithamlarına ek olarak tarih yazımından anlamaz ithamına da maruz kalmakta.
Hâlbuki, Selçuklular başlangıçtan itibaren tarih yazımının önemli olduğunun farkındadırlar. Yaptırdıkları yapıların kitabelerinden, bastırdıkları sikkelerdeki yazılara kadar seçtikleri kelimeler, sultanlar için tercih ettikleri ünvanlar, kullandıkları soy ağacı her yere kendi tarihlerini kaydetme anlayışında olduklarını bize gösterir. Selçuklular kültürel miras açısından Türk tarihinin en bedbaht medeniyetlerinden biridir. Vücuda getirdikleri eserlerin çoğu, Moğolların yağma ve talanları sırasında yok olmuştur.
Selçukluların Melikname isminde bir tarih eseri vardır. Bu eserin ismi bilinmeyen yazarı, bilgileri Selçuklu ailesinin en yaşlı ve bilge kişisi kabul edilen Selçuk Bey’in oğlu İnanç Bey’den dinlediğini ifade eder. Melikname’nin özgün nüshası günümüze ulaşamamıştır. Savaşlar, yıkımlar ve yağmalar arasında başına ne geldi bilmiyoruz. Ama bu eseri görüp ondan faydalanarak Selçuklu tarihini yazan diğer Ortaçağ tarihçileri sayesinde eser hakkında bilgi sahibi olabilmekteyiz. Nakillerinden anladığımız Melikname’nin Selçuklu vizyonu ve misyonu doğrultusunda kaleme alınmış kapsamlı bir Selçuklu tarihi olduğudur. Kendi vizyonu ve misyonu doğrultusunda tarih yazımı, tarih yapan olarak Selçuklu’nun tarihini yazma bilinci ile ilintili bir durum.
Timurlu tarihçilerinden Mirhand’ın yaşam öyküsü tarih yazımına Türklerin ne kadar itibar ettiğinin bir başka delilidir. İtiraf edeyim, tarih çalışan biri olarak kendisine imrenmemek elde değil. Mirhand 1433 tarihinde Belh’de doğmuştur. Hocası Ali Şir Nevai onu tarih yazma konusunda teşvik etmiş ve sonrasında da yardımını esirgememiştir. Anlatılardan çıkarılan kendisine çok ciddi ödemenin de yapıldığı yönündedir. Ayrıca hanikah olarak anılan çok büyük bir yapı içinde bir yer de tahsis edilmiştir. Bu, Mirhand’ın yemek, çamaşır gibi ihtiyaçlarının birileri tarafından karşılandığı ve kendisinin çalışmak dışında başka hiç bir iş ile ilgilenmediği anlamına geliyor. Önemli bir diğer detay, hangi kaynağı istemişse temin edilmiştir. İşveren statüsünde, tarih yazımında kaynakların gerekliliği bilgisine sahip siyasi otorite mensuplarının varlığı tarih yazımı nosyonunun varlığına da işaret etmektedir. Mirhand da bu kadar maddi ve manevi desteğin hakkını vermiş, altıncı cilde geldiğinde ağır hastalanmasına rağmen yatakta çalışmaya devam etmiştir. 1498 yılında vefat ettikten sonra eserinin son cildi olan yedinci cildi torunu tarafından tamamlanmıştır.
Osmanlı uzun bir zamana yayılan hâkimiyetinin tarihini sürekli yazmasına ve yazdığı tarihleri de muhafaza etme konusunda eşsiz bir başarıya sahip olmasına rağmen “Türkler tarih yazmaz” ithamından kurtulamamıştır. “Osmanlılar Türk değildir” tartışmasını başlatarak gerçeklerden iyice uzaklaşanları bir kenara bırakırsak, en ufak detayların bile yazıya dökülerek kayıt altına alındığı Osmanlı arşivlerinin bugün %10’unu bile değerlendirilmediğini ifade etmek gerekir. Hangi eser hangi sanatçı tarafından yapılmış, kim nereye tayin edilmiş, kim hangi konuda ne şikâyet etmiş, mahkeme kayıtları, maliye kayıtları, vakıf kayıtları ve daha niceleri… Bir hattatın çok değerli kalemi kırıldığı için yenisini talep ettiği mektuptan, Kayseri mahkeme kayıtlarındaki on beş yaşında bir genç kızın babasını kendisini zorla evlendirmesine karşı çıkarak amcasını vasi tayin isteğine kadar tüm Osmanlı yaşamını kayıt altına alınmıştır. Bir parantez açarak mahkeme sonucunun genç kız lehine sonuçlandığını da belirteyim.
Bosna Savaşı sırasında Sırpların ilk yaktıkları yerlerin arşivler olması kendiliğinden ortaya çıkan kontrolsüz bir barbarlık değildir. Osmanlıların tarihi kaydetmenin ne kadar önemli olduğunun farkında olarak olayları ve kişileri detaylı ve başarılı bir düzende kayıt altına aldıkları bilmektedirler. Bu nedenle de Balkanlarda Osmanlı geçmişini ve yaşanmışlığını yok etmek adına gayet bilinçli bir çaba içinde arşivler tahrip edilmiştir. Nitekim benzer eylemler Girit’ten Kerkük’e kadar eskiden Osmanlı idaresindeki tüm şehirlerde yaşanmıştır. Bu bilinçli arşiv yok edişler, bizim dışımızda kimsenin bizi tarih yazmaz diye görmediğinin acı örnekleridir.
Son olarak, Kanuni dönemi tarihçisi, Şahname-i Al-i Osman isimli eserin yazarı Arifi’den söz etmek istiyorum. Fetullah Çelebi yani Arifi esasen Safavili bir şair ve âlimdir. Arifi’nin Osmanlı topraklarına nasıl ve ne zaman geldiği tam bilinmez. Dikkat çekici noktalardan biri Arifi’nin Safevi gibi sık sık savaşılan bir komşudan gelmiş olmasına bakılmaksızın yeteneklerinin takdir edilmesidir. Kendisinden, Firdevsi’nin Şahname eserindeki gibi şiirsel ve sembolik anlatımda dünya tarihi ile birlikte bir Osmanlı tarihi yazması istenir. Beş ciltlik Şahname-i Al-i Osman’ın beşinci cildi Kanuni dönemi olaylarını anlatan Süleymanname’dir. Arifi tüm eseri bitirdikten sonra Kanuni’ye sunmak yerine çok akıllı bir tercih ile bölüm bölüm yazıp Sultan’a sunmuştur. Arifi’nin, Kanuni Sultan Süleyman’ın geri bildirimleri doğrultusunda daha beğenilir bir eser çıkartma profesyonelliği takdir edilesidir. Kanuni bu eserden öyle hoşnut kalır ki özel hattat ve nakkaşlardan oluşan ekibin de projeye dâhil olması ve Arifi ile ekibi için Topkapı’da yeni bir yapının inşa edilmesi emrini vermiştir. Sarayda harem kısmında çoğu gözdenin odasının bile olmadığını hesaba katarsak mekân tahsisi tarih yazımı ile uğraşan birine verilen değeri gösteriyor. Ayrıca Arifi’ye ödenen maaşın da, dönemin hassa mimarı Sinan’ın aldığından fazla olduğunu da arşiv kayıtlarından takip edebiliyoruz. Arifi ve ekibi işlerinin ehli olarak gördükleri taltifler sonucunda bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilen inanılmaz bir tarihi eser ortaya çıkarmışlardır.
Eldeki sayısız örneğe bakınca, Türklerin daha ne yapmaları gerekirdi diye merak etmekten kendini alamıyor insan. Kabul etmek gerekir ki “Türkler tarih yapar ama yazmaz” şeklindeki algı öyle kolay kolay yok olacağa benzemiyor. Sanırım ne yaparsanız yapın karşınızdaki sizi nasıl algılamak istiyorsa öyle algıladığı gerçeği sadece bireysel yaşamlar için değil kültürler için de geçerli. Neyse ki gerçeklerin zaman içinde ortaya çıkmak gibi iyi bir özelliği var. O zamana kadar ecdadın izinden devam edip, sözün uçtuğunu yazının kaldığını bilerek devam etmek en iyisi olur.
—————————————–
Kaynak:
————————————————–
[i] 1975 Üsküdar doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Ankara Yükseliş Koleji’nde, lise eğitimini ise Özel Arı Lisesi’nde tamamlamıştır. Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden 1997 yılında bölüm üçüncüsü derecesi ile mezun olmuştur. 2000 yılında yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi’nde tamamlamıştır. “Timur Dönemi Mimari Bezeme Olarak Ahşap Kullanımı” isimli yüksek lisans tezi için 1998 yılında Kazakistan ve Özbekistan’a gitmiştir. Erciyes Üniversitesi’nde “Batılılaşma Süreci Osmanlı Tezhip Sanatı” isimli doktora tezini 2008 yılında bitirmiştir. Doktora tezi ile ilgili olarak İrlanda Dublin Chester Beatty Kütüphanesi’nde araştırmalar yapmıştır. 2013 yılında Doçent ünvanlını almıştır. Ankara’da Bilkent kavşağı üzerinde 6000 kişilik Ahmed Hamdi Akseki Cami ve DITIB Köln Cami’nin iç mimari projesinin danışmanlığını yürütmüştür. 2015 yılında İsveç Stockholm müzelerinde, sergileme ve iç mimari düzenlemesi üzerine araştırmalarda bulunmuştur. Türk kültür ve sanatında kadının konumu ile ilgili çalışmalarına, Reading Seljuk Women’s Role and Identity in Medieval Islam through Art isimli uluslararası bir kitap çerçevesinde devam etmektedir. Toprağın Dili ve Murassa Sanatı isimli kitabı Dil ve Sistem Vakfı tarafından prestij eser olarak yayınlanmıştır. Dil ve Sistem Vakfı’nda Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak çalışmaya devam etmektedir.