Medeniyet(ler)in Küresel Çağında Din(ler)in Rolü[i]
Dr. James D. FRANKEL[1]
Din kültürün temel bir bileşenidir ve medeniyetle ilgili çağdaş söylemlerin ön sıralarında yer almaktadır. Dünya dinleri yüzyıllardır birleşik kültürleri sağlamlaştırdılar ve farklı medeniyetler arasındaki sınırları tekrar tekrar şekillendirmekte güçlü bir etken oldular. Siyasi, iktisadi ve sosyal gelişmeler eşliğindeki bu sağlamlaştırma sürecinde evrenselleşen inançlar, aşirete ve millete olan sadakatin yerini aldı ve dinler insanları giderek büyüyen bir çatı altında bir araya getirdi. Ancak bu dinler gene de yayıldıkları birçok bölgede yöreye hem fiziksel, hem kavramsal uyum sağlamış, bu da inanç toplulukları içerisinde muazzam bir iç çeşitliliğe yol açmıştır.
Budizm, Hristiyanlık ve İslam gibi büyük dinler tüm dünyaya yayıldı ve yayıldıkça da birçok farklı forma büründü. Bu şekilde, çoklu kültürleri temsil eden geniş toprakları ve toplulukları kendi kapsamlı etki alanlarına dâhil etmekte önemli bir oynadı. Bugün bu inançlar dünya nüfusunun neredeyse üçte ikisini kapsamaktadır. Birçok diğer din de çok kültürlü toplumlarda çok yönlü kimlikler yaratarak küreselleşirken, bu dinler de medeniyetler arası etkileşimde önemli bir rol oynamaya devam etmektedir. Bu küresel çağda birbirleriyle yeni şekillerde karşılaşan, uyuşmazlık içinde ama aynı zamanda uzlaşma arayan kültürel ve dini topluluklarla her yerde karşılaşılabilir. Küresel Hristiyanlık ve İslam “medeniyetler çatışması” olarak adlandırılan jeopolitik dramda başrol oyuncuları olarak seçildiler. Fakat bu çatışma kaçınılmaz mı? Olası tek senaryo mu? Din çatışmanın ve anlaşmazlığın tetikleyicisi olmak zorunda mı, ya da dinde küresel bir medeniyetin inşasına ve kolektif uyuma katkı sağlayacak evrensel değerler bulamaz mıyız?
Bu tartışmayı derinleştirmeden önce, bu makalenin başlığında ve giriş paragraflarında yer alan dilsel ve kavramsal ayrıntıya değinmeliyiz. Başlıktaki din ve medeniyet kelimeleri aynı anda tekil ve çoğul formlarında kasti bir belirsizlik içinde kullanılmıştır. Bu, bu terimlerin hem mevcut tartışma bağlamında hem de genel gündelik söylemdeki ikili kullanımlarına işaret etmek amacıyla yapılmıştır. Biz bu kelimeleri en az iki şekilde kullanırız, ilk olarak belirli ve münferit varlıkları belirtmek için, ikinci olarak da iki kapsamlı (ve de göreceğimiz üzere ilişkili) kategoriyi -din ve medeniyet- adlandırmak için. Buradan hareketle, münferit medeniyetler var olduğu gibi, bu farklı insan topluluklarını ihtiva eden ve sadece dünyanın “medeni olmayan” kısmından ayrılan soyut bir medeniyet mefhumu da vardır.” Aynı şekilde, dünyada kendilerine özel uygulamaları ve öğretileri olan farklı dinler olduğu gibi, belirli temel unsurları paylaştıklarını varsayarak tüm bu farklı gelenekleri içeren kapsayıcı bir “din” kavramı vardır. Bu din mefhumu ve münferit din gelenekleri, dünya geleneklerinin gelişmesinde ve küresel bir medeniyetin muhafazasında muhtelif roller oynadı ve oynamaya devam ediyor.
Herhangi bir söylemde, meselenin özüne ulaşmak için, o söylemde kullandığımız kelimelerin köküne bakabiliriz. “Medeniyet” kelimesinin etimolojisini incelediğimizde, birkaç ilginç hakikat göze çarpıyor. İngilizce “civilization” Latince “civilis” kelimesinden türemiştir ve “sivil” anlamına gelir. İngilizce “civil” kelimesi ise Latince “civis ” (citizen-şehirli) ve bağlantılı “civitas” (city-şehir) kelimesinden türemiştir. Bu etimolojiden “medeniyet” (civilization)in şehirdeki yaşamla ilişkili sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel kuramlardaki ortak paydalara dayalı bir kimliği paylaşan bireylerin toplamı olduğunu anlayabiliriz. Şehir bir organizmanın hücreleri gibi kolektif yaşama katkıda bulunan bireylerden(şehirlilerden) oluşur. Şehirler, önceki avcı-toplayıcı insan ve göçebe toplumlardan tarımsal üretim fazlasının daha çeşitli iş bölümüne, sinerjik yaratıcılık ve lüks, sanat ve felsefe alanında daha fazla yatırıma izin verdiği nüfusu giderek artan yerleşimlere doğra evrimsel bir gelişmeyi yansıtır. Bu cihetle, medeniyet kavramı, günlük dilde ilerleme ve sofıstikelik gibi fikirlerle ilişkilendirilmiştir. “Civilized” (medeni) kelimesi “urbane” terimi gibi belirli bir yaşam tarzını ve seçkin, kültürlü, eğitimli ve sosyal davranış ile etiketlere hâkim soylu estetik anlayışa sahip bireyleri tasvir etmeye başlamıştır. Tabii ki, “urban”(kentsel) teriminin günlük anlamı bize fakirlik, hastalık, aşırı nüfus, suç, yetersiz eğitim, yetersiz altyapı ve “kentsel yıkım”ın diğer sorunlarını anlatıyor. Ancak, biz ister olumlu ister olumsuz çağrışıma eğilimli olalım, bir gerçek göz ardı edilemez: 1800 yılında, dünya nüfusunun sadece % 2 ’si şehirlerde yaşıyordu, bugün ise bu sayı tarihte ilk kez %50’yi aştı. Küreselleşme ve kentleşme el-ele ilerledi ve bu yüzden medeniyetin küresel çağında yaşıyoruz.
Bu yazının saiki Aralık 2010’da İstanbul’da düzenlenen bir konferansın organizasyonu oldu: Uluslararası Medeniyet ve Değerler Sempozyumu. “Civilization”m Türkçe karşılığı olan “medeniyet” kelimesinin incelenmesi bize kentleşme, kültür ve din arasındaki ilişki hakkında daha fazla fikir verir. Medeniyet Arapça aynı anlama gelen ve “şehir”in Arapça karşılığı olan inadına den türeyen madaniyya ” kelimesinin bir uyarlamasıdır. Madîna kelimesinin kökünde/kalbinde İslam düşüncesinde birçok anlamı ve uygulaması olan, dîn (ma-dîn-a) kelimesi yer alır. Dîn (İbranice’de de aynı anlama sahiptir.) anlam bakımından zengin ve tercümesi zor bir kelimedir. Batılı “religion” kelimesine belki en yakın Arapça kelime “dîn” Kur’an’da yetmiş yedi kere geçer, Maide Suresi’nde Allah inananlara şöyle seslenir: “Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide, 3) Gelenek bize Allah’ın Müslümanlara dinlerinin inanç, siyasi sistem ve Peygamberin kurduğu toplumda mükemmelliğe eriştiğini belirttiği bu ayetin İslam peygamberi Hz. Muhammed’e son haccı sırasında vahyolunduğunu söyler.
Etimolojik olarak, din “borçlu olmak”; “yükümlü olmak”; “yargılanmak”; “iş yapmak”, ve “tabii olmak” anlamlarını içeren bir kökten gelir. Bu anlamların dini “çıkarım”ları açıktır: Kişi Allah’la ilişkisini yaratıcısına borçlu olduğu, ona ibadetle yükümlü olduğu, yaptıklarından yargılanacağı ve ilahi iradeye tabii olduğu dininin bağlamında bulur. Muamelat (bir kişinin yaşamını nasıl geçirdiği) ve yargılanma (muamelatın değerlendirilmesi) “din” kavramının merkezinde yer almaktadır. Aynı mantıkla, insan hayatının nasıl icra edildiği toplum bağlamında gerçekleştiğine göre, şehir (madina) onun alanıdır. Bu şekilde, Arap- İslam bakış açısından medeniyet, kentsel varoluşun özetlediği insan etkileşimlerine ve bunların hepsinin ilahi irade ve yargı gözetimi altında gerçekleştiğini ima eden dini anlayışa dayanmaktadır.
Din ve medeniyetin bağlantısallığı mefhumu Avrupa dillerindeki “kültür” kelimesine de yansır. Medeniyet tahayyülümüzle önemli ölçüde örtüşen bu terim, etimolojik olarak “yerleşim”, “yelpaze”, “incelik” ve “ibadet” gibi anlamlar içeren cultus kelimesinden türeyen Latince cultüra kelimesinden gelir. Cultivate (ekip biçmek, işlemek) ve cult (mezhep) kelimeleri de aynı kökten gelir. Bu kelimelerin ilki, yerleşik toplum ve tarımsal ekonomi düşüncelerine olan bağı ortaya koyar. Diğeri ise, dini uygulamaları ve bağlılığı anlatır. Böy- lece, dinin madaniyyanın kökünde olduğu Arap-İslam geleneğinde olduğu gibi, “cult”sız “culture” olmaz. Bu etimolojiler din ve medeniyet arasındaki temel bağı ortaya koymaktadır; hatta diyebiliriz ki din tarih boyunca medeniyetlerin temel taşı olmuştur.
Bu bağlantı çağdaş teorilerimizin içine de taşınmıştır. Yakın zamandaki medeniyet üzerine akademik ve politik söylemlerin çoğu münferit medeniyetlerin ve bunların yarışan dünya görüşlerinin ateşlediği birbirleriyle çatışma eğiliminin üzerinde durdukları kadar kapsayıcı din ve medeniyet kavramları üzerinde durmazlar. Dünya nüfusunu “.. .insanların en yüksek kültürel gruplaşması ve insanları diğer türlerden ayıran sahip oldukları en geniş kültür düzeyi” olarak tarif edip münferit medeniyetlere böldüğü “Medeniyetlerin Çatışması” teziyle Samuel Huntington bu fikri 1990’larm ortalarında popülerleştirdi.[2] 1993 yılında yazdığı makalenin aslında, insan ırkını sekiz veya dokuz monolitik gruplara ayıran Huntington, makaleyi izleyen kitabında bu grupları ona çıkardı. Bu on medeniyetten dördü coğrafî veya etnik karakterlerine (designation) göre değil, nüfuslarının ağırlıklı olarak bağlı olduğu dinlere göre adlandırıldı; Budist, İslamcı, Hindu ve Ortodoks (Hıristiyan). Huntington’un tezi, rakip insan nüfusları arasındaki temel farklılıkları vurgulayarak, aslında dinin bir medeniyeti tanımlamadaki öncelikli rolünü doğrular. Medeniyetler çatışması modeli dünyayı oyun tahtasına dönüştürürken, bölünmüş dinî-kültürel siyasi bloklar özcü bakışı, küreselleşen dünyada farklılıkların uzlaşması için yapıcı bir çıkış yolu sağlamaz.
Dil ve son dönem jeopolitik teoriler dinin makro düzeyde medeniyeti şekillendirmede, harekete geçirmede, idamede önemli bir rol oynadığını ve oynamaya devam ettiğini; belirli dinlerin de mikro düzeyde dünya üzerinde ortaya çıkan çeşitli medeniyetleri şekillendirmede benzer bir rol oynadığı konusunda şüpheye yer bırakmamaktadır. Bunun meydana geldiği tarihi sürece genel bir bakış dinin bildiğimiz dünyayı şekillendirmedeki eşsiz rolünü vurgular. Ve bize dinin dil, sanat, ekonomi ve yönetim diğer temel insan kurumlarıyla birlikte insan hayatının temel bir birleşeni olarak olgunlaştığını gösterir. Bu süreç, tarihsel olarak farklı yerel ekolojilerle açıklanabilecek yerel farklılıklara rağmen tüm dünya da belirli modellerde ortaya çıkmıştır.
Genel bir gözlem olarak (genellemelerin çok sayıda istisnaları olduğunu da kabul ederek), insanların sınırlı amaçları olan küçük organizasyon sistemlerinden, gittikçe karmaşıklaşan her şeyi kapsayan ve genişledikçe sağlamlaştırma ve birleştirme dönemlerinde diğer küçük sistemleri de sindirmeye eğilimli sistemlere doğru diyalektik bir hareket halinde olduklarını görüyoruz. Ayrıca, bu genişlemenin de sınırları olduğunu; toprak, nüfus, kültürel çeşitlilik anlamında çok fazla şeyi kapsayan sistemlerin genellikle çözüldüğünü ve yeni bir diyalektik süreç başlattığını görüyoruz.
Modemitenin çok kültürlü seküler devleti de bu uzun tarihsel sürecin bir ürününden başka bir şey değildir. Ancak, dünyevînin rûhi olandan, sekülerin dîni olandan ayrılması yeni bir olgudur. Medeniyet evriminin en erken aşamalarından bu alanlar ya şaman ve kabile reisinin rollerinde olduğu gibi birbirine bağımlıydı, ya da bazı durumlarda bir insanın, mesela rahip-kral, kişiliğinde bütünleşmişti. Medeniyetlerin birleşme eğilimlerinde gözlemlediğimiz bir yapı da dini güçlenmenin, sosyo-politik güçlenmeye paralel ilerlemesidir. Bu nedenle, bir kültür dini inanç ve uygulamalarını özellikle daha kapsamlı yetkilere sahip ilahiyata doğru evrilirken yeniden organize eder ve bu teolojik güçlenme siyasi gücün ve sosyal hiyerarşilerin güçlenmesine eşlik eder. Birçok durumda bu teolojik gelişmeler, yönetimdeki bir değişmeyi veya hatta askeri bir fethi meşrulaştırma yolu olarak, sosyo-politik hareketlerin bir yansıması olarak görünür. Dini güçlenme sosyopolitik değişim için bir tetikleyici olsun veya olmasın, ya da bu iki gelişme birbirlerine bağlı ve çağdaş olsun ya da olmasın, biz yine de insanlık tarihinin muhtelif yer ve zamanlarında ortaya çıkmış genel bir ilerleme modelini ayırt edebiliriz.
İlk aşamada, kabileye ait dini gelenekleriyle kabile topluluklarını görüyoruz. Kabileler, genelde sınırlı sayıda üyesi ve bölgesi olan birkaç ilişkili aileden oluşan topluluklar olarak ortaya çıkarlar. Kabilenin içinde yaşamını sürdürmek için her üyenin grup çıkarlarını ön plana koyması ve grubun ve grup bütünlüğünün korunmasında yer alması gerekmektedir. Bu nedenle, kabile toplulukları dar görüşlü olmaya eğilimlidirler ve dünya görüşleri kabilenin çevresi ve acil ihtiyaçları üzerinde odaklanmıştır. Din açısından da, kabile ritüelleri grup üyeliğini beyan ya da tevdi eden uygulamalara odaklanır. Teolojik olarak, kabile dinleri genelde doğal çevrenin kutsal güçlerle aşılı olduğu inancına sahip animatizm öğeleri ve kabileye ait tanrılara ibadeti içerir.
Er ya da geç dar kabile grupları diğerleriyle temasa geçince, bu temasın olası sonuçları çatışma ya da birleşme olabilir. Bu karşılaşmalar toplulukları daha büyük bir dünyaya girdikçe kendi dünya görüşlerini tekrar değerlendirmeye zorlar. Kabile toplulukları büyüdükçe ve diğer topluluklardaki farklılıkları özümsedikçe ve çadırlar köylere, köyler şehirlere dönüştükçe medeniyetin temelleri oluşturulur. Geniş yerleşim birimleri kendi etki alanlarını yaratırlar ve şehir devletleri doğar. Teolojik olarak, şehir devletleri genelde bir tanrının en yüce olduğu ya da topluluğun korunmasıyla fevkalade ilgili olduğu henoteizm modelini yansıtır. Henoteizm tek bir yüce tanrının varlığını kabul etmenin yanı sıra diğer tanrıların da var olma olasılığını kabul etme bakımından sadece tek tanrının varlığın kabul eden monoteizmden ayrılır. Bu iki terim de Yunanca “bir” anlamındaki iki kelimeden gelir, ancak bu iki kelimeyi önemli bir nüans ayırır: Eiç (heis) “diğerleri arasında bir” anlamındayken, Mövoç (monos) “tek ve biricik” demektir.
Akdeniz havzası ve Bereketli Hilalin antik uygarlıkları arasında, şehir- devletleri birbirlerinin teolojilerini benimsedikçe, belli tanrı ve tanrıçaları hami(koruyucu) tanrı seviyesine yüceltmek, diğer tanrıları da büyüklük ve karmaşıklıktaki tapınaklarında muhafaza etmek şeklindeki henoistik çok tanrıcılığın çeşitli örneklerini gözlemliyoruz. Antik Mezopotamya’da, Babil’in üstünlüğünde ve tanrı Marduk’un yüceltilmesinde din ve sosyopolitik pekiştirmenin açık bir örneğini görüyoruz. Enüma Elish (M.Ö. 18.-16 yy), Babil yaratılış efsanesi, ilk kutsal çift olan Apsu ve Tiamat’ın nasıl müteakip tanrı nesillerini yarattıklarını, her yeni neslin tanrılarının bir önceki tanrıların üstün hâkimiyetini gasp ettiklerini anlatır. Sonunda, üçüncü nesilden genç ve güçlü bir tanrı olan Marduk, diğer tanrıların desteğiyle güçlenir ve kadim tanrıça olan Tiamat’ı öldürür ve Tiamat’ın cesedinden gökleri ve yeryüzünü ve öldürdüğü kocası Kingu’nun kanından da insanlığı yaratır. Bununla birlikte, bu yaratılış Marduk’un hayatta kalan diğer tanrılar tarafından egemen olarak tanınması ve elli lakap atfedilmesi, aslında Mezopotamya tapınağındaki tüm tanrıların kutsal güçlerini ona vermeleri, şeklinde anlatılan Babil’in koruyucu tanrısı olarak yükselişine göre arızidir. Bu dini güç pekiştirmesi, Babil’in bölgeyi fethine ve bölgedeki eski medeniyetleri baskı altına almasına paralellik gösterir. Benzer örnekler Mısır, Yunan şehir-devletleri ve daha sonra gelişen Roma İmparatorluğumda da görülebilir.
Antik şehir-devletlerin genişlemesi devasa boyutlara ulaştıkça, imparatorluklar daha büyük nüfuslar, bölgeler ve bunlarla birlikte daha fazla kültürel çeşitlilik kapsar. Yeni dindarlık şekilleri sergileyerek melezleşme fırsatları artar. Aynı zamanda, egemen güçler dini gelişmeleri yansıtan merkezi kontrol ve siyasi birleşme için giderek artan ihtiyacı algılarlar. Bu şekilde, antik imparatorluklarda resmi devlet dinlerinin ve emperyal kültlerin tesisiyle birlikte kültürel sentez ve dini senkretizm olgularını gözlemleriz.
Bazı durumlarda, devlet kültü yerli dini unsurların pekişmesinden ortaya çıkar. Örneğin, antik Çin’de Shang hanedanı (M. Ö. 1766-1122) zamanına ait anıt mezarlardaki kitabeler Shangdi, ya da Yüce Yaratıcı, adı verilen yüce bir tanrının yanında çeşitli atalar ve doğadaki ruhlara tapınıldığını göstermektedir. Çin’in eski bilge krallarının dünyaya istediği gibi nimetler bahşeden ya da ceza yağdıran Shangdi ile kişisel bir ilişkileri oldukları söylenir. Shangy hanedanının çöküşünü izleyen Zhou Hanedanında (M. Ö. 1045-256), kitabeler artık en yüce kutsal olarak Shangdi’den bahsetmez, onun yerine Göğün Tian ’ından bahsederler. Tian daha az antropomorfık, daha çok aşkındır. Kitabeler kendisine halk adına Tian’a ibadet etme yeteneği bağışlanmış tek kişi olan imparatordan Tianzi ya da Göğün Oğlu olarak bahsetmeye başlar. Buna karşılık, imparatorun çocukları sayılan halk, yöneticilerine bir tanrıya yakışır hürmet gösterirler. Bu şekilde Zhou hanedanı Shang hanedanının yerini aldıkça ve kendi en yüce tanrı kavramını yerleştirdikçe, gökler ve yeryüzü arasındaki gücün akışını da Zhou imparatorunun kişiliğinde yönlendirdiler. Bu şekilde imparatorun üstün siyasi otoritesini de meşrulaştırıp merkezileştirdiler. Dünyevi ve ruhani otorite arasındaki ilişki için Zhou hanedanı tarafından 1911 ’de son Çin hanedanının çöküşüne kadar kavram ve terminoloji muhafaza edildi.
İmparatorluklar bilinen dünyanın daha büyük alanlarını kontrol ederek büyüdükçe, dini dünya görüşleri de artan bir evrenselleşme eğilimine girdiler. Bazı durumlar Babil tanrısı Marduk’ta olduğu gibi kabile tanrısının önce bir şehir-devletinin koruyucu tanrısı, sonra da bir dünya imparatorluğunun evrensel tanrısı olması şeklinde var olan tanrıların daha kapsamlı güçlerle yeniden tasarlanması demektir. Diğer durumlarda, bir imparatorluk, yenilikçi bir yöneticinin yönetiminde eski tanrılara sırt çevirip topluca özünde evrensel olan bir dine girebilir. Firavun 4. Amenhotep (M.Ö. 1353-1336) Aten’i en yüce tanrı yaparak bu şekilde bir din değiştirme girişiminde bulundu ancak Mısır dinindeki bu değişim ölümünden sonra tekrar eski haline döndü.
Hindistan’da Brahman rahipleri ve kadim Vedik dininin otoritesi, “Buda” ya da “Aydınlanmış” da denilen Sidarta Gotama (m.ö. 563-483)’nın öğretileri de dâhil olmak üzere birçok meydan okumayla karşılaştı. Budizm ıstırabı bitirmeye, merhameti yaymaya, ruhani aydınlanmayı sadece tüm insanlık için değil, tüm canlı varlıklar için teşvik etmeye adanmış özellikle evrensel bir bakış açısına sahipti. Budist öğretiler tebaasının iyiliği için çalışırken kurtuluşun iyi haberlerini yayan ve adalet ile merhameti bilfiil teşvik eden Chakravartin isimli adil bir hükümdarın rolünden bahseder. Genişleme politikasıyla uyumlu ideoloji arayan bir imparator Budizm gibi evrensel bir dini kolayca benimseyebilir. Maurya hanedanının (M. Ö. 321-185) üçüncü imparatoru Büyük Ashoka’nın (M. Ö. 269-232) yaptığı da tam olarak buydu. Hindistan alt kıtasının büyük bölümünü egemenliğine aldığı son fethinden sonra, Ashoka Budizm’i benimseyip resmi devlet dini yaptı ve şiddet ve savaşın onun hükümdarlığında yasadışı olduğunu ilan etti. Buda’nın öğretilerini yaymak ve yüceltmek için, imparatorluğun her tarafına üzerlerinde Budist ilkelere dayanan hayırseverlik fermanlarının yazılı olduğu taş sütunlar diktirdi. Bu yazıtlardan biri Ashoka’nın emperyal patemalizminin evrensel mesajını açıkça ortaya koyar: “Tüm insanlar benim çocuklarımdır. Ben kendi çocuklarım için neyi arzuluyorsam, hem bu dünyada hem de öteki dünyada iyilik ve mutluluk arzuluyorum, tüm çocuklarım için de arzularım.” Ashoka Budizm’in evrensel bayrağı altında merkezi otoritesini tesis ederken fermanlarının birinde beyan ettiği gibi dini çeşitliliğe de dikkate değer bir takdir gösterdi: “Bütün dinler kendine hâkim olma ve kalp saflığını arzu ettiklerinden tüm dinler her yerde bulunmalıdır” ve “Dinler arası temas iyidir. Bir kimse diğerlerinin inandığı öğretilere de kulak vermeli ve saygı duymalıdır.” Ashoka’nın fermanlarının Yunanca ve Aramice gibi farklı dillerde yazılmış olması gerçeği, saltanatının evrensel boyutunu ve kozmopolitliğini daha da öne çıkarır.
Neden Mauryan Hindistan’ının imparatorluk fermanları Antik Akdeniz uygarlıklarının dili olan Yunanca ve Aramice ile de yazılmıştı? Bu sorunun cevabı bir kelimede özetlenebilir: İskender (M. Ö. 356-323). Ashoka, emperyal genişlemesi Helen uygarlığını Ortadoğu üzerinden Asya’nın merkezine ve güneyine yayan büyük MakedonyalI fatihin mirasına yanıt veriyordu. Muhtemelen Yunan kültürünün diğer kültürlerden üstün olduğunu kabul eden İskender, Helenizm’in Fars ve diğer doğu topraklarına girişini sağladı. Bununla beraber Fars geleneklerine değer verdi, Yunan ve Fars kültürlerinin kaynaşmasını hoşgördü. İskender siyasi birliğin sağlanması için Avrupa ve Asya’nın nüfuslarını bağdaştırmak istedi, bu nedenle kültürel sentez ve dini bağdaştırmacılık (syncretism) Avrasya’nın Helenleştirilmesi noktasında kalıcı mirasın en uygun ölçütleriydi. Ayrıca, Dimitri Kitsikis’in Adriyatik denizinden İndus Irmağı’na kadar uzanan bölgeyi tanımlayan “Orta Bölge” kavramıyla önerdiği gibi, bu bölgede yer alan kültürel çarpışmalar ve uzlaşmalar Batı Avrupa ve Doğu Asya’nın en uç noktaları arasında medeniyetin akış yolu olarak hizmet etti ve de dünya tarihinin günümüz küreselleşme çağma dönüşmesinde asli bir rol oynadı. Kitsikis’in işaret ettiği gibi Orta Bölge; kültürel diyalogu ve değişimi destekleyen bir dizi “ekümenik imparatorluklar” tarafından yönetilmiştir. İpek Yolu’nun geleneksel ticaret yolları yüzyıllardır sadece ticari eşyaların değil, dini inanç ve değerler de dâhil önemli fikirlerin de iletişim aracı oldu.
Romalılar İskender’in Akdeniz havzasındaki mirasının varisleri olarak Yunan eedlerinin kabile topluluklarından şehir devlete, şehir-devletinden hegemonik cumhuriyete, cumhuriyetten de dünya imparatorluğuna ilerleme sürecini takip ettiler. Octavianus (M.Ö. 63-m. 14) kendini imparator Sezar Augustus divi fılius (komutan Sezar, tanrılaştırılanın oğlu) olarak ilan ettiğinde, Roma emperyal kültünü tesis etme sürecinde sadece onu evlat edinen Jül Sezar’ı değil, kendini de tanrılaştırmıştır. Romalılar Yunanlılardan kalan Jüpiter (Zeus)’un en büyük tanrı olduğu Olimpia tanrılar sistemini uzun zaman önce benimsemişlerdi. Bununla birlikte, Marcus Agrippa (M.Ö 63-12) Roma’nın tüm tanrıları için bir tapmak inşa ettiğinde iki nişi Julius ve Augustus’a ayırmayı ihmal etmedi. Roma dini senkretikti ve imparatorluğun içinde ve dışındaki farklı kültürlerin öğelerini içeriyordu fakat kutsal imparatorlara tapmak tüm Roma vatandaşları için onları medeniyetin merkezindeki sakinler olarak çevredeki barbarlardan ayıran bir zorunluluktu. Hristiyanlığın, imparator Theodosius (M.S. 347-395) tarafından devletin resmi dini olarak ilan edilmesine kadar, emperyal kült Roma’da ve eyaletlerindeki dini-politik yaşamın merkezi bir özelliği olarak kaldı.
Roma’nın Judea eyaletinde, imparatorluk kültü Yahudilerin kadim diniyle doğrudan temas etti. Yahudilik, köklerinde göçebe bir halka, İsrail’e yerleşmeden önce Ortadoğu’da sürekli göç eden İbranilere ait bir kabile dinidir. Ne zaman İsrailliler yerleşik hayata geçtiler ve oturmuş yerleşik kültürlerle karşılaştılar, bu şekilde uygarlaştılar. Bölgedeki diğer halkların tersine İsrailliler, tek tanrılı bir dine ve koruyucu tanrılarının her şeyin yaratıcısı olan tek ve biricik Tanrı olduğuna inanıyorlardı. İsrail toplumundaki bazı bireylerin sıklıkla komşu kültürlerin popüler inançlarının cazibesine kapılmalarına rağmen, istilalar ve sürgünler, bölgesel imparatorlukların İsrail topraklarını fethetmeleriyle karşı karşıyayken bile İsrail halkının tek tanrılı inançlarım korudu. İskender’in fethinin ardından, İsrail dini ve kültürü Helenizm’den etkilendi, bu da Yahudiliğin birçok mezhebe bölünmesine yol açtı. Bu mezheplerden biri Nasıra’lı İsa isimli birinin devrimci öğretilerine odaklanarak, Roma zulmünün gölgesi altında büyüdü. Roma’nın imparatorluk kültüyle ve var olan Yahudi otoriteleriyle anlaşmayan Hristiyanlığın ilk takipçileri Yahudilikten uzaklaşıp tüm imparatorlukta kendi evrensel kurtuluş inançlarını anlatmaya başladılar. Hristiyanlık en başlangıcında “medeni dünya”ya ait bir dindi, ancak ilk üç buçuk yüzyıl boyunca, Roma’da baş belası olarak görüldü ve yasadışı dini bir gelenek olarak zulüm gördü.
Hristiyanlık büyük bir azimle bir yer altı dini olarak sebat etti ve zaman içinde zulüm ve göz ardı edilemeyeceği kadar popülerleşti ve pekişti. Dördüncü yüzyılında, inancın büyüklüğü kritik bir kitleye ulaşmıştı. İmparator Büyük Konstantin (217-337) 313 yılında Hristiyanlığı tüm impartorlukta yasallaştıran Hoşgörü Fermanı’m ilan etti. Konstantin kendisi de din değiştirdi ve imparatorluk himayesinde kilise için Ortodoks bir inancın tesisine yönelik İznik Konseyini topladı. İki nesil sona, 380 yılında, Theodosius İznik Hristiyanlığını imparatorluğun resmi dini olarak ilan etti ve bu şekilde hem imparatorluk kültünü feshetti, hem de gücünü Hristiyanlık adına pekiştirdi. Dört yüzyıl içerisinde, önce küçük bir Yahudilik mezhebi olan Hristiyanlık zulüm gören bir azınlık inancı olmaktan dünyanın en büyük imparatorluğunun resmi dini olmaya terfi etti. Bu süreçte, Hristiyanlık imparatorluğun önceki dininin birçok tezyinatını ve kurumlarını devraldı ve imparatorluğun yönetim aygıtları tarafından da desteklendi. Dini, siyasi, seküler ve ruhani birleştirme girişiminde Hristiyanlık imparatorluğun dini oldu ve Yahudi-Hristiyan tanrısı süratle yeryüzündeki milyonlarca inananın yüce tanrısı oldu.
Gözlemlediğimiz gibi, imparatorluk dinleri devletin otokratik hükümet sisteminin bir yansıması olarak tek ve merkezi otoriteyi vurgular: Göklerde nasılsa yeryüzünde de öyle. Tüm dünya, ister tek tanrılı ister bir tanrıyı yücelten çok tanrılı bir dine mensup olsun yüce ilahın evrensel hâkimiyetini temsil eden bir yönetici tarafından talep edilebileceği için, evrensel doktrinler de yayılmacı politikalar izleyen yönetimlere sebebiyet verir. Çin hanedanlığı, Maurya hanedanlığı, Hristiyan Roma gibi teokratik emperyal sistemler bu şekilde topraklarını ve uyrukları arasındaki nisbi dini homojenliği hızlı bir şekilde genişletebildiler. Yine de hiçbir genişleme sonsuza kadar sürmez. Ayrıca, bir bölge ne kadar büyükse ve nüfus farklılığı ne kadar fazlaysa, merkezi yönetimi korumak o kadar zor olur. Zamanla tüm imparatorluklar çöker ama tamamen yok olmazlar. İmparatorluklar dağılır ama mirasları bir havuzdaki dalgacıklar gibi yarattıkları medeniyetin merkezi olan etki alanlarından çevreye yayılır. Hristiyan Roma İmparatorluğu yıkıldı ve zamanla kendi emperyal amaçlarını geliştirip keşif ve sömürge çağında kendi inançlarını yayan Hristiyan krallık ve prenslikleri doğdu. Bu tür tarihsel güçler bize küresel çağda tüm kıtalarda yerleşmiş bir küresel Hristiyanlık olgusunu sundu.
Hristiyan Roma dağılırken, medeniyetin merkezinden çok uzak Mekke şehrinde, Arap yarımadasının kabile dinleri ve uygulamaları arasında, taze bir ses evrensel tek tanrılı dinden bahseden benzer bir öğreti ilan etti. Hz. Muhammed (570-632) ve takipçileri İslam’ın öğretileri doğdukları topraklarda yayılana kadar dinleri nedeniyle zulüm gördüler. Bu noktadan sonra İslam, büyük imparatorlukların dini temeli olarak Arabistan’ın doğusu ve batısındaki medeniyetin uzak merkezlerine de hızla yayıldı. Doğu ve Batı kültürel etki alanları arasındaki Orta bölgede konumlanmış İslam, birçok medeniyet arasında değerli bir bağlantının temsilcisi ve ortaçağda medeniyetin tartışmalı koruyucusudur. İslam’ın erken yayılışı çok yönlüydü, tarihçiler de Hz. Muhammed’in ölümü üzerinden yüzyıl geçmeden, İslam inancının batıda Atlantik kıyılarından, doğuda Çin’in sınırlarına kadar yayıldığını hayretle belirtirler. Kaldı ki, İslam yayıldığı her yerde yerel kültürün öğelerini de asimde etmiştir. Küresel Müslüman toplumunun birleştirici vizyonunu belirli bir coğrafi tanımlamayla etiketlemek İslam geleneğinde ve takipçilerinde kökleşmiş olan evrensel iddiaları tanımakta başarısız olmak demektir.
Nüfus istatistikleri de bu iddiaları destekler. İslam Arabistan’da doğmuştur ancak bugün Araplar İslam dünyasının sadece küçük bir bölümünü oluşturur. Bugün Afrika’daki en yoğun nüfuslu ve Avrupa’da en hızlı büyüyen din İslam’dır, ancak Müslümanların büyük bir çoğunluğu İslam’ın Hinduizm ve Budizm ile tarihi temaslarının olduğu Güney ve Güneydoğu Asya’da yaşarlar. İslam Çin’e 8. Yüzyılda İpekyolu’nu kullanan tüccar ve paralı askerler tarafından getirilmiştir. Bugün varolan Müslüman Çin nüfusunun kökeni erken dönem İslam tarihindeki uzak doğu genişlemesini gerçekleştirenlere dayanır. Tarihsel olarak, bazı Çinli Müslümanlar kendilerini Çin devletiyle çatışmada buldular ama diğerleri varisi oldukları iki medeniyeti uzlaştırmak için medeniyetler arası karşılaşmanın zorlu sularında müzakereler yaptılar. 17. ve 18. yüzyıllarda, bir grup Çinli Müslüman alim İslam’ın öğretilerini neo-konfüçyüsçü klasik Çince’yi kullanarak açıkladıkları eşsiz bir literatür bütünü oluşturdu. Bu şekilde Arap kökenlerinden uzakta İslam’ın varlığını savundular ve Doğu’da (Konfüçyüs’te olduğu gibi) ve Batı’da (Hz. Muhammed’de olduğu gibi) bilgeler tarafından öğretilen evrensel bir Hakikati tasavvur ederek coğrafi ayrımların ötesine baktılar.
Bu Müslümanlar bu coğrafi ayrımların Kur’an’da da ifade edildiği gibi “Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır.” (2:115) Tanrı’nın evrensel hâkimiyeti bağlamında göreceli ve rasgele olduğunu teyit ettiler. Bu da, pusula yönlerinin sadece perspektif olduğunu ifade eder, Çinli bir Müslüman namazda Mekke’ye batıya yönelirken, Amerikalı bir Müslüman Mekke’ye doğuya yönelir. İslam herhangi bir yöne ait değildir ve dindar bir Müslümana göre tüm dünya Tanrı’ya aittir.
İslam geleneği, başlangıcından beri evrenselliğini ilan etmiştir. 629 yılında Peygamber, pusulanın tüm yönlerindeki yöneticileri, Mısır, Bizans, İran, Habeşistan ve Yemen yöneticilerini İslam dinine davet etmek için elçiler gönderdi. İslam geleneği “dîn”ini, bir gün insanların kalplerini ve akıllarını fethedecek mükemmel din ve yaşam şekli olarak görür. Ve Allah müminlere şöyle seslenir: “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık.” Geleneksel tefsirciler bu ayeti İslam’ın haz ve riyazet arasında, itidalli bir yaşama biçimi olmasının açıklaması olarak okurlar. Bu bize Buda’nın da kendi yolundan, aynı nedenlerden dolayı “orta yol” olarak bahsettiğini hatırlatır. Ancak, bundan İslam’ın dünya tarihinde, coğrafyasında ve nüfusundaki eşsiz konumunun bilincinde olduğunu da çıkarabiliriz.
İslam Batı ve Doğu’nun ortasında doğdu ancak dünya çapındaki genişlemesi ikisini de aştı. Bu gerçek İslam’a büyük bir sorumluluk yüklediği gibi, büyük bir fırsat da bahşeder. Kulağa ne kadar klişe gibi gelirse gelsin, gittikçe küçülen dünyada, kültürler arası karşılıklı anlayış ihtiyacına bu günden daha fazla ihtiyaç duyulmadı. Toplumların bazen diyalog ve toplumlar arası köprüler kurmak için ortak noktalarını vurgulamaları yararlıdır. Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar arasındaki husumetin karşısında, hepsini “Batı dinleri” olarak sınıflandırarak ortak İbrahimi miraslarını hatırlatmakta bir beis yoktur. Fakat İslam ve diğer Asya medeniyetleri arasında ve diğer Batılı olmayan kültürler arasında köprüler inşa etmek için fırsatlar da vardır. Son dünya olayları Müslümanların eylemlerine ve dolayısıyla bizim din, kültür, politik ideoloji ve silahlanma çağrısı olarak İslam algımıza ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. Fakat küresel İslam’ın çağdaş uluslararası meselelerdeki rolünü değerlendirirken dahi, dünya dinleri ve medeniyetleri arasındaki eşsiz konumunun geleneğin içine inşa edildiğini hatırlarız. Bu nedenle İslam’ın küresel bir medeniyetin inşasında oynayacağı önemli bir rol vardır.
Yapılan anketlerde insanlar daha önce benzeri görülmemiş oranda (yaklaşık %14) kendilerini ateist olarak tanımlasa da, büyük çoğunluk hala bir dini geleneğe mensup (%33 Hristiyan: %20 Müslüman; %13 Hindu; %6 Budist; %13 diğer). Küçülen küresel dünyamız, birçok yönden hala bir dinler dünyası. Ve bu dinler tarih boyunca medeniyetlerin inşasında büyük bir rol oynadılar. Onlar, milyarlarca insana ortak insanlık mirasımıza katkı yapan değerler sağladı. Yine de, bazı dini inançlar tarihteki en acımasız insan eylemlerini gerekçelendirmek için kullanıldı. Bununla birlikte, insani çatışmaların kökeninde din varsa, eş faktör olarak diğer çıkar ve niyetleri uzakta aramak zorunda değiliz. Genelde insan toplulukları arasındaki farklardan çok olan ortaklıkları değil de, ayrımları vurgulayan dini öğretilerin belli bir yorumunu buluruz.
Çağdaş söylemde, İbrahimi inançlar özellikle grup içi çatışmalarla iliş- kilendirilir. Huntington, İslam’ı “kanlı sınırlaf’a sahip olmakla suçlar ama belki de İslam sadece dünyadaki merkezi konumuyla diğer medeniyetlerden daha çok sınıra sahiptir. Tarih hiçbir medeniyetin kan dökmede tekelinin olmadığım kanıtlıyor. Belki de bu sadece biz insanların doğasındaki rekabet hissi. Darwin’in teorisi de bu düşünceyi destekliyor. Bu dinlerin mensupları arasındaki anlaşmazlığın medeniyetler çatışmasını kaçınılmaz ve uzlaştırılamaz yaptığı anlamına mı geliyor? Kültür ve din sınırları boyunca olan karşılaşmalarımız Haçlı Seferleri şeklinde mi olmak zorunda? Medeni rekabet ve kültürler arası iş birliğinin de tarihte örneklerini bulamaz mıyız? Genellikle Ortaçağ İspanya’sındaki Convivencia (birlikte yaşama) bunun bir örneği olarak sunulur. Ancak, sanat ve bilimdeki multikültürel büyük başarılara rağmen, İspanya Yahudi, Hristiyan ve Müslümanları arasında devamlı şiddet mi vardı? Dini hoşgörü ve karşılıklı anlaşmanın ideal ize olduğu bu ortamda bile, çatışma isteği Katolik Reconquista’nın da kanıtladığı gibi yok olmamıştı.
Ancak bir şey açıktır: Medeniyetler çatıştıklarında çok ağır bedel öder. Bazıları benzersiz ve evrensel medeniyet algısının materyalist tüketicilik ve köktendincilik arasındaki mücadelenin çift taraflı zarar gören masum kurbanı olduğunu savunurlar. Yine de diğerleri bu medeniyet fikrinin problemli olduğunu ve onun, Darwinci rekabete olduğu kadar işbirliğine de yatkın insani doğamızla bizi çatışmaya sürükleyen kibrin bir ürünü olduğunu iddia ederler. Bu bakış açılarının her birinde doğruluk payı var, küresel dünyamızda bizi hem bir araya getiren hem de ayıran çeşitli güçler var. İletişim ve ulaşım teknolojileri ve siyasi sistemler dünyadaki milyonlarca kişi için serbest dolaşımı kolaylaştırırken, kaynaklar ve kimlikler üzerine asırlık mücadele çağdaş bölücü neo-kabileci algıya yol açmıştır. Eski büyük imparatorlukların varisi olan ulus devletler dünya ekonomisinin kontrolünü ulusal sınırların ötesini gören ancak vizyonu bozuk insani ilişkileri tamir etmeye değil azami kâra odaklanmış çok uluslu şirketlere devretmiştir.
Bu amaçla, bazıları inançlar arası diyalog ve iş birliğini desteklediler. Bu şüphesiz çözümün bir parçası, bizi medeniyet için gerekli nezakete döndürecek önemli bir adımdır ama bu yeterli değil. Nüfusun %14’ünün kendisini herhangi bir dine mensup görmediği küresel bir toplumda, diyalog ve birlikte yaşama çatısı herkesi kapsayacak kadar büyük olmalıdır. Ancak, dini kimliğin kendileri için önem taşıdığı %86’lık kesimle başlamak kapsayıcı bir yaklaşım gibi görünüyor. Ve bu yaklaşımın birçok tarihi emsali de vardır. Örneğin, bu makalenin tebliğ edildiği konferansın ev sahibi şehirde, konferans organizatörlerinin “İstanbul yaklaşımı” dediği yaklaşım vardır. İstanbul’da, Orta bölgedeki “ekümenik-evrensel” imparatorlukların sonuncusu olan Osmanlı Devleti’nin (1299-1923) kalıntılarını buluruz. Osmanlı yöneticiler İslam’ın evrensel insan haklarına saygı gösteren, diğer toplulukların üyeleriyle ortak zemin bulan kurucu değerleri üzerine kurulu çok kültürlü ve çok dinli bir toplum inşa etmişlerdi.
Bugün dünyamızda, çoğulcu toplumlarda karşılıklı saygı gören politikalar gerçek bir küresel uygarlığın geliştirilmesi için yetersizdir. Kanunlar boşluklara yol açar ve ancak kanunla uygulanabilecek asgari şartları yaratır. Biz ise birlikte yaşamaktan daha ötesine talip olmalıyız. Kültürler arası değişimde aktif olarak yer alan bireyler düzeyinde senkretizm ve eklektik maneviyat Huntington’un köhne modeli gibi yekpare medeniyet modellerinin melezleşmesine fırsat sağlar. Halk düzeyinde, insanlar “diğer”i hakkında öğrenip, onlardan ödünç alıp, onları asimde ettikçe bu yekpare modellerde çatlaklar oluşur ve bu küresel düzeyde bilim adamları ve siyaset uzmanları tarafından ulaşılabilecek olandan daha derin bir anlayışa yol açar. Yine de, küresel vatandaşların ortak noktalarının daha kolay fark edildiği bu yüksek oranda yerel fikir değişimleri aracılığıyla, dünyanın bir bölümünde önerilen, belki de dini değerlere dayalı çözümler fakirlik, açlık, hastalıklar, iklim ve çevre, yetersiz eğitim gibi küresel sorunların çözümü için ilham kaynağı olabilir. Farklı dinlerin çok sayıdaki mensupları bu meseleler hakkında ortak bir ilgi paylaşırlar ve aynı gezegenin sakinleri olarak ortak bir kaderimiz olduğunun farkındadırlar.
Benzetme eski olabilir fakat hepimizin bir gemide yolcu olduğu hala doğruluğunu koruyor. Bazılarımız diğerlerine göre daha konforlu koltuklarda oturuyorlar ama hepimiz aynı yere gidiyoruz, alternatif bir ulaşım aracımız yok ve görünürde hiçbir şey yok. Eğer gemimizin başına bir kaza gelirse, hepimiz aynı yıkıcı kadere mahkûmuz. Olağanüstü hal durumundayız ve gemideki herkes yaşamamıza katkıda bulunmaya çağrılmalıdır. Herbirimizin kendi yükümlülükleri ve de gruba yararlı olacak becerileri ve yetenekleri var. Niye farklılıklarımız üzerine odaklanıp, herhangi birini herhangi bir neden için gemiyi topluca tamirden dışlamayı seçeriz ki?
Burada bir eylem çağrısı yapıyorum. Hadi dini değerlerin, çoğu dinin öğrettiği değerlerin, derin insani değerler olduğunu, kalplerde saklandığım, medeniyetleri oluşturan bireylerin elleriyle uygulandığım hatırlayalım. Bu tür değerler dini tekelcilik ve münhasırlığı aşar, hatta dindar olmayan kişiler tarafından bile benimsenebilir. Bu ortak, evrensel değerler medeniyetin temel değerleridir ve ortak insanlığımız temelinde karşılıklı saygı ve sevgi içerirler. Dinler dünyayı bugün bildiğimiz gibi şekillendirmeye ve medeniyetleri oluşturmaya yardımcı oldular fakat bu küresel çağda dini öğretileri diğerlerini hak ettikleri yerden dışlamak olarak anlayanların medeniyetlerin oluşumunda bir katkısı yoktur. Hoşgörü, özellikle medeniyetler arası karşılaşmanın sıklıkla rekabet, nefret ve kan dökme ile vasıflandırıldığı bu günlerde küresel bir medeniyet inşa etmedeki ortak menfaatimizin tanınmasına yönelik ilk adımdır. Diyalog, ortak amacımızın keşfi ve yeniden tanımlanması sürecinde bir başlangıçtır ama beklentilerimiz çok daha yüksek olmalıdır. Ve bu süreçte, ihtilaf potansiyelini etkisizleştirmek umuduyla dinin medeniyetlerin inşasına yaptığı katkıya daha çok itibarda bulunabiliriz. George Santayana’mn ifadesiyle, “Dini konular asla tartışma konusu olmamalıdır. Eğer sadece insani bir tutku olduğunu biliyorsak, biz bir âşıkla zevki hakkında tartışmayız, ya da onu yermeyiz.”
Referanslar
Huntington, Samuel P. Medeniyetle r Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden İnşası. New York: Simon and Schuster, 1996.
———————————-
[1] Hawaii Üniversitesi, Monoa (Çeviren: Ayşe Aktaş)
[2] Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. New York: Simon and Schuster, 1996, s. 43.
Kaynak
[i] Dr. James D. FRANKEL, Medeniyet(ler)in Küresel Çağında Din(ler)in Rolü, “Medeniyet ve Değerleri” Editör: Recep ŞENTÜRK, İTO Yayınları, Yayın Nu.: 2012 – 32, ISBN 978-605-137-246-4 (Basılı), ISBN 978-605-137-245-7 (Elektronik), İstanbul, 2013, Sf. 313-332