Cemâl KURNAZ*
Bölümümüzde Farsça dersleri veren İranlı bir hoca vardı: Prof. Dr. Ebulkasım İçtihadi. Tarih profesörü. Humeyni devriminden sonra ülkesini terk etmek zorunda kalmış. İkbali de idbarı da tatmış. Çelebi bir insan. Türk dostu. Asistanlık yıllarında Türkiye’ye gelmiş, Ankara İlahiyat’ta Farsça derslerine girmiş. Mehmet Maksudoğlu ile birlikte Farsça Dilbilgisi yayımlamışlar (Ankara İlahiyat Fakültesi Yayını, 1963).
O yıllarda Hasan Âli Yücel ile de tanışmışlar, Farsça çalışmışlar. Muhtemelen 1958-1960 yılları. Ailecek görüşürler imiş.
Hoca, Hasan Âli’nin Farsçasının ne kadar iyi olduğunu anlatmak için Sadi’nin bir beytini irticalen ve nazmen tercüme ettiğini söylemişti. Oğlu Can Yücel’i eğitim için Londra’ya uğurlarken, dilinden dökülen şu mısralar Sadi’den çeviridir:
Can bedenden edince güzer
Her biri ayrı bir şey söyler
Ben gözlerimle gördüm dostlar
Canım gider canım gider
İçtihadi Hoca’yla ortak dostlarımızdan birisi Dr. Nazmi Özalp’tı. İkisini ne zaman tanıştırdık hatırlamıyorum. Nazmi Abi, Türk Müziği nazariyatına dair Safiyüddin’in Farsça Edvâr’ı hakkında bizden yardım istemiş olabilir. Hemen kaynaştılar. Her ikisi de Hasan Âli’yi ve ailesini tanıyorlardı. Ortak dostları, ortak hatıraları ortaya çıktı. Hatta Nazmi Abi bir keresinde Hocayla bizi evinde yemeğe davet etti. Eşi Aysen Hanım ne kadar zarif bir insandı. Hoca’nın ve benim eşlerimiz de vardı.
İçtihadi Hoca günün birinde İran’a dönmeye karar verdi. Demek ki rejim biraz yumuşamıştı ve yurt dışındakilerin dönüşüne uygun bir ortam vardı. Biricik oğlu Türkiye’den evliydi ve Ankara’da çalışıyordu. Zaman zaman gidip geldiler.
Döneceği günlerde benimle bir bilgi paylaştı. Hasan Âli’nin el yazısıyla eski harfli bir divanı vardı. Babasının hatırasına ve kitaplarına bağlı olan kızı Canan Eronat Hanım (1926-2013) bu eseri güvendiği birisine hazırlatmak istiyordu. Hoca İran’a döneceği için bunu benim hazırlayıp hazırlayamayacağımı sordu. Bu, yeni bir bilgiydi. Dedim ki, “Ben gençliğimde Hasan Âli’ye çok sövdüm, belki günahlarımın kefareti olur, hazırlarım” dedim. “Bir ücret talep etmem ama bir şartım var, yayınlandığında Hazırlayan Cemal Kurnaz diye yazılsın isterim” dedim. Canan Hanıma söylemiş, kabul etmiş.
Canan Hanım, Can Yücel ve diğer kız kardeşi ile mirası paylaşırlarken babasının kütüphanesini ve bazı eşyalarını almayı tercih etmiş. Ben tanıdığımda (1994 olabilir) yetmiş yaşında, konservatuardan emekli zarif bir hanımefendi idi. Eski yazıyı bilmiyordu. Babasının neler yazdığını merak ediyordu.
Canan Hanım bir akşam bizi yemeğe davet etti. ORAN taraflarında bir ev. Nazmi Abi ve İçtihadi Bey ve ben eşlerimizle birlikte. Osmanlı döneminden kalma mutfak eşyaları ile yemek ikram etmişti. Kendi elleriyle yaptığı su muhallebisi ve muhallebi kaşıkları ilgimizi çekmişti.
Böylece tanıştık ve Divanın fotokopisini aldım.
Divanı kısa sürede yeni harflere çevirip baskıya hazır halde ulaştırdım.
Divan inci gibi bir rik’a yazısıyla özenle yazılmıştı. Dibacesinden başlayarak tamamı Fuzuli Divanına nazire idi. Daha çok Hasan Âli’nin bakanlıktan ayrıldıktan sonra yaşadığı sıkıntıları ve o döneme dair düşüncelerini, savunmalarını dile getirdiği şiirlerdi bunlar.
Aradan uzunca bir süre geçmesine rağmen Divan yayımlanmadı. Bunun üzerine, kamuoyunu bu eserden haberdar etmek amacıyla Fuzuli’nin ölümünün 500. Yılı dolayısıyla İstanbul’da düzenlenen uluslararası sempozyumda bir bildiri sundum. Sonra da konuyu ciddiye alacağını düşündüğün sol çevrelerin belki yayını konusunda baskı yaparlar düşüncesiyle Tarih ve Toplum’a gönderdim, orada yayımlandı (“Cumhuriyet Döneminde Fuzûlî Divanı’na Bir Nazire: Âlî Divanı”, 500. Yılında Fuzûlî Sempozyumu (24-26 Ekim 1996, İstanbul)’na sunulan bildiri. Fuzûlî Kitabı, İstanbul 1996, s.283-292. “Hasan Âli Yücel’in Bilinmeyen Bir Eseri: Âli Divanı”, Tarih ve Toplum, XXVI/155 (Kasım 1996), s.4-8).
Canan Hanım Tarih ve Toplum’daki makaleden haberdar olunca telefon etti, “Sen ne hakla bu eseri ifşa edersin?” diye azarladı. Ben de dedim ki, “Canan Hanım, siz Hasan Âli’nin kızı iseniz biz de evladı sayılırız. O kamuoyuna mal olmuş bir kişidir. Onun Türk milletinden gizlenecek, sakınılacak, sansürlenecek hiçbir eseri ve düşüncesi olamaz. Onun Divanı eski harflerle yazılmış olsa da, onun kişiliğini ve aydınlık düşüncelerini içeren bir eserdir. Size teessüf ederim.” dedim.
Ondan sonra bir daha da görüşmedik. Divan da yayımlanmadı.
Bu olaydan dolayı çok üzüldüğümü gören Nazmi Abi şöyle bir olay anlattı:
Hasan Âli, kalb krizinden aniden ölünce aile çok sarsılır. Canan Hanım, babasının çalışma masasında özenle daktilo edilmiş ve kırmızı kurdele ile bağlanmış yayına hazır bir şiir kitabı bulur. Babasının bastırma fırsatı bulamadığı bu eseri bastırarak onun ruhunu şad etmek ister. Allah Bir adındaki bu şiir kitabını kendi imkânlarıyla az sayıda bastırır ve cenaze törenine gelen dostlarına teşekkür amacıyla gönderir (Ankara 1961). Fakat hiç beklemediği bir tepki ile karşılaşır. Tepki gösterenler şaşırtıcı bir bağnazlıkla, bu kitabın Hasan Âli’nin aydın imajını bozduğunu söylerler.
Bunları öğrenince, Canan Hanımın Hasan Âli’nin Divanı’nın da, aynı endişeyle, mahalle baskısından çekindiği için bastıramadığını anladım. Beylerimiz, Köy Enstitülerini kuran, Batı klasiklerini tercüme ettiren, aydınlık fikirli Hasan Âli’nin bir Divan sahibi olmasını ona yakıştıramamışlardır.
——————————————————-
Prof.Dr., Gazi Eğitim Fakültesi Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi ABD Öğretim Üyesi