Bilimin Devlet İçin Önemi: Bilim-Devlet İlişkisi Üzerine Bir Çözümleme

Bilimin Devlet İçin Önemi: Bilim-Devlet İlişkisi Üzerine Bir Çözümleme[i]
 
The Significance of Science For The State: An Analysis of The Relationship Between The State and The Science
Veysel ERAT[ii] İbrahim ARAP[iii]
Öz
Bu çalışma bilim-devlet ilişkisinin tarihin değişik dönemlerinde aldığı biçimi, bilimin devletler tarafından başat kullanım alanlarını ve bilimin devletler tarafından kullanımının sistematik politikaya dönüşme sürecini incelemektedir. Çalışmada bilim-devlet ilişkisi üç dönemde ele alınmaktadır. İlk dönem modern bilimin doğuşundan Sanayi Devrimine kadar olan süreçtir. İkinci  dönem, Sanayi Devriminden başlayarak dünya savaşlarına kadar olan süreyi kapsamaktadır.
 
Son olarak İkinci Dünya Savaşından günümüze bilimin devlet ile ilişkisi incelenmiş ve her tarihsel süreçte bilimin devlet tarafından yoğun olarak kullanıldığı alanlar saptanmıştır. 20. yüzyılda askeri ve ekonomik alanlarda sağlanan başarıların bir sonucu olarak bilimsel bilgi, diğer kamu politikalarında ve devletin söylemlerine dayanak olarak da kullanılmaktadır. Kamu politikalarının neredeyse tamamında uygulanan bilim, İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze sürekli ve sistematik olarak politika üretilen bir alandır.
 
Anahtar Sözcükler: Bilim, İktidar, Devlet, Bilim Politikası.
Abstract
This study examines the nature of the relationship between the state and science, major fields in which science is used by the state and the transformation process of the use of science by the state into systematic policies. State-science relationship is treated in three different periods. These periods are: from the birth of modern science until the Industrial Revolution; from the Industrial Revolution to the world wars; from the Second World War up until present time. For each period, the fields where science is used intensively by the state are identified. The analysis then focuses on the third period in which science’s influence on all aspects of life and prosperity in particular makes it one of the pillars of the state.
 
Keywords: Science, Power, State, Science Policy.
 
 
Giriş
 
Günümüzde devletler toplumu ilgilendiren neredeyse tüm konular için olumlu veya olumsuz belirli bir tutum içine girerler. Bu tutum fiili bir girişime dönüşebilir ya da hareketsizlik şeklinde kalabilir. Ancak her iki yaklaşım tarzı da politika kavramı içine girmektedir. Diğer bir ifade ile kamu ile kamu otoritesi arasındaki her etkileşimde bir kamu politikasının varlığı söz konusudur. Bu politikalar zamansal açıdan özel bir sorun için geçici olabileceği gibi, genel bir konu için sürekli de olabilir. Bir politikanın sürekliliği meselesi, kamu politikası oluşturulan konunun hem devlet açısından hem de kamu açısından sürekli bir gereklilik ve bu bağlamda kazanmış olduğu önem ile ilgilidir. Sağlık, eğitim, konut, savunma vb. alanlar gibi çalışmanın inceleme nesnesi olan bilim de sürekli olarak politika üretilen alanlardan birisidir. Bununla birlikte, bilimin devletler açısından sürekli ve bilinçli müdahale edilen bir alan olması görece yeni bir durumdur.
 
Tarihsel gelişimi içinde bilim tüm toplumsal ve ekonomik sistemler tarafından kullanılmıştır. Bilimsel gelişmelerin kişiler üzerinden yaşandığı dönemde bilim insanı-iktidar ilişkisi; bilimin örgütlü yapılarda geliştiği dönemde akademi- iktidar ilişkisi; gelişiminin yüksek finans gerektirdiği ve ekonomide verimliliği arttırdığı zamanlarda bilim-sermaye ilişkisi ve başta askeri ve ekonomik alanlar olmak üzere her alanda kullanılabilir bir yeterliliğe eriştiğinde bilim-devlet ilişkisi söz konusu olmuştur. Bu bağlamda bilim ve bilimsel bilgi, iktidarın (kilise, koruyucular, patronlar, sermaye, devlet ve diğer politik varlıkların) dışında tutulacak bir olgu değildir. İktidar ideolojisinin bilimsel gerçekler ile çeliştiği durumlarda iktidar bilime yönelik olarak çarpıtmak ya da engellemek şeklinde olumsuz bir tutum takınırken, bilimin iktidarın çıkarının aracı olduğu durumlarda desteklediği ve teşvik ettiği görülmektedir. Bilimin toplumsal alanda kullanımının yaygınlaşması ve iktidar yapıları tarafından kullanımı arasında bir paralellik vardır. Bilimin sürekli kullanılabilecek bir araç olarak keşfedilmesi ilk olarak Sanayi Devriminden sonra sermaye tarafından, sonrasında askeri ve ekonomik alanlarda başarılı sonuçları ve diğer kamu politikalarına hem rasyonalite kazandırması hem de toplumsal rızaya cevap olması nedeniyle devlet tarafından olmuştur.
 
Sermaye, bilim ve teknolojiyi kendisine bağımlı kılarak birer üretim unsuruna dönüştürmüş ve kapitalist üretim sistemi içinde burjuvazinin ihtiyaçları bilim ve teknolojiye kılavuzluk etmiştir (Öngen, 2000). Bilimin sermaye tarafından sahiplenilmesi fabrikada gerçekleşse de Poulantzas’ın (2004: 62-63) ifadesiyle bu durum devlet aracılığı ile olmaktadır. Devlet, bilimi araçsallaştırma ve sermayenin hizmetinde kullanılmasını sağlamanın yanı sıra bilimin üretilmesini sıkı düzen altına alarak iktidarın düzeneklerine biniştirilmiş “devlet bilimi” haline getirmektedir.
 
Bilimin devlet tarafından ihtiyaçsal kullanımının sistematik bir politikaya evrilme sürecini ve ikisi arasındaki paralel ilişkiyi ortaya koymak tarihsel analiz gerektirmektedir. Türkiye’de bilim politikası ile ilgili yapılan çalışmaların bir kısmı bilim politikasını genel olarak, belirli bir ülke üzerinden veya uluslararası düzeyde karşılaştırmakta, diğer bir kısmı ise bilim politikası içinden özel bir alan seçilerek bu politikanın önemliliği üzerinde durmaktadır. Ayrıca belirli bir tarih, ya da belirli düzenlemeler esas alınarak yapılan çalışmalar da bulunmaktadır.2 Bu çalışmaların ortak özelliği, bilimsel gelişmeyi ya da gelişememeyi, bilim eliyle kalkınmanın gerçekleştirilmesi gibi iktidarın amaçları açısından rolünü vurgulamalarıdır.
 
Anılan çalışmalarda bilimin kendisi merkeze alınmakta, bilimin devlet tarafından kullanımının belirli bir tarihsel değişimin sonucu olduğuna ve iktidarın temel aktör olarak rolüne değinilmemektedir. İktidarı merkeze alan birkaç çalışma “Bilim ve İktidar” temalı Karaburun Bilim Kongresi bildiriler kitabındaki bulunmaktadır. Kitapta, bilimsel bilgiden kimlerin, nasıl faydalandığı şeklinde iktidar arayışlı bir yaklaşım sergilenmektedir.
 
Bu çalışmada tarih boyunca devletin toplumsal ve ekonomik gelişim sürecinde bilimle ilişkiye geçtiği, devletin bilimi yoğun olarak kullandığı alanlar araştırılmaktadır. Bilim politikası alanındaki çalışmalar bilim politikasının geliştirilmesi ya da bilimin geliştirici yönünü incelerken bu çalışma, devletin bilimi kullanımındaki artış ile bilimin bir politika olması arasındaki paralelliği bilim tarihinden çıkarmayı amaçlanmaktadır. Ancak bu yöntem bilim ve iktidar ilişkisinin tarihin hangi döneminden ele alınacağı sorununu beraberinde getirmektedir. Bilim-iktidar ilişkisinin en görünür olmaya başladığı modern bilimin çalışmada başlangıç noktası olarak alınması uygun görülmüştür. İkinci olarak Sanayi Devriminden yirmici yüzyıla kadar olan süre incelenmiştir. Son olarak yirminci yüzyılda bilim-iktidar ilişkisi incelenerek, her üç tarihsel dönemde iktidarın bilimin hangi yönü ile ilgilendiği ve bilimin sürekli bir politikaya dönüşme süreci çözümlenmiştir.
 
Bilim Politikası
Konuya inceleme nesnesi olan bilimin tanımını vererek başlamak ilk bakışta doğal ve yerinde görülse bile Bernal’in (2009a: 43) ifade ettiği gibi bilim konusuna tanımsal bir giriş yapılarak başlanması yararsız ve anlamsızdır. Bilimin çok eskiye dayanması, tarih boyunca birçok kez değişikliklere uğraması ve diğer toplumsal etkinliklerle iç içe olması nedenleriyle girişilecek her bir tanım çabası bilimin gelişimi sırasında, herhangi bir dönemde sahip olduğu görünümlerden birini, çoğunlukla da önemsiz birini ifade edecektir. Bilim, her dönemde birçok düşünürün görüş ve düşüncelerinin, deneyim ve eylemlerinin birbiri ardına sıralanmasından oluşan ve sürekli büyüyen bir bilgi kütlesidir. Bilim insanları bu bilgi birikimine sürekli bir şeyler katar ve herhangi bir dönemin bilimi, o ana kadar birikerek gelen bilimin toplam sonucudur.
 
Tarihsel gelişimi ile ilgili farklı yaklaşımlar bulunsa da insanlığın ortak bir ürünü olarak bilimin kökeni, ilkel toplumların yaşamına kadar uzanır. Geniş bir bakış açısı ile bilimin gelişimi; (i) Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları döneminde ampirik bilgi toplama, (ii) Antik Yunan’da evreni açıklamaya yönelik akılcı sistemlerin kurulduğu aşama, (iii) İslam dünyasındaki bilimsel çalışmalar ve (iv) Rönesans sonrası gelişmelerin yer aldığı modern bilim şeklinde dört aşamaya ayrılır (Yıldırım, 2012: 13-14). Yapılan bu ayrım genel kabul görmüş bir ayrım olmasa da bilim tarihinde iz bırakan önemli tarihsel dönemleri kapsamaktadır. Bunun dışında literatürde bilimin gelişimi veya tarihi incelenirken yukarıdaki uygarlıklara ek olarak Çin, Hint, Eski Amerika gibi uygarlıkları da içine alan veya Yakın Çağ, Yeni Çağ şeklinde zamansal bir sınıflandırma yapılmaktadır (Doğan, 2013; Topdemir ve Unat, 2013). Diğer bir sınıflandırma şekli ise buluşların veya bilim insanlarının/mucitlerin esas alındığı gelişim çizgisidir (Crofion, 2013; McClellan ve Dorn, 2013; Sencer, 1998).
 
Benimsenen bilimsel yöntem, icat, mucit, coğrafya şeklindeki ayrımların tümünü kapsayan bilimin gelişimi ile ilgili yerinde bir dönemleştirme Bernal tarafından ortaya konmuştur. “Tarihte Bilim” kitabında 1950’lerin ortalarına kadar bilimin gelişimi anlatılmaktadır. Bernal bilimin toplumsal konumunun üç evresini şu şekilde açıklamaktadır: 1890’larda hâlen profesörün küçük laboratuvarı, mucidin arka odası ile kişisel bilim çağı yaşanmaktadır; yirminci yüzyılın başında, yüksek harcamaların yapıldığı araştırma laboratuvarları, üniversiteler ve mali destek gören araştırma enstitüleri ile sınaî bilim çağı ve son olarak ilk kez Sovyetler Birliği ile ortaya çıkan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında evrenselleşen devlet bilimi çağı gelmektedir (Bernal, 2009b: 25).
 
Modern çağın ilk yıllarında, 1450’lerden 1750’lere kadar, bilim çoğu okuryazar olmayan zanaatkârların icatları ve yapmış oldukları yeniliklerle ilerlemiştir. 16. ve 17. yüzyılın bilimsel devrimi ve 18. yüzyılın Sanayi Devrimi boyunca gerçekleşen nesnel gelişmelere karşın kuramsal gelişmeler bunları çok geriden takip etmiştir (Conner, 2009: 20). Bu anlamda yeniliklerin çoğu merak, ihtiyaç veya birtakım ödüllere sahip olmak amacıyla yapılmıştır (Sağlam, 2009: 3). Ancak tarih boyunca hükümdarlar, devletler ve diğer politik varlıklar yararlı bilgiye çoğu zaman değer vermiş ve bu bilgiye sahip olanları desteklemiştir. Devlet liste tutabilen, hasat ve mevsim zamanlarını hesaplayabilen, güneş ve ayı izleyebilen, vergi toplayan, hastaları iyileştirebilen, kamusal çalışmaları yönlendirebilen, harita çizebilen vb. faaliyetleri yerine getiren kişileri desteklese de bilimin devletin örgütlenmesi üzerindeki pratik etkileri 19. yüzyıla kadar yetersiz kalmıştır (McClellan ve Dorn, 2013: 425-426). Sanayi Devrimi’nin bilime dayalı ikinci aşamasında, 19. yüzyılın son çeyreğinde, bilim politikaları önce firma düzeyinde doğmuş ki bu sınaî bilim çağının başlangıcıdır, daha sonra İkinci Dünya Savaşı ve ertesinde siyasi ve toplumsal alanda devlet politikası şeklinde ortaya çıkmıştır (Türkcan, 2009: 207).
 
Bilimin araçsal kullanımının sistematik politikaya dönüşümü bilim politikasının iki farklı şekilde tanımlanmasının önünü açmaktadır. Eğer kamu politikasının en genel tanımlarından biri olan ‘devletin yaptığı veya yapmadığı her şey ifadesi (Dye, 1987: 1) referans alınırsa bilim politikası ‘devletin bilim ile ilgili yaptığı ya da yapmadığı her şey’dir. Bu anlamıyla devletin bilim ile ilgili tutumunu ifade eden bilim politikası tarihsel olarak, Mezopotamya’da Sümer uygarlığı yöneticilerinin tapınaklarda toplanan ve daha sonra dağıtılan ürünlerin miktarlarının unutulmaması için tabletler üzerine işaretleme yaparak 60 tabanlı konumsal bir sayı sistemini geliştirmelerine veya Büyük İskender’in seferleri esnasında mühendisler ve coğrafyacılar gibi bilim insanlarını yanına alıp incelemeler yaptırması ve haritalar çıkarttırması şeklinde ampirik incelemeler yaptırdığı bir politika izlemesine kadar (Yıldırım, 2012: 17-37) geri götürülebilir.
 
Günümüzde eğitim, sağlık, güvenlik gibi devlet içinde kurumsal bir nitelik, sistemli ve sürekli bir faaliyet olarak bilim politikası yirminci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu durumda bilim politikası ile kastedilen, bilimin devlet bünyesinde kurumsal bir nitelik kazanarak devlet tarafından yapılan ya da devletin kendisi üretmese de üretilmesini teşvik ettiği, desteklediği ve bunun için hukuksal zemini hazırladığı politikadır. Bu şekliyle bilim politikası kavram olarak yenidir ancak yukarıda açıklandığı gibi iktidarların bilime ilişkin olumlu ya da değil bir tutumu sürekli olmuştur. Bu anlamıyla bilim politikasının tarihi tartışılmaya hazır bir zemini içermektedir. Ancak bu çalışmada, sosyal bilimlerde sıklıkla başvurulan olguların doğuşunu olabildiğince eskiye dayandırma şeklindeki bir yaklaşım yerine bilimin iktidar tarafından kullanımının nasıl değiştiğini ortaya koymak amaçlanmıştır. Bu nedenle modem bilimden günümüze bilimin gelişim süreci içinde iktidarı temel aktör olarak ele alan bir yaklaşım benimsenmiştir.
 
Bilim-iktidar ilişkisi
Çalışmada bilim-iktidar ilişkisi üç dönemde incelenmektedir. İncelemede ilk olarak, modern bilimin doğuşu başlangıç noktası olarak alınmıştır. İkinci dönem sanayi devrimi ile başlatılmıştır. Son olarak, yirminci yüzyılda bilim- iktidar ilişkisi ayrıca incelenmiştir. Bu üç dönemi incelemeden önce bilim- iktidar ilişkisi bağlamında ortaçağa ilişkin kısa bir değerlendirme yararlı olacaktır.
 
Ortaçağda yaşanan bilimsel gelişmeler, milattan önce 4. yüzyılda Antik Yunan ve onu izleyen Helenistik çağ biliminin başarısı karşısında çok geride ve 17. yüzyıl bilimsel etkinlikleri ile karşılaştırıldığında ise oldukça önemsiz kalmıştır. Bu durum iki şekilde açıklanmaktadır. Birincisi ortaçağda evreni anlama ve gerçeği bulma tutkusunun oluşacağı koşulların bulunmayışı, ikinci olarak bilimsel gelişmeyi insanın doğaya egemen olmak için göstereceği çabanın ve üretim araç ve yöntemlerindeki ilerlemenin bir sonucu sayan anlayışın olmayışıdır. Netice itibariyle ne bilime bakan yönü ile entelektüel ilgi ne de teknikle ilişkili olan pratik kaygının en azından yeterli olmayışı nedeniyle önemli bilimsel gelişme yaşanmamıştır (Postan, 2012: 172-173).
 
Katolik Kilisesi, Ortaçağ’ın tamamında ve Rönesans’ın uzun bir bölümünde tüm Avrupa’ya egemen olan bilgisel otorite olmuştur. Bilginler ruhban sınıfının üyesiyken eskiçağ bilgisinin çalışıldığı üniversiteler ise Kilise okullarıdır. “Karanlık çağ”ın sonrasında, belirli bir dönem bilgi geleneği Kilise tarafından desteklense de, onuncu yüzyıldan önce ve on altıncı yüzyıldan sonra genel tutum bilim karşıtlığı şeklindedir (Kuhn, 2007: 183). Skolâstik yönteme dayanmak, Hıristiyanlığa ve kilisenin otoritesine bağlılık özellikleri nedeniyle Antik Yunanda deneyimi, gözlemeyi ve bilinç aracılığı ile kavramayı açıklayan theoria kavramı; ortaçağda güven anlamına gelecek şekilde duanın çeşitli formlarını ifade etmiştir. Böyle bir ortamda bilimsel faaliyetler gözlem ve deneye yerine, Kutsal Kitap’ın sağladığı bilgiler ile kıyas yöntemine dayanmıştır (Topdemir, 2012, 73).
 
Bir inanç dönemi olarak ortaçağda nitelikli bilim insanları bulunsa da bunlar genellikle dini tartışmalar ve dinsel konularla ilgilenmiştir. Bunun yanı sıra denetim ve koruma eğiliminin kök saldığı bu dönemde ekonomik olarak, işkollarında uygulanan teknik yöntemler de gizlilik içinde tutulmuştur. Bu durum bilim dünyasının gelişen teknikten habersiz olmasının yanında bilim insanlarının endüstriyi etkilemekten uzak kalmasına neden olmuştur. Bu dönemin önemli özelliklerinden biri de teknoloji ve bilimin birbirinden uzak olmasıdır (Postan, 2012: 174).
 
Ortaçağ’da Kilise’nin hâkimiyeti altında olan bilim, teolojik gerçeklerin aydınlatılmasının bir aracı konumunda olmuştur. Bu dönemde en büyük ihtiyaç, ‘insanın yeryüzündeki gerçek amacına dayalı Hıristiyanlığın doğruluğunu’ göstermektir (Bernal, 2009a: 299). Kilisenin desteklediği böylesi bir bilim geleneği içinde iyi bir eğitim alan Kopernik, Kilise tarafından benimsenen Aristotelesçi bilimin benimsediği yer merkezli evren modeli yerine güneş merkezli evren modeli ile kilisenin Ortaçağ dünya görüşünden kopuşun adımını atmıştır (Sunay, 2009: 88).
 
1500’lerden 1700’e kadar geniş bir süreyi kapsayan bilimsel devrimin tarihi, Nikolas Kopernik (1473-1543), Tycho Brahe (1546-1601), Johannes Kepler (1571-1630), Galileo Galilei (1564-1642), Francis Bacon (1561-1626), René Descartes (1596-1650), Isaac Newton (1642- 1727) gibi bir dizi bilim insanının katkıları ile anlatılmaktadır. Ancak sayısız adsız insan bu sürecin içinde yer almıştır (Conner, 2013: 260) ve ortaçağdan önceki dönemlerde yaşanan bilimsel gelişmeler modern bilimin kaynağını oluşturmaktadır (Forti, 1997a).
 
Modern Bilimin Doğuşu Sürecinde Bilim-İktidar İlişkisi
Literatürde modern bilimin doğuşu ile Galileo Galilei’nin çalışmaları ve deneye dayalı yöntemin zaferinin aynı döneme denk geldiği yönünde ağırlıklı görüş birliği söz konusudur (Forti, 1997b: 23). Galileo’nun deney uğruna Aristotelesçi dünya görüşünün kaynağı metinleri reddederek Piza Kulesi’nden ağırlığı eşit olmayan iki cismin yere aynı anda düştüğünü gözlemesi şeklindeki popüler hikâye modern bilimin başlangıcı sayılmaktadır (Kuhn, 2007: 164­166). Bu anlamda modern bilime yol açan değişikliklerden en önemlisi doğanın deneysel yoldan ve özel araçlar yardımıyla öğrenilebileceği düşüncesinin ağırlık kazanmasıdır. Bu değişiklik 16. yüzyılda başlamış ve 17. yüzyılda büyük oranda gerçekleşmiştir (Lily, 2012: 194). Kişiler üzerinden bilimin geliştiği bu dönemde bugün anladığımız anlamda bilimsel metodu kullanması açısından, bilim ve iktidar ilişkisinde simgeleşmiş bir sima olan Galileo’nun (Forti, 1997b: 24) bilimsel devriminde özel bir yeri vardır. Astronomi ve fiziğe sunmuş olduğu katkılar nedeniyle 17. yüzyılda Newton’da tamamlanan bilimsel devrimin başlatıcısı kabul edilmektedir (Yıldırım, 2012: 101). Bilimsel devrimin bu iki önemli isminin iktidar ile ilişkisinin incelenmesi hala kişisel bilim çağının yaşandığı modem bilimin başlangıcından Sanayi Devrimi’ne kadar değişen bilim-iktidar ilişkisini göstermesi açısından önemlidir.
 
Galileo kazançlı bir meslek olan tıp eğitimini matematiğe olan merakından dolayı 1585’te bırakmış ve diplomasını almadan ayrıldığı Pisa Üniversitesi’ne 1589’da matematik hocası olarak atanmıştır. Ancak Aristotelesçi görüşlere karşı çıkan tavırları nedeniyle 1591’de buradan ayrılmış ve bir yıl sonra Padova Üniversitesi’nde matematik profesörü olarak göreve başlamıştır (Topdemir ve Yinilmez, 2009: 27-30). Bir teoloji profesörünün yaklaşık sekizde birine denk gelen kazancının yetmemesi nedeniyle ayrıca özel dersler vermiş (McClellan ve Dorn, 2013: 262) pergel, pusula, gönye, sulama makinesi gibi aletler yapıp satmıştır. Bunun yanı sıra Venedik Krallığının gemicilik ile ilgili temel sorunları, Tahkimatlar El Kitabı ve Askeri Mimariye Kısa Giriş eserlerinde olduğu gibi askeri sorunlar Galileo’nun ilgilendiği diğer bazı meselelerdir (Minois, 2010: 29-30).
 
Bilimsel devrimde üniversitelerin etkili bir merkez olmadığı bu dönemde, bilim için en iyi ortam Rönesans saraylarıdır ve Galileo da Medici saray desteği ile kariyerini şekillendirmiş ve bilimsel çalışmalarını geliştirmiştir. Avrupa sarayları sanatçı, doktor, astronom, matematikçi, mühendis, mimar gibi birçok alanda uzmanlar çalıştırmışlardır. Toplumsal ve kültürel bir sistemin göstergesi olan saray temelli koruyuculuk, patronların yararlı hizmet sağladığı ve saygınlık kazandığı buna karşın bilim insanlarının desteklendiği bir sistemdir. Sarayları tamamlayan bilimsel kuruluşlar olarak Rönesans akademileri de yasal olarak çalışan ancak devletçe onaylı olmayan ve bu nedenle patronların desteği ile yaşayan kurumlardır (McClellan ve Dorn, 2013: 260-265). Bu sistem zamanla bilim insanlarını müşterilerini arayan mucitler konumuna getirmiştir (Damak, 2013: 53).
 
Galileo mekanik sanatların hızla geliştiği o yıllarda şöhretini büyük ölçüde askeri uygulamaların konusu olan fırlatma hareketleri üzerine yaptığı araştırmalarına borçludur (Conner, 2013: 298). 1608’de Hollandalı gözlük yapıcılarının dürbün icat ettiğini duyunca kendisi de bunun üzerinde çalışıp aletin büyütme yeteneğini 8-10 kat arttırmıştır. Galileo eniştesine yazmış olduğu mektupta, artık bir teleskopa dönüşen bu yeni aleti Venedik’in senato ve yöneticilerinin görmek istediklerini, çünkü bu aletin seksen kilometre uzaklığındaki bir nesneyi sekiz kilometreye kadar yaklaştırdığını belirtmiştir (Bronowski, 2009: 156). Galileo bu casus aletinin büyütme kapasitesini 20-30 kat arttırdıktan sonra gökyüzünü incelemiş ve daha önce kimsenin görmediği sayısız yıldızın var olduğu bilgisini yazdığı 40 sayfalık Çok Yıldızlı Haberci yi yazmıştır. Bu kitabı iş veya patron arayan birinin içgüdüsü ile Toscana büyük dükü II. Cosimo de Medici’ye adamıştır.3 Teleskopu Venedik senatosuna hediye ederek üniversitede yaşam boyu iş ve ücret artışı elde eden Galileo, ders yükünden kurtulacağı ve araştırmalarına güçlü bir koruyuculuk altında daha fazla vakit ayırmak düşüncesi ile Floransa’nın saray görevini kabul etmiştir. Medici sarayı da buna karşılık mühendislik deneyimlerine sahip ve faydalı işler yapacak birini bünyesine katmıştır (McClellan ve Dorn, 2013: 262-264).
 
Döneminde ezber bozan bilimsel yöntemi kullanması nedeniyle erken yaşta ün kazanan Galileo’nun içinde bulunduğu tartışmalar, bilimin hakikat nitelikli oluşu ve bunun Kilise öğretisi ile çelişen yapısı nedeniyle kaçınılmaz bir şekilde teolojik boyuta evirilmiştir. Galileo’nun, ömrünün sonlarında yerin güneş etrafında döndüğünü savunması ve İki Dünya Sistemi Üzerine Diyalog isimli bir kitap yazması, o güne kadar kendisine dostça davranan Papa’nın aksi tavır takınması ve Floransa’da kendisini koruyan Büyük Duka’nın Galileo’yu koruması halinde maddi ve manevi cezaya çarptırılma tehdidi ile sonuçlanmıştır.
 
Mahkeme; Galileo’yu, dünyanın günlük harekette bulunduğuna dair bilimsel görüşleri, bu fikirleri besleyen öğrenciler yetiştirdiği, bu görüşleri meslektaşları ile tartıştığı, konu ile ilgili mektuplar yazdığı, Mukaddes Kitabı görüşlerine göre yorumladığı, kitap yazdığı suçlamalarıyla, diğer bir tabir ile iktidarın benimsediği öğretiye karşı çıkması nedeniyle cezalandırılmıştır. Mahkeme görüşlerinden vazgeçmesi ve tövbe etmesi halinde affedileceği ancak gelecekte başkalarının da aynı duruma düşmemesi için büsbütün cezasız kalmaması gerektiğini belirterek Galileo’nun kitabının basımını yasaklayarak mahkûm etmiştir. Galileo’da kendi görüşlerine lanet ederek bir daha bu türden görüşlerini sözlü veya yazılı ifade etmeyeceğini belirtmiştir (Russell, 1969: 20-31).
 
Görüldüğü üzere bilim ve bilim insanları iktidarın benimsemiş olduğu öğretiler dışına çıkmadıkça iktidar tarafından desteklenmiştir. Ancak öğretilere ters düşen bilimsel gerçekler söz konusu olduğunda iktidar ideolojisi bilime karşı durma politikasını bir tutum olarak sergilemiştir.
 
Modern bilimin önemli isimlerden birisi de Isaac Newton’dur. Newton’dan önceki dağınık ve birbirinden kopuk bilimsel çalışmalar onunla birlikte teorik düzeyde bir sistem olarak ortaya çıkmış ve modern bilim yetkin düzeye erişmiştir (Yıldırım, 2012: 105). Gözlemi, deneyi ve matematiği çalışmalarında birleştiren Newton, daha önce yapılan bilimsel çalışmalardan faydalanarak göksel cisimlerin uzay boşluğunda yüzdüğünü, evrendeki tüm cisimlerin birbirlerini belli bir kuvvetle çektiğini, bu cisimlerin birbirlerinin görece cisimleriyle doğru, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı değiştiğini belirtmiştir (Butterfield, 2012: 204). Newton’un başarısı fizik bilimlerini zirve noktaya taşıyarak diğer bilimlere model gösterilmiştir. İdeoloji ve inançlar kendi görüşlerini bilim ile temellendirme veya açıklamaya başlamışlardır (Taslaman, 2008: 36-37).
 
Newton’un başarısı içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik koşulların gerektirdiği konular üzerine yaptığı çalışmaların bir sonucudur. Bu konuda Sovyet fizikçi Boris Hessen (2009) The Social and Economic Roots of Newton ’s Principia isimli kapsamlı bir çalışma yapmıştır. Hessen incelediği dönemin toplumsal ve ekonomik sistem içinde belirleyici olan üç önemli alanı olarak iletişim/ulaşım, sanayi ve savaş endüstrisini seçmiştir. İletişim alanında; 14. yüzyılda kara yolları çok kötü durumdadır buna karşın deniz ve su taşımacılığı hem gemilerin yük kapasiteleri hem de hızları nedeniyle daha tercih edilir olmaktadır. Ancak mevcut durum istenilen ticareti sağlamada yetersiz kaldığından su taşımacılığı alanında birtakım teknik gelişmelere ihtiyaç duyulmaktadır. Gemilerin tonaj kapasitesi ve hızlarını arttırmak, batma ihtimalini azaltmak, denizde enlem ve boylamı, manyetik sapmayı, gelgit zamanlarını belirlemek, kanallar ve yükseltme havuzları ile iç suyollarını denizlere bağlamak şeklindeki sorunların çözülmesi sıvı içinde yüzen kütlelerin tabi olduğu yasaların bilinmesi, göksel cisimlerin gözlemlenmesi ve sıvıların akışının tabi olduğu yasaların bilinmesine bağlıdır.
 
Sanayi alanında, 14. ve 15. yüzyılda madencilik sanayisi büyük ölçekli sanayiye doğru gelişmektedir. Savaş sanayisinin gelişmesi demir ve bakır madenciliğine rağbeti arttırmıştır. Ancak madenlerin daha etkili kullanılabilmesini engelleyen bir takım sorunlar vardır ve bu sorunları ortadan kaldıracak teknik gereklidir. Dönemin sanayi alanındaki problemleri; derinden maden çıkarılması için asansör inşa edilmesi, havalandırma gereçleri için hava akımlarının incelenmesi, madenlerden suyun pompalanmasını sağlayacak pompaların inşası, yüksek fırınlara dayalı üretime geçiş için hava basıncına ilişkin araştırmaların yapılması, düşen suyun gücüyle çalışan preslerin ve ağır çekiçlerin inşasıdır.
 
Savaş ve savaş endüstrisi alanında, 14. yüzyılın ortalarından itibaren top ve ateşli silahlar Avrupa’nın birçok yerine yayılmıştır. Bu alanda birçok bilim insanı çalışmış ancak 17. yüzyılın ortalarında geliştirilen siperler ve hisarlar topun etkisini ortadan kaldıracak düzeye erişmiş ve bu durum silahların geliştirilmesi talebini beraberinde getirmiştir. Silahların geliştirilmesi için mekaniğin geliştirilmesine bağlı olan teknik problemler şunlardır: minimum ağırlık ve sağlamlık, rahat ve doğru nişan, merminin hava içinde izlediği yol, hava direncinin merminin hızına bağlılık oranı, merminin yolundan sapması.
 
Belirtilen yer ve gök mekaniğine dair genel problemler neredeyse o dönemdeki tüm fizik konularını kapsamaktadır ve birçok kişi bu konular üzerine çalışma yapmıştır. Ancak bu problemler için genel yöntemi ortaya koyan Newton’dur. Newton ünlü eseri Principia” da mekanik problemlerin büyük çoğunluğunu çözecek yöntemi sağlamıştır. Hessen’in çalışması öncelikle Newton’un hayatını ve çalışmasının maddi, teknik arka planını ele almakta ve onun çözümü için neredeyse ömrünü adadığı mekanik sorununun özellikle ordu ve donanmanın ihtiyaç duyduğu teknikler başta olmak üzere dönemin güncel teknik gereksinimleri tarafından nasıl koşullandığını göstermesi açısından diyalektik yöntemin iyi bir örneğidir. Ancak Newton’un neden bu konular üzerine çalıştığı ve araştırması için gereken materyali nereden sağladığı sorularının cevabını içeren bu yorum analizin bir kısmını oluşturmaktadır. Diğer taraftan mülkiyet temelinin topraktan ticaret ve sanayiye geçmesi sonucunda sarsılan ve yeniden şekillenen dönemin dinsel görüşleri de önemlidir. Newton’un fiziği teolojisiyle bezenmiştir ve bu fizik yaklaşımı Newton sonrası bilimin ideolojik içeriğini etkilemiştir (Bernal, 2011a: 96).
 
Bilim devriminin başlatıcılarından olan Galileo ile devrimin yetkinliğe ulaşmasını sağlayan Newton’un iktidar ile olan ilişkileri gelişen toplumsal ve ekonomik sisteme göre farklılaşmıştır. Galileo yapmış olduğu bilimsel çalışmalar nedeniyle takdir edilmiş ve kimi kazanımlar elde etmiştir ancak çalışmaları iktidarın öğretileri ile çelişmeye başlayınca iktidarın tutumu tamamen farklılaşmış ve ömrünün sonuna doğru tüm çalışmalarını reddiyeye davet eden bir mahkeme emri ile tahkir edilmiştir. Galileo’nun öldüğü yıl doğan Newton ise yükselişe geçen burjuva ve değişen toplumsal ve ekonomik koşullar paralelinde yoğunlaşan taleplere çözüm bulduğu için 85 yaşına kadar ‘saygın’ bir yaşam sürmüştür.4 Bu durum skolâstik düşüncenin burjuva ideolojisi karşısında yenildiğinin ve değişen iktidar ilişkilerinin farklılaşmış tezahürüdür.
 
Kısaca, ticaret sermayesi çağında, üretici güçlerin bilimin karşısına çıkarmış olduğu çözüm bekleyen taleplere ortaçağ üniversitelerinin tutucu ve yeni bilime karşıtlığı şeklindeki tavrının çözüm bulması beklenemezdi. Üniversite bilimi ve üniversite dışında burjuvaziye hizmet eden bilim arasındaki mücadele feodalizm ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin yansıması olmuştur (Hessen, 2010: 84-88). Ekonomik olarak 17. ve 18. yüzyılda benimsenen merkantilist politikalar modern bilimin kendilerine fayda sağlayacağı düşüncesiyle İngiltere ve Fransa’nın bünyelerindeki bilim akademilerini teşvik etmesi ile sonuçlanmıştır (Rostow, 1970: 257-258). İngiltere’de 1645’te görünmez kolej ortaya çıkmış ve daha sonra KraliyetAkademisi’ne; aynı şekilde 1631’den başlayarak Paris’te Etienne Pascal salonunda düzenlenen toplantılar 1666’da resmileşerek Bacon’un öncülüğünü yaptığı Fransız Kraliyet Bilim Akademisi’ne dönüşmüştür. Zira denizcilikte, savaşta ve sanayide büyük faydalar sağlayan bilim, koruyuculara ve üniversitelere bırakılamayacak kadar önemli hale gelmiştir (Bernal, 2011b: 35). 17. yüzyılda bilimsel faaliyetlerin örgütlendiği kurumsal nitelikteki yapılar sadece bunlarla sınırlı değildir. Bilim Gönüllüleri olarak isimlendirilenler tarafından Avrupa’nın çeşitli yerlerinde kurulan birçok dernek vardır. Roma’da kurulan resmi bir kurum olan ve Galileo’nun da üyesi olduğu Lincei Akademisi; tabiat felsefesinin ortaya koyduğu konular ile ilgili deney yapan ve bunları yayımlayan Floransa’da Medici dükünün himayesinde kurulan Deney Akademisi; Fransa Kraliyet Bilim Akademisi’nin çekirdeği sayılan Montmur Akademisi ve İngiltere’de kurulan Greshaim Koleji bunlardan bazılarıdır (Duran, 2002: 116-117). 17. yüzyılda birçok bilimsel gelişmeye katkıda bulunan bu derneklerden bazıları kraliyet himayesinde bulunmuş, finansal destek almış ve resmi statüye sahip olmuştur (Westfall, 1994).
Bilimsel devrim, bilimi Katolik üniversite âlimlerinin hâkimiyetinden kurtarırken, Protestan reformu, Amerika’nın keşfi, skolâstik entelektüel otoritenin zayıflamasının etkisiyle seküler ve ticari bir elit sınıfın egemenliği altına sokmuştur. Bu değişim aristokratik düzenden kapitalist düzene geçişin bir sonucu ve destekleyici özelliğidir (Conner, 2013: 360). Hessen’in Newton’un felsefesinin dâhil olduğu burjuvazinin özelliklerini taşıdığına dair tezi, basitleştirilmiş bir durum (Baumer, 2011: 772) ya da katılması güç bir görüş olarak görülse de (Türkcan, 2011: 161) bilimin gelişmesi ile modern kapitalizmin doğuşu arasındaki zamansal aynılık (Henry, 2008: 92) rastlantısal değildir. 15-17. yüzyıllar arasında gelişen bilim, burjuvazinin 15 ve 16. yüzyıllardaki yükselişine ve 17. yüzyılda İngiltere ve Hollanda’da elde ettiği siyasal zafere damgasını vuran büyük ticaret ve sınaî atılımını yakından izlemiştir. Modern bilimin doğuşu kapitalizmin doğuşunun hemen arkasından gelir (Bernal, 2009a: 430). Diğer bir ifade ile toplum yaşamının köklü bir değişimi olan kapitalist dönüşüm, bilim ve teknoloji alanında ortaya çıkan büyük atılımdır ve modern bilim bu dönüşüm içinde oluşmuştur (Şaylan, 2009: 197).
 
Sanayi Devriminden Dünya Savaşlarına Kadar Olan Dönemde Bilim- İktidar İlişkisi
Genel olarak insanlığın evrimsel bir gelişme çizgisi üzerinde ilerlediğine dair kanaat pek çok yazar tarafından paylaşılmaktadır (Parlak, 2004: 95). Bu gelişme içinde avcılık ve toplayıcılık, tarım toplumu ve sonra sanayiye dayalı toplum gelmektedir. Böyle bir sınıflandırmaya gidilmesinin nedeni her toplum biçiminin dayandığı bir geçim biçimi, buna bağlı bir yaşam ve bir düşün biçimi olmasıdır. Bu anlamda tümdengelimle sonuç çıkarma mantığına dayanan ortaçağ tarım toplumundan doğa bilimlerinin gelişmesiyle birlikte tümevarım mantığına dayanan sanayi toplumuna geçiş yaşanmıştır (Şenel, 1982: 3-6). Üretim hacminin büyümesi ve fabrikalara bağlı kitlesel üretim temelinde yükselen bu yeni toplumda yönetim, ekonomi, kent, siyaset, sınıf yapısı vb. birçok olgu köklü biçimde değişmiştir (Çalık ve Çınar, 2009: 77-88). Modern bilim ile gelişen tekniğin bir sonucu olarak Sanayi Devriminin hızlı ilerleyen yapısı ekonomik yapının değişimine, bu değişimde siyasal yapının ve ona ait unsurların ve anlayışların değişimine neden olmuştur (Durdu, 2009: 40-41).
 
17. yüzyılda genişleyen pazarlardan gelen talebi karşılayamayan manüfaktür, artan yeni üretim araçlarının geliştirilmesi talebi karşısında yerini makinenin gelişmesine yani piyasanın ihtiyaçlarının sonucu olarak Sanayi Devrimine bırakmıştır (Giddens, 2010: 74). Liberalizmin yerleşmesini sağlayacak yapısal ve düşünsel değişimlerin temelleri üzerinde gelişen Sanayi Devrimi, ilk olarak dış ticaretin gelişip sermaye birikiminin hızlandığı, teknik icatların ve yeni ekonomik buluşların doğrultusunda üretime makineyi, motoru ve organizasyonu uygulayan İngiltere’de görülmüş ve sonra Fransa ve Batı Avrupa’dan Amerika’ya yayılmıştır (Çetin, 2002: 88).
 
Sanayi Devrimi bilim ve teknolojinin üretim sürecine uygulanmasının bir sonucudur (Caryle, 2011: 1394). Makine biçimine dönüşen emek araçları; insan kuvvetleri, el ve el alışkanlıkları yerine bilimin bilinçle uygulanmasını gerektirmektedir. Büyük fiziksel kuvvetler ve doğa bilimleri üretim sürecine katılarak emeğin üretkenliği arttırılır (Marx, 2003: 337-338). Bu anlamda sanayileşmenin en belirgin özelliği canlı enerji kaynaklarının yerini cansız enerji kaynaklarının almasıdır. Yani üretimin elle yapıldığı sistemden makine ile gerçekleştirildiği fabrika sistemine geçilmesidir. Bu dönemin belirgin bir diğer özelliği ise benzeri daha önce görülmemiş bir şekilde piyasa genişlemesinin yaşanmasıdır (Üşür, 2011: 222).
 
Sanayi Devrimini simgeleyen kaynaklardan demir, sanayileşmenin temel gereksinimlerindendir. Ancak demirin temini alternatif bir enerji olarak kömürün, demirin ergimesi5 için uygun olmaması ve kerestedeki kıtlık nedeniyle sınırlanmıştır. Bu durum taş kömürünün yararlı bir yakıta dönüşmesini sağlayacak bir değişimi gerekli kılmıştır. 1784’te Henry Cort, kömür kullanarak dökme demiri dövme demire dönüştürmek için eriyiğin karıştırılmasını içeren ve üretkenliği arttıran karıştırma sürecini geliştirmiştir. Bu değişiklikler demirin önündeki sınırlılıkları kaldırmış ve İngiltere’nin 18. yüzyıl boyunca yılda 25 bin tondan az olan demir üretimini on kat arttırmıştır. 1788’den 19. yüzyıl ortalarına kadar demiryolu yapımının artması paralelinde demir üretiminde kırk kat artış olmuştur. Kömüre artan talebi karşılamak için madencilerin toprağı daha derin kazmalarını ve bu da başka bir probleme, kuyuların su basmasına neden olmuştur. Hayvan gücüne dayanan geleneksel pompaların yetersizliği pompaların çalışması için daha etkili bir güç kaynağı ihtiyacını doğurmuştur. Thomas Newcomen 1712’de pratik buhar makinesini icat etmiştir (McClellan ve Dorn, 2013: 324-329; Conner, 2013: 435-436).
 
Daha sonra James Watt (1736- 1819) suyu kömür ocaklarından pompalamak için geliştirdiği buhar makinesinin pamuk eğirmekte ve dokumakta kullanılabileceğini gören Matthew Boulton (1728-1809) ilk buhar makinesini İngiltere’de bir atölyeye satmıştır. Bundan 10-15 yıl sonra pamuklu tekstil ürünlerinin fiyatı %75 düşmüştür. Watt’ın 1776’da patentini aldığı geliştirilmiş buhar makinesi Sanayi Devriminin başlangıcı veya motoru sayılmaktadır (Drucker, 2014: 103; Nair, 2009: 316). Nitekim icadından 14 yıl sonra, 1800’e gelindiğinde, 30 kömür ve 22 bakır madeninde, 28 dökümhanede, 17 bira fabikası ve 84 pamuk imalathanesinde bu makine kullanılmıştır (Huberman, 2012: 193). Sonuç olarak enerji üretiminde kömür ve buharın, inşaat sektöründe çelik ve demirin kullanılması ve hızlı bir biçimde gerçekleşen teknolojik, sosyal ve ekonomik değişim yaşanmıştır. Bu da tarım toplumu olan İngiltere’yi ve ardından diğer Avrupa ülkelerini sanayi toplumuna dönüştürmüştür (Bahar, 2009: 72).
 
Sanayi Devrimi öncesinde yakınlaşan bilim ve teknik, modern bilimle ve özellikle de 1765-1850 Sanayi Devrimi sürecinde birbirine iç içe geçmiştir. Foucault (2002: 189-190) teknik bilmelerin hızla çıkış yaptığı 18. yüzyılda bilmelerin; farklı, çok biçimli ve dağınık bir halde coğrafi bölgelere, şirketlerin ve atölyelerin büyüklüğüne, bunları elinde bulunduranların toplumsal kategorilerine, eğitimine ve zenginliğine göre farklılıklarıyla var olduklarını belirtmektedir. Bu bilmeler teknolojik bilmelerin sırrının zenginlik ve birbirlerine oranla bağımsızlıklarının bireylerin bağımsızlığı anlamına geldiği toplumda birbirleri ile savaşım içindedirler. Yani teknolojik bilme; “çok çeşitli bilme, sır bilme, zenginlik ve bağımsızlık güvencesi olarak işleyen bilme”lerin içerisinde işlemektedir. Ekonomik talepler ve üretim güçlerinin genişlemesi ve bilmelerin bedelinin artışı nedeniyle aralarındaki gerginlik artmıştır. Sonuç olarak en genel, sanayileşmiş ve yayılan bilme türleri en özel, en yerel ve zanaatsal olan bilmeleri hâkimiyeti altına almıştır. Foucault’a göre devlet aygıtı, dolaylı ya da dolaysız olarak bu savaşıma dört yöntemle müdahale edecektir:
 
  • Gereksiz bilmelerin saf dışı bırakılması,
  • Gizliliğin, coğrafi ve teknik sınırların kaldırılmasını sağlayarak bilmelerin daha kullanılabilir kılınması,
  • Bağımlı bilmeler olacak bilmelerin en somutundan en formeline dek bilmelerin sınıflandırılması,
  • Bilmelerin denetimini sağlayan büyük bir merkezileştirmenin olmasıdır.
Bilimin sanayinin boyutlarının belirlenmesi, standartlaştırılması, tasarruf sağlanması ve yeni yöntemlerin hayata geçirilmesinde vazgeçilemez bir gereksinim haline geldiği 19. yüzyılda, bilim uygarlığın ayrılmaz bir parçası olma konumu güvence altına almıştır. Ancak bu dönemde devlet kurumlarına karşı duyulan güvensizlik ve kapitalizme içkin bir mantık olarak doğrudan kâr getirmeyen herhangi bir iş için parasal destek bulmanın zorluğu nedeniyle bilimsel araştırmalar yeterli mali destek elde edememiştir ve bu araştırmalar hala kraliyet topluluğu gibi kurumlar ve varlıklı kimselere ait laboratuvarlarda yürütülmüştür (Bernal, 2011a: 40).
 
Modern bilimin matematiksel bir dil ile geliştirdiği kuramların teknolojiye uygulanması sonucunda, Sanayi Devrimiyle birlikte; makine yapan, üreten, çözen, çözümleyen, hesaplayan, onaran, denetleyen, tasarlayan, planlayan ve verim arttıran bir insan tipi olarak ‘mühendis’ ortaya çıkmıştır (İnam, 2004: 17). 19. yüzyılın sonundan itibaren büyük çaptaki endüstri araştırmaları ile bilim ve teknik birinci üretici güç olmuş ve tekniğin bilimselleştirilmesi tam olarak yerleşmiştir (Habermas, 2013: 54). Elektrik, termodinamik, kinematik, endüstriyel kimya, moleküler biyoloji gibi bilimlerin ortaya çıkması ile bilim ve teknoloji birleşirken, mühendisler yeni bilimleri öğrenmek için üniversitelere girmiştir. 19. yüzyılda yaşanan bu birleşme bugünkü bilimsel- teknolojik kültürü oluşturmuştur (McClellan ve Dorn, 2013: 321).
 
19. yüzyıl bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesi, yani yeni bilgi üretmek ve bilgi üretenleri üretmek üzere sürekliliği sağlayacak, entelektüel olarak üretken olma vaadi temelinde, kurumsallaşma sürecinin yaşanmasına tanıklık etmiştir. 17. ve 18. yüzyıllarda kraliyet akademilerinin çoğalması ve Napolyon’un okullar kurması iktidarın doğa bilimlerine destek olmalarının bir sonucudur. Doğa bilimcileri bu sebeple üniversitelere ilk zamanlar ihtiyaç duymamışlardır. Daha sonradan bunları üniversiteye çekenler üniversiteyi bilimsel çalışmaları için devlet desteği sağlamak amacıyla kullanan tarihçiler, dilciler ve edebiyatçılardır. Doğa bilimleri ile uğraşanların iktidar ve toplum nezdinde kazandıkları olumlu izlenimden yararlanmak istemişlerdir (Gulbenkian Komisyonu, 2012: 16-17).
 
Günümüz üniversitelerini etkileyen ve modern üniversitelerin felsefi temeli olarak kabul edilen önemli bir gelişme 19. yüzyılda Almanya’da ortaya çıkan Wilhelm von Humbolt’un mesleki öğretim ile araştırmanın birlikte yürütülmesi ilkesi temelinde kurduğu Berlin modeli Humboldt Üniversitesi’dir (Günay, 2007: 77). Bu model ile bireysel bilgi üretiminden toplu bilgi üretimine geçilmiştir. Eğitimin kamu hizmeti olarak görüldüğü modelde sanayi için üretilecek bilgi bir çatıda toplanmıştır. Burada enstitü, kütüphane, laboratuvar gibi bir bilim insanının tek başına sahip olamayacağı olanaklar sağlanmıştır (Arslanoğlu, 2002: 6). Berlin Üniversitesi, 1871’den sonra Fransa ve Anglo­sakson üniversite sistemine, diğer Alman üniversitelerine, İsviçre, Avusturya- Macaristan, Rusya ve İskandinav ülkelerine örnek model olmuştur (Günay, 2004). Alman üniversite sisteminde yapılan reform 19. yüzyılda bilimin düzenlenmesinin en önemli görüntüsünü temsil etmektedir (McClellan ve Dorn, 2013: 357). Fransa’da 18. yüzyılın sonlarında, Avrupa düşüncesine damgasını vuran sınırsız ilerleme düşüncesinin egemenliği altında, devrim ve imparatorluk bilimsel araştırmalar açısından elverişli kurumlar meydana getirmiştir. Bilim insanları yetiştirmek üzere, bilim ve edebiyat olmak üzere iki bölümden oluşan yüksek okul kurulmuştur. Üniversiteler bu dönemde bilimsel bilginin alt yapısını oluşturmuş bilim bir devlet meselesi, politik bir mesele haline gelmiştir (Russ, 2011: 288-290).
 
Sonuç olarak 16. ve 17. yüzyılın bilimsel devrimi ile 18. ve 19. yüzyılın Sanayi Devrimi üzerinden bilimi esas alarak bir karşılaştırma yapıldığında ekonomik yaşam arasındaki ilişkinin köklü bir biçimde değiştiği görülmektedir. Birinci devrim süreci içinde bilim doğadan bilgi elde etmeye yarayacak teleskop, mikroskop, termometre, barometre vb. araç gereçlerle denizcilik ve astronomi gibi dar bir alana hitap etmiştir. Ancak ikinci devrim süresi boyunca bilim, araç gereçlerin geliştirilmesine katkıda bulunmasının yanı sıra buharlı makine, türbinler, dinamolar, elektrikli motorlar ve kimya laboratuvarları gibi araç ve alanlarla doğayı keşfetmekle kalmamış onu değiştirme yetkinliğine erişmiştir.
 
Sanayi Devrimi boyunca bu çizgide hareket eden bilimin tanımlanan karakteristiğinin ardında, sermaye birikimi amacıyla sağlanan ve daha önce hiçbir dönemde görülmemiş kapitalist finans yatmaktadır (Bernal, 2009a: 51­582). 18. yüzyılda lokomotif üretmek için Watt’ın İngiliz sanayici Boulton ile yapmış olduğu işbirliği sonucu görülen bilim ve endüstri arasındaki etkileşim, sermayedarların şirketlerinde laboratuvarlar kurarak bilim insanlarını sanayide kullanmaları ve bilim-endüstri ilişkisinin resmileşmesine varmıştır (Resnik, 2004: 218). Tüm bu bağlamlar temelinde 19. yüzyılın ikinci yarısı içinde Avrupa’da yükselişe geçen ‘bilimcilik’ ve ‘bilim tapıncı’ gibi kavramlarda ifadesini bulan insanlığın sorunlarını yalnızca bilimin çözeceği anlayışı sadece o dönem açısından değil bugüne de açıklık getirecek önemliliğe sahip olmuştur (Russ, 2011: 317).
 
20. Yüzyıldan Günümüze Bilim-Devlet ilişkisi
Büyük dönüşümlerin yaşandığı 19. yüzyıl gibi 20. yüzyılda; kapitalizme alternatif bir dünya sistemi olarak sosyalizmin ortaya çıkışı, 1917 Ekim Devrimi, iki büyük dünya savaşı, soykırımlar, nükleer silahlar, insan türünün yeryüzünden silinme sorunu ile karşı karşıya kalması, bilim ve özellikle teknoloji alanındaki muazzam gelişmeler nedeniyle bir önceki yüzyıl gibi büyük değişimlerle geçmiştir (Şaylan, 2009: 19-20). 20. yüzyılın başlarında elde edilen farklı enerji kaynaklarıyla sanayileşme büyük bir hız kazanmıştır. Bilimsel araştırmaların sağladığı destek nedeniyle endüstri ve teknolojinin gelişmesi bu dönemin İkinci Sanayi Devrimi olarak nitelendirilmesini sağlamıştır (Kökocak, 2005: 16). Bu yüzyılda bilimin devletler açısından en önemli işlevi, ekonomik rekabet ve askeri üstünlük sağlamanın başat aracı olmasıdır.
 
Ekonomik olarak tekelci sermaye olarak adlandırılan gelişmenin yaşandığı 19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılın başı arasındaki dönem, sermayenin genişleme eğiliminin doğası gereği yoğunlaşma ve merkezileşme süreçlerine tanıklık etmiştir (Öngen, 2000: 317-318). Hafif sanayiden ağır sanayiye bir kayma olmuştur. Metalürji ve makine sanayi, maden ocakları sanayi, kimya, enerji gibi büyük tesisler isteyen ve yapımları için yüksek sermaye gerektiren sanayi alanları ön plana çıkmıştır (Lozovski, 1991: 123-124). Seri üretim gibi teknik yenilikler, büyük ölçekli kârlar elde etmenin yegâne yolu olan büyük ölçekli üretim için gereken sermayeyi ancak tekellerin karşılayabileceği düzeye çıkarmıştır. Kimya ve elektrik gibi büyük çoğunluğu ya da tamamı bilime dayalı sanayilerin tekelci bir karakter taşıması ve bilimin kendisinin de büyük çaplı sermaye gerektirmesi tekellerin oluşumuna yardımcı olmuştur (Bernal, 2009b: 13-14). Bu dönemde birçok bilim insanı sanayi laboratuvarlarında istihdam edilmiştir. Örneğin İngiltere’de 1930’larda sanayide istihdam edilen bilim insanı sayısı toplam bilim insanının yüzde 70’ini oluşturmaktadır (Bernal, 2011a: 63). Bilim tabanlı teknolojinin daha fazla genişlediği bu yüzyılda bilim ve teknoloji modern endüstride birbirine eşdeğer konuma gelmiştir (Basalla, 2013: 51). Bu süre içinde anılan gelişmeler nedeniyle işletmelerin boyutları büyümüş, bilim üretim süreçlerine sistematik bir şekilde uygulanmış ve üretim giderek hem çok uluslu hem de tekelci bir nitelik kazanmıştır (Belek, 1999: 5).
 
Bilimin bu önemliliği ekonomide sağladığı başarıların yanı sıra büyük oranda Birinci Dünya Savaşı’nda savaş sanatları bağlamında doğan ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Galileo’nun dürbününün daha o zamanlarda askerleri ilgilendiriyor ve her şeyi görebilmeleri için gerekiyor olması her ne kadar simgesel bir hikâye olarak öne sürülse de savaşın bilimi ve bilimin de savaşı etkilediği gerçeğini değiştirmemektedir (Acot, 2005: 105). Birinci Dünya Savaşı’nda gemiler, menzilli ve makineli tüfekler, toplar, obüsler, tank, denizaltı, savaş uçağı ve zehirli gazlar gibi bir kısmı savaştan önce ve bir kısmı da savaş içinde geliştirilen savunma ve saldırı araçları devletlerin birbirlerine karşı üstünlük kurma çabalarına hizmet etmek için kullanılmıştır (Yeşiltaş, 2009: 253-258). Savaş öncesinde birçok bilimsel hazırlık yapılmasına rağmen bunlar savaş koşullarında yetersiz kalmış ve bu durum bilim insanlarının hükümetler için zorunluluk olduklarını göstermiştir. Diğer bir tabirle Birinci Dünya Savaşı hükümetlerin bilimsel araştırmaların önemini kavramalarını sağlamıştır (Bernal, 2011b: 160-161).
 
Bilimin ekonomi ve askeri alanda sağladığı fayda, 1890’larda profesörün ya da mucidin kendi araştırma mekânlarını kullandıkları kişisel bilim çağından yeni yüzyılın yirmili ve otuzlu yıllarında egemen olan ve büyük maliyetlerle kurulan araştırma laboratuvarları, giderek gelişen üniversiteler ve artık mali destek gören araştırma enstitüleri ile sınai bilim çağına girilmesini sağlamıştır (Bernal, 2009b: 25). Sonuç olarak devlet ve sermaye açısından önemi kavranan bilimin tüm sorunları çözeceğine ilişkin düşünce -bilimcilik- 20. yüzyılın ilk birkaç on yılına hükmetmiştir (Conner, 2013: 462).
 
Birinci Dünya Savaşı bilimin savaşta neler yapılabileceğini göstermiştir. Askeri gereksinimlerin dürtüsüyle bilim insanları ve teknik ustaları bir araya getirilmiş ve görece kısıtlı maddi olanaklarla, bir düşüncenin deneyler yoluyla geliştirilip üretime dönüştürülmesi için yıllarca beklemek gerekmediği kanıtlanmıştır. Bu durumun tamamen kavranması ise İkinci Dünya Savaşı’nda olmuştur (Bernal, 2009b: 24). Bilim politikası kavram ve ilk uygulama alanı olarak İkinci Dünya Savaşı’nda ortaya çıkmıştır. Bilim politikasının ilk uygulama alanları askeri ve stratejik hedefler için araştırmaların büyük projelerle yönlendirilmesi ve hızlandırılması ile olmuştur (Türkcan, 2003: 154). İkinci Dünya Savaşı bilim ve yönetim arasındaki ilişkide bir dönüm noktasıdır. ABD başkanı ilk kez Beyaz Saray’a bir bilim danışmanı atayarak o güne kadar geçimlerini araştırma yaparak ve eğitim vererek sağlayan bilim adamları açısından yeni bir açılımda bulunmuştur (Mayor, 1997: 154-155). Bu anlamıyla 20. yüzyıl bilimin devlet mekanizması ile çok daha sıkı bir ilişki içine girdiği dönemdir. Devletin bilim alanına yoğun bir biçimde müdahil olmasının en somut örneği ABD’de Manhattan Projesi’dir (Ansal, 1997: 191­192).
 
ABD İkinci Dünya Savaşı’na girmeden kısa bir süre önce 1941’de Roosevelt tarihin en büyük bilim temelli araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) girişimi olan atom bombasının yapımı için girişim başlatmıştır. ABD’li General Leslie Groves’un komutasında Manhattan Projesi’nde ülkenin 37 farklı yerinde 43 bin kişinin çalıştığı ve maliyeti 2,2 milyar dolar olan proje, modern bilim ve teknoloji kullanımında bir dönüm noktası sayılmaktadır. Bu proje ile bilimin uygulamadaki gücü ortaya çıkmış ve hükümetin geniş ölçekli Ar-Ge’yi daha fazla kaynakla desteklemesi durumunda nelerin beklenebileceği görülmüştür (McClellan ve Dorn, 2013: 472-473).
 
Bilim ve askerlik ilişkisinin kökenleri eski Yunan’a kadar uzansa da İkinci Dünya Savaşı’na kadar bu ilişki gayri resmi ve düşük yoğunluklu olmuştur. Ancak savaş sonrası bilim insanları, mühendisler ve teknoloji uzmanları silahların kullanımı, taktik ve strateji geliştirmede önemli rol oynamışlardır (Resnik, 2004: 227). Foucault’a göre İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ilk defa siyasi iktidar, genel söylemi nedeniyle değil kendi denetiminde tuttuğu bilgi sayesinde entelektüelin -ABD’li fizikçi ve Manhattan Projesi’nin bilimsel başkanı olan Robert Oppenheimer’i kastederek- peşine düşmüştür. Ona göre entelektüelin bu yeni konumu onu siyasi bir tehdit haline getirmiştir (Foucault: 2005: 48). Hiroşima üzerinde patlayan bomba eski düzenin sahip olmadığı bilimin doğayı denetimi altına alması için insanoğluna sunduğu muazzam yeni gücü ifade etmektedir (Bernal, 2011a: 140).
 
Savaş sonrası dönemin ayırt edici bir özelliği Batı ülkeleri ve Japonya’nın yeniden inşa sürecinin tamamlanması ve barış süreci ile birlikte yüksek bir ekonomik büyüme içine girmeleridir. Akademik çabaların bilim-teknoloji- üretim ilişkilerinin ortaya çıkarılmasına yöneldiği bu dönemde Ar-Ge’nin taşıdığı önemin farkına varılmıştır. Stratejik endişeler ve Soğuk Savaş, savunma konulu Ar-Ge’leri ön plana çıkarmış ve tarihte ilk kez hükümet harcamaları ve endüstriyel harcamalar bağlamında Ar-Ge istatistikleri tutulmuştur. (King, 1997: 70-71). 1950’lerde, yılda %20 civarında artan Ar­Ge harcamalarının zorunlu bir sonucu olarak bu türden harcamaların amaç ve yöntemlerini saptayacak ve/veya saptanmasına yardımcı olacak ve süreci sonuçlarıyla birlikte denetleyecek kamu mekanizmalarına ihtiyaç doğmuştur (Türkcan, 1981: 35). Bu dönemde bilim politikası, araştırma faaliyetlerine ağırlık verildiğinden büyük Ar-Ge programı ya da araştırma politikası anlamına gelmektedir. Bu dönemden sonra bilim politikası kavram ve uygulamaları Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyesi olan veya olmayan, piyasacı veya plancı ülkeler arasında 20. yüzyılın ikinci yarısında resmi, yarı resmi veya akademik birimler şeklinde hızla yayılmıştır (Türkcan, 2011: 31­32). İkinci Dünya Savaşında uygulanan Manhattan Projesi, radar ve askeri uçak programlarının başarısı hükümetleri bilim ve teknolojiye yapacakları büyük yatırımlar konusunda önemli sonuçlar elde edileceği düşüncesiyle teşvik edici olmuştur. Özellikle Soğuk Savaş’ın etkisiyle 1950’lerde ülkeler ulusal Ar-Ge kaynaklarının yarısından fazlasını ve kamu araştırma fonlarının % 90’ından fazlasını nükleer silahlanmaya ayırmışlardır. Bu anlamıyla birçok ülkedeki fiili bilim politikası kurumu nükleer araştırma örgütleriydi (Freeman ve Soete, 2004: 441).
 
Devletlerin bilimi mali açıdan desteklediğini göstermesi açısından; İngiltere’de Parlamento’nun bilim politikalarına ayırdığı rakam 1937’de 5 milyon sterlinin altındayken 1947’de 78 milyon sterline, 1953’te 234 milyon sterline ulaşmıştır. ABD’de ise 1940’ta 50 milyon dolarken 1945’te 600 milyon doları geçmiş, 1953’te 2 milyar 200 milyon doları bulmuştur. Bu harcamalardan İngiltere %80’ini Amerika %90’ını askeri harcamalara ayırmaktaydı. Devlet bilimi çağına girildiğinin bir diğer göstergesi olarak; 1937’de İngiltere’de hükümet hizmetinde çalışan nitelikli bilim insanı sayısı 753 iken bu sayı 1953’te beş kat artış göstererek 3710’a ulaşmıştır (Bernal, 2009b: 471).
 
Bilimin devlet açısından doğrudan bir politika olmasının önemliliğini gösteren en önemli belgelerden biri ABD Başkanı Roosevelt’in isteği üzerine 1945’de Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Ofisi’nin o zamanki direktörü olan Dr. Vannevar Bush’un hazırladığı “Science- The Endless Frontier/ Bilim- Sonsuz Sınır” başlıklı raporudur. Temel bilimsel araştırmaların bilimsel sermaye olarak nitelendirildiği raporda, bilimsel sermaye noktasında artık Avrupa’ya dayanılamayacağı ve tam istihdamın sağlanmasının ön koşulunun daha fazla ve daha iyi bilimsel araştırma olduğu ifade edilmiştir. Bilimin ulusal refaha tam olarak hizmet edebilmesi devlet kurumları ve sanayideki uygulamalı araştırmaların güçlü olmasına bağlanmıştır. Devlet eliyle yürütülen bilimsel araştırmaların kalitesini yükseltmek amacıyla devlet araştırma kuramlarının iyi elemanlar bulma noktasında sanayi ve üniversite ile rekabet edebilecek konuma gelmesi hedeflenmiştir. Bunun sağlanabilmesinin ön koşulu bilim insanlarına personel rejimi bağlamında iyileştirici düzenlemeler yapılması olarak belirlenmiştir. Devlet kuramlarındaki bilimsel faaliyetlerin politika ve bütçe açısından koordinasyonu sağlanması için sürekli bir bilim merkezi danışmanlığı kurulması ve bu organın mevzuat düzenlemeleri ve yürütme ile ilgili organlara danışmanlık yapması gerektiği ifade edilmiştir (Bush, 1945; Göker, 2004: 177-179).
 
Bush’un yeni bir örgüt konusundaki önerisine dayanarak temel araştırmalar için kaynakların tahsis edildiği ve Savunma Bakanlığı tarafından istenebilecek askeri karakterli uygulamalı araştırmaları başlatmak ve desteklemekle yükümlü Ulusal Bilim Vakfı kurulmuştur (Mason, 2001: 546). Aynı dönemde İngiltere’de bilim, üretim ve gelişme arasında daha iyi bağlantı kurulması için Bilim Politikası Danışma Konseyi kurulmuştur. Yine Fransa’da Bilimsel Araştırma Ulusal Konseyi kurulmuştur ve Başkan De Gaulle’e danışmanlık eden bilim insanları atanmıştır (King, 1997: 98).
 
İkinci Dünya Savaşı bilimin bir politika olarak ortaya çıkmasının yanı sıra yükselişe geçen bilimsel bilginin her çeşit devlet politikasına uygulanması şeklinde gelişen kamu politikası disiplini açısından da önemli bir dönüm noktasıdır. Max Weber’in modern devletlerin bürokratikleşmiş iktidarlarının temeli olarak gördüğü rasyonelleşmenin yeni bir aşamasına girildiği İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında bürokratlar, politikacılar ve askerler görevlerini yerine getirirken bilimsel önerilere yönelmişlerdir (Habermas, 2013: 89). Bilimin genel olarak kamu politika yapımında rasyonel arayışın aracı olmasının yanı sıra elde ettiği başarılar ve paralelinde toplumsal alanda edindiği imaj ile iktidarların kamu politikalarını meşrulaştıran bir araç işlevi de görmüştür. Bu bağlamda son altmış yıl içerisinde yapılan bilimsel çalışmalar daha önce bütün tarih boyunca yapılan bilimsel çalışmalardan daha fazla olmuştur. Bunun bir sonucu olarak 20. yüzyılda bilim adamları doğrudan ve açıkça ekonomik, endüstriyel ve askeri gelişmelerin içinde yer almışlardır (Tameroğlu, 2001: 217).
 
Bilimsel bilginin politika yapım sürecinde temel rol oynamaya başlaması ile toplumsal sorunların çözümü için gerekli olan verilerin/bilgilerin elde edileceği, yorumlanacağı ve bunlara dayalı çözümlerin üretileceği devlet örgütlenmelerine ihtiyaç doğmuştur. Bu durum ayrıca bilim politikasının da gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu anlamıyla bilim politikası açısından bir dönüm noktası olan İkinci Dünya Savaşı, ilk kez Sovyetler Birliği ile ortaya çıkan ancak savaş sonrası evrenselleşen bilimin toplumsal konumundan üçüncü evresi olan devlet bilimi çağının başlangıcıdır. Diğer bir ifade ile Foucault’un “iktidarın kullanılması sürekli bilgi meydana getirir ve bilgi de hiç durmaksızın iktidarın sonuçlarını gerektirir” (aktaran, Burke, 2004: 127) şeklindeki ifadesinin görünürlüğünün artık netleştiği bir döneme girilmiştir. Nitekim ulusüstü kurumlar ve kalkınma planları aracılığı ile bilim politikası dünya genelinde hızla yayılmıştır.
 
OECD’nin bilim ile ilgili 1960’larda düzenlemiş olduğu toplantılarda bu durum net bir şekilde görülmektedir. 1960’ların başında bilim politikası birçok ülkede henüz yeni bir kavramdır ve OECD’nin 1963’te Birinci Bilimle İlgili Bakanlar Toplantısına katılan bakanların sadece dördü bilim ve araştırma ile ilgili bir bakanlığı temsil etmektedir. Ancak 1966’da düzenlenen İkinci Bilimle İlgili Bakanlar Toplantısına katılanların üçte ikisi bilim ve araştırma ile ilgili sıfatlar taşımaktadır. Son olarak 1968’de düzenlenen Üçüncü Bilim Bakanları Toplantısına katılanlardan birkaç ülke dışında bütün ülkeler bilim bakanları tarafından temsil edilmiş ve kendilerine iktisadi işlerden sorumlu Bakan veya üst düzey sorumlular refakat etmiştir (Türkcan, 1981: 48).
 
1960’ların sonunda bilimin gerek ekonomik gerek askeri alanda başarıların ön koşulu olma noktasındaki meydana getirdiği prestij düşmeye başlamıştır. Birçokları için bilimin savaş ve savaşa hazırlıkla bağlantılı olarak düşünülmesi ve teknolojinin uygulama alanı bulduğu yerlerde gözden kaçmayacak boyutlara varan tahribatları bilimin amaçları ve yöntemlerinin sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Bilim adamlarının askeri ve ekonomik amaçların baskısı altındaki araçlar oldukları ve kendi dönemlerinin diğer sorunları ile ilgilenmedikleri düşüncesinin yaygınlaşmasına bağlı olarak hükümet ve endüstri şirketleri üzerinde konu ile ilgili baskı artmıştır (King, 1997: 72-73). Diğer taraftan büyük silah projelerinde yaşanan gecikmeler ve maliyetlerin büyük oranlarda artışı politika yapıcılar tarafından da fark edilmiştir. Sonuç olarak 1960’lar ve 1970’lerde birçok OECD ülkesinde (i) Ar-Ge bütçelerindeki büyümenin yavaşlaması ve (ii) Ar-Ge sonuçlarının daha detaylı incelenmesi şeklinde iki eğilim ortaya çıkmıştır (Freeman ve Soete, 2004: 442-443). 1970’lerde dünya ekonomilerinde başlayan durgunluğun da etkisi ile bilim politikalarında araççı -instrumentalist yaklaşım ortaya çıkmıştır. Diğer bir tabirle artık bilimsel faaliyetler, toplumsal amaçların gerçekleşmesi noktasında genel olarak seçimsiz desteklenen bir faaliyet değil seçimsel bir desteklemenin konusudur (Türkcan, 1981: 45).
 
1980’e kadar sürecek yeni dönemde 1973 petrol krizine koşut olarak yeni enerji araştırmalarının ön plana çıktığı ve ekonomik rekabete yardımcı olacak teknolojik çalışmalar destek görmüştür. Genel yapısı itibariyle sosyal önceliklerin ağırlıkta olduğu bu dönemde yaygın bir öğretim seferberliği ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan çevre sorunları, sağlık ve güvenlik sorunları yanında yeşiller hareketi ile ekoloji öne çıkmıştır. Anti-bilim ve anti-teknoloji hareketleri ortaya çıkmış ve askeri alan araştırmaları yerine çevre sorunları, biyomedikal ve kanser araştırmaları öncelenmiştir (Özdaş, 2000: 13-14). Nükleer karşıtı ve çevre hareketleri gibi yeni toplumsal hareketler liberal söylemin siyaset kapsamından izole ettiği teknik etkiyi siyasi bir konu haline getirmiştir (Thorpe, 2008: 75).
 
1970’lerin sonundan itibaren geleneksel bilim politikalarından yenilik (inovasyon) politikalarına geçiş şeklinde bilim politikasının başka bir aşamasına geçilmiştir. Ar-Ge sistemlerine odaklanan ulusal bilim ve teknoloji sistemlerini de içine alan ulusal yenilik sistemleri incelemeleri ortaya çıkmıştır. Bu durum geleneksel bilim ve teknoloji politikasında, temel ve uygulamalı bilimin ve araştırmacıların hâkim olduğu politika kurgulama ve hükümetlerin bilim danışmanları olan kişi ve kuramların olduğu süreçten; politika kurma ve uygulamada iktisatçı ve işletmeci meslek gruplarının hâkim olduğu sürece geçiştir. Merkezinde girişimciliğin bulunduğu ulusal yenilik sistemi, özel sektör firmalarından oluşan, sadece kâr amacıyla, yeni ve eski buluşları içeren ve dışarıdan teknoloji transfer eden ve bunları üretime uygulayan bir sistemdir (Türkcan, 2009: 223). Bilim politikasının dünyada yaygınlaşmasını sağlayan etkili bir örgüt olarak OECD 1980 sonrası ulusal yenilik sistemlerini de aynı şekilde etkilemiştir. Bu dönemden sonra bilim ve teknoloji politikaları yenilik iktisadı/yenilik sistemleri içinde ya da onunla bağlantılı bir biçimde neo-liberal küreselleşme sürecinde ekonomiye devlet müdahalesinin aldığı özgün bir biçim olarak gelişmiş ve yeni sanayileşen ülkelerde bugünde uygulanmaktadır (Alpaslan vd., 2008: 5).
 
Bilim Politikasının Üç Ayağı
Yukarıdaki tarihsel anlatımda bilim-iktidar ilişkisinde askeri ve ekonomik olmak üzere iki ana uğrak saptanmıştır. İlk olarak birbiriyle sıkı bağ içinde olan bilim ve savaşın tarihsel ilişkisinin kökeni incelendiğinde, önemli bilimsel ve teknik ilerlemelerin büyük bir bölümünün ortaya çıkmasının altında yatan temel nedenlerden biri askeridir. Mühendis kavramının başlangıçta sadece askeri mühendisi nitelemesi de bunun kanıtıdır. Teknikte yeni ve daha iyi silahlar yapılmasını sağlayan bir değişiklik, devletler açısından zaferi ya da yenilgiyi belirleyen en önemli faktördür (Bernal, 2011a: 156). Bu anlamda tanımı zor ile açıklanan ulus devletlerin küresel yayılması ve ulus devletlerin ellerindeki savaş araçlarının birikmesi paralel olgulardır (Giddens, 2010: 144­145). Teknik ilerlemeler savaş içinde tarih boyunca kullanılsa da Russell’in (1969: 193) ifadesiyle Birinci Dünya Savaşı için hükümetlerin bilim dışı oldukları durum İkinci Dünya Savaşı ile birlikte değişmiştir. Savaşların devletler üzerindeki belirleyici rolü, iktidarın savaş tekniği ile öteden beri ilgilenmesini sağlarken yüksek maliyetli savaş teknikleri, çoğu ülkede bu politikanın yalnızca devlet eli ile yürütülmesi sonucunu doğurmuştur (Bernal, 2009a: 110-115).
 
Militarizmin gelişmesinin, sadece dünya savaşı ve ertesinde başlayan soğuk savaş ile açıklanması mümkün değildir. Askeri harcamalardaki muazzam artış ve ayrılan bütçe fonlarının büyük bir kısmı az sayıda tekelden silah alımı için kullanılmıştır. ABD’de Savunma Bakanlığı siparişlerinin % 40-45’i 25 tekelin payına düşmüştür. Bu anlamıyla emperyalizm bilimsel devrime askeri bir eğilim kazandırmış, böylece kapitalist dünyada bilimsel araştırma ve bu araştırmaların pratikteki uygulamalarının yönünü Amerikan emperyalizminin sürdürdüğü silahlanma yarışı belirlemiştir. İnsan gücü, maddi kaynakların dağılımı, bilimsel kurumlarla yapılan sözleşmeler ve özel firmalara ısmarlanan siparişlerin toplamı bilimin askerileşmesini meydana getirir. Askeri siparişler havacılık ve elektronik gibi bazı sanayi dallarından toplam üretimin % 35-65’ini oluşturmuştur (Shript, 1976: 26-27). Savunma teknolojisinde kullanılan bilimsel araştırmalar, askeri buluşların birikimine katkı sağlamanın yanı sıra tekelci devlet birliklerini de güçlendirmiştir. Vergiden muaf tutulmak yoluyla kapitalist devletler tekellerin teknoloji alanında yapacakları sermaye yatırımlarını desteklemiştir (Gauzner, 1977: 21). Soğuk savaşın ardından askeri harcamalarda genel olarak bir düşüş yaşanmıştır. Ancak yine de yüksek miktarlarda olan bu harcamalar Askeri Keynesçilik olarak adlandırılmaktadır. Askeri Keynesçilik hükümetlerin ekonomik büyümeyi sağlamak amacıyla orduya yapılan büyük miktarlardaki harcamaları açıklamak için kullanılmaktadır. Bu durumun örnek olayı 1930’lardaki Almanya ve 1980’ler ve 2000’lerdeki ABD’dir. Askeri Keynesçiliğin arz tarafında; Ar-Ge yönündeki askeri harcamaların sivil sektörde bilgisayar, radar, nükleer güç ve internet örnek gösterilerek verimliliğe yol açacağı savunulmaktadır (Bilişli, 2011: 13-14; Giray, 2004).
 
İkinci olarak bilim ve ekonomi ilişkisi incelendiğinde bilimin tekniğe uygulanması ile ekonomide meydana getirmiş olduğu artı değer, bilim politikasının sanayiye dayalı kalkınma politikalarında bir alt bileşen olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ekonomi politikalarında önemli bir yeri olan teknoloji, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle sürdürülebilir kalkınma ve istihdam sorunlarına bulunan çözümlerde uzun vadeli ekonomik büyümenin büyük bir kısmını oluşturmuştur (Kiper, 2004: 9). Böylece başarılı bir sanayileşme yani kalkınmanın gerçekleşebilmesi ülkelerdeki ulusal teknolojik birikime ve teknolojik değişim çabalarına bağlanmıştır (Kökocak, 2005: 69). Bu durumun bir sonucu olarak ya ülkelerin bilim ve teknoloji politikası, sanayi politikasını ya da sanayi politikası, bilim ve teknoloji politikasını içermiştir. Ancak kalkınma kavramı uluslararası bağlamda devletin büyümesi ile açıklanabilecek ‘ulusal ekonomi’ temelli dışsal açıklamadan öte bir anlama sahiptir. Geç kapitalistleşen ülkeler için özgül bir kavram olarak kalkınma ve onunla özdeş olan sanayileşme artık değerin üretildiği üretim alanını ve kapitalizm öncesi üretimden kapitalist üretime geçişi tanımlamaktadır (Tuna vd., 2008: 72). Devleti aktör olarak merkeze alan ve ortak iyiye atfen kullanılan kalkınma kavramı, aslında içte temel aktörün sermaye olduğu sermaye birikimine işaret etmektedir (Ercan, 2003: 266).
 
Yine bilim politikasının ekonomik boyut ile ilişkisini açıklamada önemli olgulardan biri de kalkınma kavramı ile yakın bir ilişki içinde olan rekabettir. Kalkınma kavramının bir anlamı, genel olarak bir sisteme eklemlenen ve eklemlenmede yol almak isteyen kesimler açısından bir yakalama ve yetişme halidir. Kavramın bu şekilde kullanımı, rekabetçi hiyerarşik bir düzen içinde sürekli yukarı doğru çıkma anlamına gelmektedir (Ercan, 2003: 265). Firmalar ve ulus devletler açısından rekabet mücadelesindeki temel unsurlardan biri yenilik olarak görülmektedir (Freeman ve Soete, 2004: vii; Dündar, 2003: 11). Bir fikri pazarlanabilir bir ürün veya hizmete dönüştürme anlamında kullanılan yenilik (Oğuztürk, 2003: 254), bilim ve teknolojinin ekonomi ile iç içe girmesinin politika durumunu ifade etmektedir. Günümüzde uygulanan yenilik politikaları bilim ve teknoloji politikalarının almış olduğu son şekildir. Özetle Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin merkezi planlamaya dayanan bir kalkınma modeli izlemesi karşısında Batı bloğunun üçüncü dünya ülkelerinin daha fazla zenginlik taleplerine yanıt olarak yönlendirici bir planlamaya dayanan ulusal kalkınmacı politikalar öngörülmüştür (Sevkal, 2007: 9). Bu dönemde bilim politikaları kalkınma politikaları içinde yer almış ve daha sonra 1960 ve 70’li yıllarda sanayileşme temelinde bilim ve teknoloji politikası olarak kullanılmıştır. 1980’lerin sonunda yenilik süreçlerinde kurum ve diğer faktörlerin etkisinin, yenilik süreçlerinde iktisadi etkilerin kapsamının göz ardı edilmesi ve bilim-teknoloji-üretim arasındaki çoklu bağlantıların anlaşılmaması gerekçesiyle eleştiriler yapılmıştır. Bu dönemden sonra bilim ve teknoloji politikaları yenilik iktisadı/yenilik sistemleri içinde ya da onunla bağlantılı bir biçimde uygulanmıştır (Alpaslan vd., 2008: 1-8).
 
Son olarak modem öncesi toplumlarda kurumsallaşmamış ve süreklilik kazanmamış iktidar yapılarında meşruiyet kaynağını din, gelenek, mitoloji gibi olgular oluştururken, modern toplumda iktidar ve meşruiyet ilişkisine bilim egemen olmuştur (Çetin, 2003: 72). Diğer bir ifadeyle devletin meşruiyet zemininin bilime kaydığı Aydınlanma ile birlikte bilimin kusursuz görünümü, devletin hem kurumsal düzeneklerini hem de politikalarını bilim ile düzenlemeye ve açıklamaya itmiştir. Bilim resmi siyasi düşüncenin alanında devletin içsel ve dışsal olmak üzere iki yönlü meşruiyetini sağlama işlevi görmektedir (Poulantzas, 2004: 62). Bunlardan içsel meşrulaştırma ile devletin aygıtları dışsal ile devlet uygulamaları kastedilmektedir. Devletin aygıtları konusunda, devlet teorisini oluşturmak için siyaset bilimi, işleyiş kurallarını belirleyecek hukuk bilimi, yeni ekonomik ilişkilerin kurallarını belirleyecek ekonomi bilimi şeklinde yoğunluklu olarak sosyal bilimler kullanılırken (Şahin ve Erşen, 2008: 186); devletin faaliyetleri söz konusu olduğunda neredeyse tüm bilimler kullanılmaktadır. Özetle bilimin askeri ve ekonomi alanındaki başarısı, devletlerin rasyonel temelde politika yapım sürecinde bir araç olarak bilimi kullanması ve söylemini örgütlerken bir üst anlatı aracı olarak bilime dayanması ile sonuçlanmıştır. Bu anlamıyla iktidarın akılcı bir bilimsel pratikten kaynaklanırcasına meşrulaştırılması söz konusudur (Poulantzas, 2004: 62).
 
Yaşanan tarihsel dönüşümün sonucu olarak her üç durumun yani bilimin askeri, ekonomik ve meşrulaştırıcı işlevlerinin devletler açısından belirleyici veya etkileyici rolü, bilimin bir politika olmasını ve kurumsal yapılarda mevcudiyet bulmasını sağlamıştır.
 
Sonuç
İktidarların bilimi kendi amaçları doğrultusunda kullanımı, 16. yüzyılda başlayan modern bilim ve sonrasında yaşanan bilimsel gelişimler paralelinde artmış ve bilimin 20. yüzyılda sistemli bir politika haline gelmesi ile sonuçlanmıştır. Kişiler üzerinden bilimin geliştiği 16. ve 17. yüzyılda keşfedilen bilimsel gerçeklerin dönemin egemen ideolojisi ile çelişen yapısı, iktidarlar bilime karşı olumsuz politika içine girmelerine neden olmuştur. Bu dönemde bilim, iktidar kurumları niteliğinde olan ve onun ideolojisi üzerine yoğunlaşan üniversitelerde değil patronlar tarafından desteklenen akademiler ve ihtiyaçların koşullandırdığı zanaat mekânlarında gelişmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda, Sanayi Devrimi boyunca, bilim maddi sistemlerde uygulama bularak elde ettiği başarılar oranında iktidarların ilgisini çekmiştir. Toprağa dayalı mülkiyet temelinin ticaret ve sanayiye kaymasının genel olarak iktidar yapısında meydana getirdiği değişim, bilim karşıtlığı şeklindeki politikaların çözülmesini sağlamıştır.
 
Devletler açısından özellikle savaş araçlarının geliştirilmesi ve sermaye açısından üretimin arttırılması konularında bilimin yüklendiği rol her iki iktidar yapısının ilgisini çekmiştir. 18. yüzyılda devletler genel olarak bilimler üzerinde düzenleyici rol üslenmiş, Fransa ve İngiltere’de savaş araçlarının geliştirilmesi için bilim insanları istihdam edilmiştir (Hobsbawm, 2013: 300). 19. yüzyılda başlangıçta Alman devleti bilimi üniversitelerin merkezine koyarken İngiliz ve Fransız üniversitelerinin de bilime karşı takındığı olumsuz tutum çözülmeye başlamıştır. Sermaye açısından değerlendirildiğinde Sanayi Devrimi’nin asıl mimarları başlangıçta elverişli koşullara borçlu olan zanaatkârlar olsa da gelişimini yönlendirenler bilimsel anlayışa sahip insanlardır. 19. yüzyılın sonundan itibaren bilim öncelikli üretim faktörü olarak görülmüş ve üretim süreçlerinde uygulanmıştır.
 
Bilimsel araştırmaların çok kısa sürede uygulamaya geçtiği 20. yüzyılın başlarında bilim artık sanayi açısından yatırım yapılacak önemli bir alan haline gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri gereksinimlerin dayatması ile geliştirilen silahlar, devletlerin hem herhangi bir düşüncenin uygulamaya geçmesinin aslında uzun süre gerektirmediğini göstermiş hem de bilimin savaşlardaki belirleyici rolünün bir kez daha anlaşılmasını sağlamıştır.
 
Bilimin kendi ayakları üzerinde durduğu 20. yüzyılın başında yaşanan gelişmeler bilimin bilinçli kullanılması ile sonuçlanmıştır. İlk olarak Sovyetler Birliğinde planlamaya konu olan bilim, İkinci Dünya Savaşı’nda politika şeklinde ortaya çıkmış, sonrasında devletler açısından ülkeler arası rekabet edilebilirliği arttıracak; ülke içinde ise sermaye birikimini sağlayacak kalkınma planlarında yer alan OECD’nin de etkisi ile dünya genelinde yayılmıştır. Bilim planlama içinde hem bir alt politika olmuş hem de genel olarak planların tamamında rasyonel sonuç elde etmenin aracı olmuştur. Diğer bir ifade ile bilim, kalkınmanın ve dünya ekonomisi içinde rekabetin temeli olmanın yanı sıra modern devletin daha 18. yüzyılda kararlarını dayandıracağı kesin bilgiler ve meşruiyet zemini için duyduğu gereksinime cevap olmuştur. Askeri ve teknolojik alanda yaşanan bilimsel gelişmelerin olumsuz sonuçlarının eleştirilmesine rağmen bilim önemini korumakta, hem devlet hem de sermaye açısından bilimin güç ve zenginlik amacıyla bilinçle kullanımı devam etmektedir.
 
DİPNOTLAR
  • Bu makalenin büyük bir bölümü, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Arap’ın danışmanlığında Araştırma Görevlisi Veysel Erat tarafından yürütülen ‘Bir Kamu Politikasının Analizi: Türkiyede Bilim’ başlıklı doktora tez çalışmasından türetilmiştir.
  • Bu çalışmalara örnek olarak lisansüstü tezler için bkz. Acar, Nihal Kırkpınar (2011), Avrupa Birliği’nin Bilim-Teknoloji Politikaları İle Güç Kazanma Stratejisinin Karşılaştırmalı Analizi ve Türkiye’nin Yeri (İzmir DEÜ: Yayınlanmamış Doktora Tezi); Akçayöz, Aslı (2013), Türkiye’de Bilim Ve Teknoloji Politikası Geliştirme Süreci ve Sorunları: Kırsal Politikalar (Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi); Yılmaz, Özlem (2010), Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Politikaları: 1980 – 2000 (Kocaeli: Kocaeli Üniversitesi: Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi); Sarı, Tansu (2007), Dünyadaki Bilim ve Teknoloji Politikaları Işığında Türkiye ve Teknokentler (Isparta SDÜ: Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi); Özbaş, Ezgi (2006), Dünyada ve Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Politikaları: Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya ve Türkiye Karşılaştırması (Eskişehir: Osman Gazi Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi); Özcanalp, Emine Gülşah (2006), Bilim ve Teknoloji Politikaları Bağlamında Türkiye’de Biyogüvenlik Yasa Tasarısının İncelenmesi (Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Basılı kitaplar için bkz; Ayhan, Ahmet (2002), Dünden Bugüne Türkiye’de Bilim-Teknoloji ve Geleceğin Teknolojileri (İstanbul: Beta Basım); Şahin, Şükran (1997), Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Politikası: 1963-1997 (İstanbul Göçebe Yayınları); Makale-bildiriler için bkz.; Yıldız, Bahadır/Ilgaz, Hale/Seferoğlu S. Sadi (2010), “Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Politikaları: 1963’den 2013’e Kalkınma Planlarına Genel Bir Bakış” (Muğla Üniversitesi: Akademik Bilişim’10 – XII. Akademik Bilişim Konferansı Bildirileri 10 – 12 Şubat 2010); Özgediz, Selçuk (1977), “Türkiye’nin Bilim Politikası Sorunu” Sosyoloji Konferansları Dergisi (Sayı: 15): 97-110.
  • Galileo’nun Diyaloglar kitabının girişinde yazdığı “…kitabımı, şan ve himayeye kavuşsun diye bana en yakın kabul ettiğim kişiye ithaf etmeliyim… yazmam için benden gereken zamanı, huzuru, yardımı ve yorulmak bilmeyen takdirlerini esirgemeyen iyilik sever âlicenapları sayesinde bu kitap gün ışığına kavuşabilmiştir…” ithafı şimdiye kadar hükümdarları ölümsüzleştirmiş olan sanatçı ve edebiyatçıların bu görevini bundan böyle bilim insanlarının üstleneceğine yönelik göstergedir (Minois,2010: 37-38).
  • Matematik profesörü (1669), Kraliyet Topluluğu üyeliği (1672), Cambridge Üniversitesi’ni temsil etmek için Parlamento üyeliği (1689­1690), Darphane Başkanlığı (1696), Kraliyet Topluluğu Başkanlığı (1703’ten ölünceye kadar), Şövalyelik sanını alması (1705) gibi görev ve konumlarda bulunmuştur (Yardımlı, 1997: 193-198; Doko, 2011:13-17).
  • Katı maddenin uygulanan ısı sonucu sıvı hale gelmesi.
KAYNAKÇA
Acot, P. (2005), Bilim Tarihi, (Ankara: Dost).
Alpaslan, B. / Avşar, K. Eser / Akseki, U. (2008), “Neo-Liberal Politikalar- Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları Ekseninde Türkiye ve Avrupa Birliği: Türkiye’nin Çevreleşmesi”, II. Ulusal İktisat Kongresi, (İzmir: DEU İİBF, 20-22.02.2008).
Ansal, H. (1987), “Bilim ve Emek Süreci”, E. Akalın/H. Aydoğdu/ R. Saraoğlu Bilim, Bilim Politikası ve Üniversiteler, (İstanbul: Bağlam Yayıncılık): 187-193.
Arslanoğlu, Rana A. (2002), “Küreselleşme ve Üniversite”, Uludağ Üniversitesi, İİBF Dergisi (Cilt: 21, Sayı: 1) 1-12.
Bahar, H. İbrahim (2009), Sosyoloji (Ankara: Usak Yayınları,3. Baskı).
Basalla, G. (2013), Teknolojinin Evrimi, (İstanbul: Doğu-Batı, 14. Baskı) (Çev. Cem Soydemir).
Baumer, F. Le Van (2011), “Bilimsel Devrim”, Alev Atlı (Der.) Batıya Yön Veren Metinler II (İstanbul: İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı).
Belek, İ. (1999), “Postkapitalist” Paradigmalar (İstanbul: Sorun Yayınları, 2. Baskı).
Bernal, J. Desmond (2009a), Tarihte Bilim I, (İstanbul: Evrensel Basım, 2. Baskı) (Çev. T. Ok).
Bernal, J. Desmond (2009b), Tarihte Bilim II, (İstanbul: Evrensel Basım, 2. Baskı) (Çev. T. Ok).
Bemal, J. Desmond (2011a), Bilimin Toplumsal İşlevi, (İstanbul: Evrensel Basım) (Çev. T. Ok).
Bernal, J. Desmond (2011b), Marksizm ve Bilim, (İstanbul: Evrensel Basım, 2. Baskı) (Çev. T. Ok).
Bilişli, K. (2011), “Askeri Keynesçilik”, Aksaray Üniversitesi İİBF Dergisi (Cilt: 3, Sayı: 2): 7-22.
Bronowski, J. (2009), İnsanın Yükselişi (İstanbul: Say Yayınları, Baskı) (Çev. Aykut Göker).
Burke, P. (2004), Bilginin Toplumsal Tarihi, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. Baskı) (Çev. Mete Tunçay).
Bush, V. (1945), Science The Endless Frontier, United States Government Printing Office, Washington, 1945, https://www.nsf.gov/od/lpa/nsf50/ vbush1945.htm, (24.07.2014).
Butterfield, H. (2012), “Newton ve Evreni”, Yıldırım, Cemal (Der.) Bilim Tarihi (İstanbul: Remzi Kitabevi, 16. Baskı): 200-205.
Carlyle, T. (2011), “Geçmiş ve Bugün”, Alev Atlı (Der.) Batıya Yön Veren Metinler IV (İstanbul: İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı): 1394-1398.
Conner, Clifoord D. (2013), Halkın Bilim Tarihi,(Ankara: TUBİTAK, 2013). (Çev. Z. Çiftçi Kanburoğlu).
Çalık, D. / Çınar, Ö. Pelin (2009), “Geçmişten Günümüze Bilgi Yaklaşımları Bilgi Toplumu ve İnternet”, 14. Türkiye İnternet Konferansı Bildirileri, (İstanbul, 12-13.12.2009): 77- 88.
Çetin, H. (2002), “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, (Cilt: 3, Sayı: 1): 79-96.
Çetin, H. (2003), “Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın Meşruiyeti-Meşruiyetin İktidarı”, A.Ü. SBF Dergisi, (Cilt: 58, Sayı: 3): 61-88.
Damak, H. (2013), “Savaş Çağında Bilim- Devlet İlişkileri”, II. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi Bildiriler Kitabı-I (Bursa: Uludağ Üniversitesi, 6-8.05.2013): 51-62.
Doğan, M. (2013), Bilim ve Teknoloji Tarihi, (Ankara: Anı, 2. Baskı).
Drucker, Peter F. (2014), 21. Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları, (İstanbul: Epsilon) (Çev. İrfan Bahçıvangil).
Duran, H. (2002), Endüstri Çağının Dinamikleri (Sakarya: Değişim Yayınları).
Durdu, Z. (2009), “Modern Devletin Dönüşümünde Bir Ara Dönem: Sosyal Refah Devleti”, Muğla Üniversitesi SBE Dergisi (İlke), (Sayı: 22): 37-50.
Dündar, D. “Yenilikİktisadı”, http://www.iku.edu.tr userfiles/201204250 10857804.pdf, (13.08.2014).
Dye, T. (1987), Understanding Public Policy, (NJ: Prentice Hall, Englewood Cliffs).
Ercan, F. (2003), “Türkiye’nin Kalkınma Seçeneklerinin Eleştirisi ve Alternatif Bir Çerçeve”, Ekonomik Yaklaşım Kongreler Dizisi, (Cilt: 14, Sayı: 49): 263-300.
Forti, A. (1997a), “Eskiçağda Bilim, Felsefe ve İktidar”, Mayor, Federico/ Forti, Augusto (Der.) Bilim ve İktidar (Ankara: TÜBİTAK, 13. Baskı) (Çev. Mehmet Küçük): 13-22.
Forti, A. (1997b), “Modern Bilimin Doğuşu ve Düşünce Özgürlüğü”, Mayor, Federico/ Forti, Augusto (Der.) Bilim ve İktidar (Ankara: TÜBİTAK, 13. Baskı) (Çev. Mehmet Küçük): 23- 38.
Foucault, M. (2002), Toplumu Savunmak Gerek (İstanbul: YKY) (Çev. Şehsuvar Aktaş).
Foucault, M. (2005), Entelektüelin Siyasi İşlevi, (İstanbul: Ayrıntı).
Freeman, C. / Soete, L. (2004), Yenilik İktisadı (Ankara: TÜBİTAK, 4. Baskı) (Çev. Ergun Türkcan).
Gauzner, N. (1977), Kapitalizmde Bilimsel ve Teknolojik Devrimin Çelişkileri (İstanbul: Ana Yayınları) (Çev. Sevim Dengiz).
Giddens, A. (2010), Sosyoloji: Kısa Fakat Eleştirel Bir Giriş (Ankara: Siyasal Kitabevi, 3. Baskı) (Çev. Ülgen Yıldız Battal)
Giddens, A. (2010), Kapitalizm ve Modem Sosyal Teori (İstanbul: İletişim, 2. Baskı).
Giray, F (2004), “Savunma Harcamaları ve Ekonomik Büyüme”, CÜ İİBF Dergisi (Cilt: 5, Sayı: 1):. 181-199.
Göker, A. (2004), “Pazar Ekonomilerinde Bilim ve Teknoloji Politikaları ve Türkiye”, Teknoloji, (Ankara: TMMOB): 123-220.
Gulbenkian Komisyonu (2012), Sosyal Bilimleri Açın (İstanbul: Metis Yayınları, 4. Baskı).
Günay, D. (2004), “Üniversitenin Niteliği, Akademik Özgürlük ve Üniversite Özerkliği”, (İstanbul: International Congress on Higher Education: 27­29.05.2004).
Günay, D. (2007), “21. Yüzyılda Üniversite”, C. Can Aktan (Ed.) Değişim Çağında Yükseköğretim (Ed. Coşkun Can Aktan), (İzmir: Yaşar Üniversitesi Yayını): 77-88.
Habermas, J. (2013), ‘İdeoloji’ Olarak Teknik ve Bilim (İstanbul: YKY, 8. Baskı).
Henry, J. (2008), Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri (İstanbul: Küre Yayınları, 3. Baskı) (Çev. Selim Değirmenci).
Hessen, B. (2009), “The Social and Economic Roots of Newton’s Principia”, Freudenthal, Gideo/ McLaughlin, Peter (Ed.) The Social and Economic Roots of the Scientific Revolution, (Springer): 42-102.
Hessen, B. (2010), “Newton’un Principia’sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri”, B. Balkız ve V. Saygın Öğütle (Ed.), Bilim Sosyolojisi İncelemeleri (Ankara: Doğu- Batı).
Hobsbawm, E. (2013), Devrim Çağı 1789-1848 (Ankara: Dost Kitabevi, 7.Baskı) (Çev. Bahadır Sina Şener).
Huberman, L. (2012), Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla (İstanbul: İletişim, 12. Baskı) (Çev. Murat Belge).
Ian, C. (2013), Kılıçsız Bilim, çev., (İstanbul: Domingo) (Çev. D. Belirgen Cenkçiler).
İnam, A. (2004), “Teknoloji- Bilim İlişkisinin İnsan Yaşamındaki Yeri”, Teknoloji, (Ankara: TMMOB): 15-34.
King, A. (1997), “II. Dünya Savaşının Sonundan Bu Yana Bilim ve Teknoloji” Mayor, Federico/ Forti, Augusto (Der.) Bilim ve İktidar (Ankara: TÜBİTAK, 13. Baskı) (Çev. Mehmet Küçük): 69-105.
Kiper, M. (2004), “Teknoloji Transfer Mekanizmaları ve Bu Kapsamda Üniversite Sanayi İşbirliği”, Teknoloji, (Ankara: TMMOB): 59-122.
Kiper, M. (2010), Dünyada ve Türkiye’de Üniversite- Sanayi İşbirliği (Ankara: TTGV).
Kökocak, A. Kadir (2005), Ekonomik Güç: Bilim ve Teknoloji, (Ankara: Odak).
—–  Kuhn, S. Thomas (2007), Kopernik Devrimi, (Ankara: İmge Kitabevi) (Çev.
H. Turan, D. Bayrak, S. K. Çelik).
Lily, S. (2012), “On Yedinci Yüzyılda Bilimsel Gelişmeler”, Yıldırım, Cemal (Der.) Bilim Tarihi (İstanbul: Remzi Kitabevi, 16. Baskı): 194-199.
Lozovski, İ.(1991), “Emperyalizm”, Kapitalist Toplum, Y. Zubritski, D. Mitropolski, V. Kerov (Ed.) (Ankara: Sol Yayınları, 7. Baskı).
Marx, K. (2003), Kapital I (Ankara: Eriş Yayınları).
Mayor, F. (1997), “Bugün ve Yarın, Bilim ve İktidar”, Mayor, Federico/ Forti, Augusto (Der.) Bilim ve İktidar (Ankara: TÜBİTAK, 13. Baskı) (Çev. Mehmet Küçük): 153-192.
McClellan III, James E / Dorn, H. (2013), Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, (Ankara: Akılçelen, 3. Baskı) (Çev. H.Yalçın).
Minois, G. (2010), Galileo (Ankara: Dost).
Nair, G. (2009), “Sanayi Toplumundan Bilgi Toplumuna, Homo Economicus’tan Homo Technologicus’a”, VI. Ulusal Sosyoloji Kongresi (Aydın: Adnan Menderes Üniversitesi, 1-3. 10. 2009): 309- 329.
Narin, Ö. (2008), “Bilim ve İktidar Arasındaki İlişkinin Çözümlenmesinde Eski Bir Ayrıma Başvurulabilir mi? Bilimin Gerçek Boyunduruk Altına Alınışı”, Bilim ve İktidar, (Ankara: Dipnot Yayınları): 210-232.
Oğuztürk, B. Sami (2003), “Yenilik Kavramı ve Teorik Temelleri”, SDÜ İİBF Dergisi, (Cilt: 8, Sayı: 2): 253-273.
Öngen, T. (2000), “Tekelci Kapitalizm ve Sınıf Yapısı”, AÜ SBF Dergisi (Cilt: 49, Sayı: 3): 303-349.
Özdaş, N. (2000), Bilim ve Teknoloji Politikası ve Türkiye, TÜBİTAK BTP, Bilim ve Teknoloji Strateji ve Politika Çalışmaları, 01.12.2000.
Parlak, Z. (2004), “Sanayi Ötesi Toplum Teorilerinin Eleştirel Bir Değerlendirmesi”, Kocaeli SBE Dergisi (Sayı: 2): 95-125.
Postan, M. (2012) “Ortaçağlarda Bilim Neden Geri Kalmıştı”, Yıldırım, Cemal (Der.) Bilim Tarihi (İstanbul: Remzi Kitabevi, 16. Baskı).
Poulantzas, N. (2006), Devlet, İktidar Sosyalizm, (Ankara: Epos) (Çev. T. Ilgaz).
Resnik, David B. (2004), Bilim Etiği (İstanbul, Ayrıntı, 2004) (Çev. Vicdan Mutlu).
Rostow, Walt W. (1970), “Sanayi Devrimi Nasıl Başladı”, İktisat Fakültesi Mecmuası (Cilt: 30, Sayı: 1-4): 255-278.
Russ, J. (2011), Avrupa Düşüncesinin Serüveni (Ankara: Doğu- Batı) (Çev. Özcan Doğan).
Russell, B. (1969), Bilimden Beklediğimiz (İstanbul: Varlık Yayınları) (Çev. Avni Yakalıoğlu).
Sağlam, M. Hakan (2009), İktisat Tarihinin Evrimi (İstanbul: Türkmen Kitabevi)
Sencer, M. (1998), Bilim Tarihinde Dönüm Noktalan, (İstanbul: Say Yayınlan).
Sevkal, M. Naci (2007), Kalkınma Politikalarındaki Değişim ve Kamu Yönetimine Etkisi, (İzmir DEÜ SBE, Yayınlanmamış Doktora Tezi).
Shpirt, A. (1976), Bilimsel- Teknolojik Devrim ve Üçüncü Dünya, çev. Nahit Tören, Sorun Yayınları, İstanbul, 1976, ss. 26-27.
Stephen, F. Mason (2001), Bilimler Tarihi, (Ankara: Kültür Bakanlığı) (Çev. Umur Daybelge).
Sunay, Ç. (2009), “Kopernik Devrimi”, Bilim ve Teknik (Ocak): 88-90.
Şaylan, G. (2009), Postmodernizm, 4. Baskı, (Ankara: İmge Kitabevi, 4. Baskı).
Şenel, A. (1982), İlkel Topluluktan Uygar Topluma, (Ankara: AÜ SBF Yayınları).
—–  Tameroğlu, S. (2001), Bilimlerin Tarihi (İstanbul: Birsen Yayınevi).
Taslaman, C. (2008), Kuantum Teorisi Felsefe ve Tanrı, (İstanbul: İstanbul Yayınevi).
Thorpe, C. (2008), “Political Theory in Science and Technology Studies”, E. J. Hackett, O.Amsterdamska, M. Lynch, J. Wajcman (Ed.) The Handbook of Science and Technology Studies”, (Massachusetts: The MİT Press, 3. Edition): 63-82.
Topdemir ,H. Gazi / Seval, Y. (2009), Galileo, (İstanbul: Say)
Topdemir, H. Gazi / Unat, Y. (2013), Bilim Tarihi, (Ankara: Pegem Akademi, 6. Baskı).
Topdemir, H. Gazi (2012), “Ortaçağ Uygarlıklarında Bilgi ve Bilim”, Bilim ve Teknik, (Ocak): 72-75.
Tuna, G. / Öztürk, M. Yaman / Ercan, F. (2008), “Günümüz Gerçeğinden Hareketle Geçmişe Baakmak (2006-1960) Kalkınma Mı Sermaye Birkimi mi?” “İş,Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynaklan Dergisi (Cilt:10 Sayı:4): 59-86.
Türkcan, E. (1981), “Ekonomi Politiğin Bir Aracı Olarak Bilim Politikası”, Ekonomik Yaklaşım, (Cilt: 2, Sayı: 5): 34-77.
Türkcan, E. (2003), “Teknoloji Seçimi Olarak Bilim ve Teknoloji Politikaları” A. H. Köse, F. Şenses, E.Yeldan (Der.) İktisadi Kalkınma, Kriz ve İstikrar, İstanbul: İletişim Yayınları): 153-169.
Türkcan, E. (2009), Dünya’da ve Türkiye’de Bilim, Teknoloji ve Politika, (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları).
Türkcan, E. (2011), Teknoloji Tarihi, Hasan Çalışkan (Ed.) (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi).
Üşür, İ. (2011), “Proto Sanayileşme: Sanayileşme Tarihine Bir Katkı”, Praksis, (Sayı: 11): 221-234.
Westfall, W. Richard (1994), Modern Bilimin Oluşumu, (Ankara: TÜBİTAK) (Çev. İsmail Hakkı Duru).
Yardımlı, A. (1997), “Usdışı İnsan ve Ussal Evren”, I. Newton, Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri (İstanbul: İdea): 1-58.
Yeşiltaş, N. Kemal (2009), “I. ve II. Dünya Savaşları Arasında Dünya’da Bilim, Teknoloji ve Sosyal Değişme” B. Ata (Ed.) Bilim, Teknoloji ve Sosyal Değişme, (Ankara: Pegem Akademi, 2. Baskı): 251-289.
Yıldırım, C. (2012), Bilim Tarihi, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 16. Baskı).

——————————————–

[i] Eğitim Bilim Toplum Dergisi / Cilt: 14 Sayı: 53 Kış: 2016 Sayfa: 10-45 Education Science Society Journal / Volume: 14 Issue: 53 Winter: 2016 Page: 10-45
[ii] Arş. Gör., Bitlis Eren Üniversitesi, İİBF, [email protected]
[iii] Yrd.Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, İİBF, [email protected]
Yazar
Veysel ERAT - İbrahim ARAP

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen