Ahmet ARIN[i]
İçten ve dıştan gelen uyarıcıların duyumlar aracılığıyla anlamlı hâle getirilmesine, beyne ulaşan duyumların organize edilerek tanıma, anlama ve anlamlandırma işlemine algı denir. Bir tat almak duyum iken, ne tadı olduğunu anlamak algıdır. Bir ses duymak duyum iken, kimin veya neyin sesi olduğunu anlamak algıdır.
Algılama, duyumların çeşitli biçimlerde örgütlenip anlam kazanması, yorumlanmasıdır. Herhangi bir zamanda algıladıklarımız sadece uyaranın yapısına bağlı değil, aynı zamanda ortama, önceki deneyimlerimize, o andaki duygularımıza, genelde istek, tutum ve amaçlarımıza bağlıdır. Algılama, uyarının duygusal yapısı, ortam veya zemin, daha önceki duyusal deneyimler, kişisel duygu, tutum, amaç ve dürtüler tarafından etkilenir. Son dönemlerde daha farklı algı biçimlerinden söz edilmekte ise de temel algılama biçimleri olarak; görme, işitme, dokunma, tat ve koku, algılarından bahsetmek mümkündür.
Algıda seçiciliği sağlayan kişiden kaynaklanan ya da iç faktörler diyebileceğimiz; ihtiyaç ve güdü, ilgiler, meslek, beklentiler, tutumlar, geçmiş yaşantılar ve deneyimler olduğu gibi uyarıcıdan kaynaklanan ya da dış faktörler diyebileceğimiz; uyarıcının şiddeti ve büyüklüğü, tekrarı, zıtlığı, ani değişiklikler/yenilik, tuhaflığı, hareketliliği de söylenebilir. Ayrıca değişmezlik, örgütleme, derinlik algısı da algıyı etkileyen faktörler arasında yer almaktadır. Bu da gösteriyor ki algılar, insanın bilgi dünyasının en temel niteliği olup, dilin, kavramların ve aklın bilinçli kullanımınınbilgilenme süreçlerinde temel ve yapıcı rol oynar. Bu noktada algıyı etkileyen temel faktörleri iki şekilde ifade etmek mümkündür:İç etmenler; duygular (korku, öfke, üzüntü, sevinç vb.) , dürtü, güdü ve ihtiyaçlar, psikolojik ve zihinsel durum, algıya hazır olma, geçmiş yaşantılar ve öğrenme, tutum ve önyargı, meslek ve ilgiler, beklentiler. Dışsal etmenler; fiziki çevre (ısı, ışık, sıcaklık, iklim), sosyal çevre (kültür). Algılama anında, geçmiş yaşantılar, diğer duyu organlarından gelen başka duyumlar, o andaki beklentiler, toplumsal ve kültürel etkenler ve değerler işin içine girerler.[2]
Kur’an’ın sürekli iç ve dış ayartıcılardan bahsetmesi de boşuna değildir. İyilik ve kötülük kendisine ilham edilen[3]bir varlık olarak insanın fıtratına/iyiliğe yönelmesini sağlayan özel bir yetenek konulduğunu da unutmamak gerekir. Ayrıca her türlü duyu organlarının faaliyetlerinden de sorumlu tutulacağı sürekli vurgulanmaktadır.[4]İç ses ve isteklerle, dış verileri işleyen ve çeşitli değerlendirmeler sonucu karar verecek olan da akıl-irade ikilisidir. Bu yazıda Kur’an, Peygamber, Din ve İnsan algımız insan çevre (toplum) ilişkileri bağlamında değerlendirilmeye çalışılacaktır.
1.Kur’an/vahiy algımız
Hemen en başta vurgulamak gerekir ki, Müslümanların çoğunluğu Kur’an’a metinsel olarak âşık ama anlamından da bir o kadar uzak bir görüntü çizmektedirler. Sürekli ve en çok okunan ama hayata gerektiği gibi uygulanmayan/yansıtılmayan bir kitap. Kur’an’ın haber verdiği ve kutlu elçinin (sav) şikâyetine konu olan şekliyle[5]terk edilmiş/mehcur bırakılan bir kitap.
Kur’an hem en çok okunan kitap olup hem de nasıl terk edilmiş oluyor sorusunun cevabı, anlama ve uygulama ilişkisinde yatmaktadır. Yıllarca söylenen ve hala bazı kişilerce söylenmeye devam edilen “Kur’an mealinden okunmaz, okusanız da bir şey anlamazsınız” söylemi Müslümanların algı dünyasını şekillendiren en önemli olumsuz söylem olmuştur. Kur’an’ın geldiği ortamın ve o ortamda dünyaya gelen ve yetişen elçinin dili olan Arapça, bu tür söylemlerle kutsanmış ve insanların kendi dilinde Yüce Allah’ın lütfundan bir parça olan hitabını öğrenmelerinin önü tıkanmaya çalışılmıştır.
Türkçesinden okursam “yanlış anlarım, yanlış yorumlarım ve yanlış yaparım” gibi günlük hayatta duyduğumuz ifadelerin arka planında yatan da bu algı olsa gerektir. Yoksa okumadığım ve anlamadığım bir şeyden sorumlu da olmam düşüncesi değildir. Mazeret türü bu ifadelerden; okuyup anlayabildiği kadar anlamak, bunun için gayret sarfetmek ve anladıklarını da hayatına tatbik etmek değil de hüküm çıkarmak için okumanın kastedildiğini düşünüyoruz. Hâlbuki hüküm çıkarmak, Kur’an’ın “rasihune fil ılmi”[6]şeklinde ifade ettiği dinde derin bir bilgiye sahip olanların, yani uzmanların işidir. Ayrıca ulu’l elbab[7]veya ulu’l emr[8]şeklinde zikredilen akıl sahipleri ve bir işi hükme bağlayacak kişiler de Kur’an’ı anlamada ve yorumlamada yetkin olanlardan olarak sayılmaktadır.
Akıl sahibi her Müslümanın görevi ise Yüce Allah’ın sonsuz rahmeti ve lütfu olarak insanlara gönderdiği ilahi mesajları anlamak için çaba göstermektir. Zira Kur’an anlaşılmak için gelmiştir. Yüce Allah mesajlarının kulları için bir güçlük içermediğini; “Biz bu Kuran’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. Ancak (Allah’ın) sevgisini yitirmekten korkanlara/derin bir saygı duyanlara bir öğüt/hatırlatıcı (olarak indirdik)” [9]ayetiyle açıklamaktadır. Yine Kur’an’ın bir öğüt ve ibret vesilesi olduğunu da; “Yemin olsun ki, biz Kuran’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?”[10]ayetiyle haber vermektedir. Her bir bölümünün ayrı ayrı açıklandığını da; “(Bu) Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından ‘birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış’ (fussilet) bir kitaptır”[11]ayetiyle belirtmektedir.[12]
Kur’an’ın akılla buluşmasından itibaren onun her türlü yorumu, her türlü anlaşılma biçimi insan ürünüdür. Yani herkes zihin kabının ölçüsü doğrultusunda alacağını alır ve ondan istifade eder. Önemli olan önce Yüce Allah’a şüphesiz bir iman ve sonrasında iyi niyetle O’nun kelamını anlama girişimidir. Bu okumanın şartı ise ön yargılardan temizlenmiş bir zihin ile her türlü yanlış düşünceden arınarak Kur’an sahifelerini açmak ve“Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığın”[13]ayeti gereği Euzü besmele ile okumaya ve anlamaya başlamaktır. Bu, kişinin iç ve dış şartlarını dengeleyip, metni anlamaya, içeriğine nüfuz etmeye yönelik bir nevi hazır bulunuşluk durumunu ifade eder.
Aklı kullanmayı sürekli eleştiren ve Kur’an’ı anlamaya dayalı okumaların önüne sürekli set çeken zihniyetin derdi malumdur. Güdebilecekleri sürülerine bir kişi daha katmak. Aklını kullanmayanların pisliğe mahkûm olacağını[14]ve Allah katında yaratıkların en kötüsünün aklını kullanmayan sağır ve dilsizler olduğunu[15]açıklayan ayetleri de burada hatırlatmakta yarar vardır. Buradaki “sağır”ın hakikati işittiği halde duymamazlıktan gelen, “dilsiz”in ise hakikati söylemeye bir türlü dili varmayan kimseler olduğu malumdur.
O halde Kur’an’ı okuma ve anlama konusundaki olumsuz algılardan kurtulmak ve ilahi mesaja dört elle sarılmak bir Müslümanın en öncelikli görevi olmalı değil midir? Zira “Muhakkak ki bu (Kur’an) senin ve halkın için bir öğüttür. Zamanı gelince hepiniz (ondan) hesaba çekileceksiniz”[16]ayeti bu hususun ne kadar önemli olduğunu açıkça ifade etmektedir.
2.Peygamber ve rivayet algımız
Tarihsel süreçte tertemiz bir hayatla iz bırakarak giden ve izlenmesi gereken muhteşem bir karakter örneği olan usve-i hasene bir Peygamber (sas) yerine; örnek alınması ve izlenmesi mümkün olmayan, hayattan ve insanlardan koparılmış nurdan/melekten bir peygamber algısı oluşturulmaya çalışılmış, onun yerine (!) kerameti kendinden menkul ve kendilerine üstün nitelikler atfedilen bir takım insanlar doldurulmuştur.
Her an bir mucize üreten, hayatında hiç normallik bulunmayıp her tavrı olağanüstü olan, hiç zorluk yaşamamış, hiç acı çekmemiş, her dilediği anında olan, insanüstü, ulaşılamaz bir peygamber algısı ile Hz. Peygamber git gide inanan insanların ulaşamayacağı bir konuma getirilmiştir. Vahyi hayatına yansıtan ahlak abidesi bir peygamber değil; sakalı, sarığı, elbisesi örnek alınan bir peygamber algısı oluşturulmuştur. O söylemiş gibi uydurulan sözlerle kadınları fitne, uğursuz ve cehennemlik gören (!) bir peygamber, Ondan ayrı kaldığı için kütüklerin konuşup ağladığı, bulutların gölgelediği, çocukken kalbi yarılıp temizlenen, gölgesi olmayan bir peygamber algısı. Kısaca peygamberini sorgulamaksızın kabul edilen rivayetler üzerinden tanımanın ve tanıtmanın ortaya çıkardığı algı ve bu algıya iman sorunu. Böyle inanılan ve anlatılan bir aile ortamında doğan ve böyle bir toplumda yetişen gençleri sırf bunları sorguladıkları için aforoz mu edeceğiz? Buradaki aforoz teriminin Hıristiyanlık için olduğunun farkındayım, ama burada yapılan da benzer bir ötekileştirme ve toplum dışına itme değil midir? Onları ötekileştirerek kaybedecek miyiz? Yoksa onlara hakikatin dinini ve onu getiren bizlerle buluşturan Hz. Peygamberi doğru bir şekilde anlatmak görevini hakkıyla yerine getirip gençleri kazanacak mıyız?
Hakikatin dini açısından buradaki problem algı ve düşünce meselesidir. Özellikle iki uç eğilim arasında gençler tercihe zorlanmaktadır. Birinci eğilim; geçmişin idealize edilerek eleştiri dışı tutulması ya da kutsallaştırılmasıdır. İkinci eğilim ise; geçmişin yok farz edilmesidir. Kutsallaştırmak da yok farz etmek de insan gerçeğiyle bağdaşmadığı gibi insanın geçmişin esiri olmasına neden olur. Çünkü geçmişi doğru anlamayan insanlar onun ağırlığı altında ezilmeye mahkûm olurlar.[17]Aslında çözüm de uzak değildir. Hz. Peygamberden günümüze kadar ulaşan ve kültürel bilgi bankamızı oluşturan devasa mirası sorgulamadan toptan kabul etmek de toptan reddetmek de mümkün değildir. Vahyin ilke ve prensiplerine, akla aykırı olmayan her bilgi alınır, diğerleri ise ayıklanır.
Gençlerimize önce Kur’an ayetlerinden Hz. Peygamberi tanıtmak sonra da bunun üzerine rivayetleri bina etmek en doğru yoldur gibi gözükmektedir. O (sas); gaybı bilmeyen (En’am 6/50), melek olmayan (Hud 11/31), bir ilah da olmayan, tıpkı herkes gibi bir beşer olan, ama vahiy alan (Kehf 18/110), kendisine ve inananlara ne yapılacağını bilmeyen (Ahkaf 46/9), Allah’ın iradesi dışında karşısındakilere zarar da fayda da sağlamaya güç yetiremeyen (Cin 72/21), Allah dilemedikçe kendisine gelen zararı bile savamayan (Yunus 10/49), Kur’an’ı değiştiremeyen (Yunus 10/15; Kehf 18/27), Kur’an’dan başka bir Kuran/Kitap getirmesi mümkün olmayan (Yunus 10/15), hakkında ayet olmayan konularda derleme yapamayan (konuşamayan), kendisine ne vahyolunuyorsa sadece ona uyan (En’am 6/50; Araf 7/203), ve insanları da sadece onunla uyaran (En’am 6/51) bir Allah elçisidir. Yine O (sas); insanları Kur’an ile uyaran (En’am 6/19), açık bir uyarıcı olan (Hac 22/49), insanların/inananların vekili olmayan (Yunus 10/108; En’am 6/66), insanlara bekçi de olmayan (En’am 6/104), insanları uyaran açık bir uyarıcı (Hicr 15/89) bir elçidir.[18]
Bu bağlamda rivayetler konusunda İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin metodunu da burada hatırlamakta fayda vardır. İslam fıkhının önde gelen âlimlerinden birisi olan Ebu Hanife, “El Âlim ve’l Müteallim”isimli eserinde: “Eğer bir kimse, ‘Peygamberin (sas) her söylediğine inanıyorum, ancak Nebi haksız yere konuşmaz ve Kur’an’a muhalefet etmez’ derse bu, onun, Peygamberi tasdik ettiğini ve Peygamberi Kur’an’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber Kur’an’a muhalefet etse ve Allah’a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, Allah Teâla, “Eğer Muhammed, bize karşı Kur’an’a bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık, hiç biriniz de onu koruyamazdınız”,[19]ilahi hitabına uygun olarak, onu kuvvetle yakalar ve şahdamarını koparırdı. Allah’ın Resulü, Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Allah’ın Resulü olamaz. Nebi’den Kur’an’a aykırı olarak hadis rivayet eden kimseyi reddetmek, Peygamber’i reddetmek ve onu yalanlamak değildir. Bu ancak, Peygamber’den batıl rivayette bulunan kimseyi reddetmektir.Töhmet bu kimseyedir, Peygambere değil. Onun için Peygamber’in söylediği her şey, işitelim, işitmeyelim, başımız gözümüz üstünedir. Buna iman eder ve Allah’ın Resulünün söylediğine, olduğu gibi şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki O, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmez. Allah’ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah’ın nitelediği bir şeyi ona aykırı bir şekilde nitelemez. Şehadet ederiz ki, O bütün işlerde Allah’la muvafıktır. Bidat olabilecek hiçbir şey yapmamış, Allah’ın söylediği söze hiç bir şey katmamış ve zorlayıcılardan olmamıştır. Onun için Allah Teâlâ; “Kim Allah’ın elçisine itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur”[20], buyurmuştur.”[21]
Bu yüzden Hz. Peygamberi doğru tanımak her Müslümanın öncelikli görevidir. O (sas) babasını hiç tanıyamadı, annesi ve dedesini küçük yaşta kaybetti. Peygamber olacağını bilmiyordu. Ama yaşadığı toplumun sapkınlığını, içine düştükleri karanlığı, çürümüşlüğü kendine dert ediniyordu. Sık sık gittiği Hira’da “ne yapılabilir” diye derin derin düşünüyordu. Yine orada böyle bir hal üzereyken vahiy aldı. Peygamberliğinden önce de ahlaklıydı. Cömertti. Fakirlerin, düşkünlerin ve yetimlerin sığınağıydı. Sofrasından eksik etmezdi onları. Yardımına koşardı yardıma ihtiyacı olanların. Gözü hep ezilenlerin üzerindeydi. Yani kölelerin, fakirlerin ve öldürülen kız çocuklarının.
13 yıllık Mekke risaleti boyunca tüm zorluklara göğüs gerdi. Hakarete uğradı, evi taşlandı, alay edildi, yalnız bırakıldı, ölüm tehdidi aldı. Ama yılmadan her ortamda, her şart ve durumda İslam’ı anlattı, Tevhide çağırdı. Hicreti ölüm tehlikesi altında gerçekleşti. Medine’ye uçarak gitmedi, 20-22 gün sürdü yolculuğu. 10 yıllık Medine döneminde de insanlığı gelmekte olan büyük güne hazırlamak ve uyarmak için çırpındı durdu. Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke, Huneyn ve diğer muharebelerde ashabının/arkadaşlarının başındaydı. Yaralandı, suikasta uğradı. Gece gündüz ahlakı, doğruluğu, ehliyeti, liyakati, çalışma ve gayretin önemini, hak ve hukuka uymayı, insana hayvana tabiata değer vermeyi, dünyanın süsüne kapılmamayı, infakı, fakire yetime arka çıkmayı öğütledi. Vahye Kur’an’a dikkat çekti, titizlikle kayıt altına aldırttı. Kendinden bir şey yazılmasını istemedi. Her işinde etrafına danışan idi.
Akıllı ve zeki idi. Çalışkandı. Kibirden uzaktı mütevazıydı. “Ben kurutulmuş et yiyen Mekkeli bir kadının oğluyum” derdi. Kendisine yakıştırılan övücü sözlerden, yüceltmelerden hoşlanmazdı. “Allah’ın elçisi” ya da “Muhammed” diye hitap edilmesini isterdi. Eleştirilere kulak verir, herkesi dinlerdi. Hızlı giden kervanın önündeki sahabeye “Ey Enceşe! Yavaş ol, develerin üzerinde kristaller (kadınlar) var” diyen bir centilmendi. Çocukları çok severdi. Onlar da onu. Evinde eşlerine yardım ederdi, kendi söküğünü kendisi diker, hayvanları sağardı. Pazar alışverişini kendisi yapar, eşyasını taşıtmazdı.
Asla isyan etmedi. Sabrı ve metaneti öğütledi. İçimizden biriydi ama elçiydi, vahiy alıyordu. Adalet, iffet ve dürüstlük timsaliydi. El Emindi. Merhamet timsaliydi. Âlemlere rahmetti. Usve-i hasene/en güzel örnekti. Mükemmel bir karaktere ve ahlaka sahipti. Vahye muhatap oldu, vahyi tebliğ etti ama hep vahyi önce o uyguladı. Hayatı Kur’an’dı. Ahlakı Kur’an’dı. İşte uyulacak, örnek alınacak, Kur’an’ın anlattığı Hz. Peygamber de (SAS) böyle güzel bir insandı. İz bırakan izlenir. İz bıraktı izleyebilmeniz için. Zira o “kıl” değil, “akıl ve vahiy” bıraktı miras olarak bizlere.
O halde özellikle vurgulamak gerekirse; Kur’an dışındaki eserlerde yer alan ve kesinlikle sorgulama yapılmadan kabul edilmesi istenen rivayetler üzerinden sunulan din ve peygamber anlatısının bizlere sunduğu din ve peygamber; gerçeğin dini ve bu dinin peygamberi olmadığı kesin.
3.Din algımız
Burada din bizim neyimiz olur? Sorusunu sormakla işe başlamak gerekir. Bize algılatılan din mi? Yoksa Yüce Allah’ın vahyinde öğrettiği din mi? Bu sorular kritik sorulardır ve çoğunlukla algılatılan din geçerliliğini korumaktadır, yani “insan din içindir” algısı. Hâlbuki Yüce Allah’ın dini “insan içindir”. Din kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerinde yalın halde farklı anlamlarda kullanıldığı gibi ayrıca çeşitli tamlamalar şeklinde de kullanılmaktadır. Örneğin dînüllah (Âl-i İmrân 3/83), dînü’l-hak (Tevbe 9/29, 33), ed-dînü’l-hâlis (Zümer 39/3) şeklinde olduğu gibi.
Bu ayetlerde kullanılan dinül hak ifadesini; hak din değil, “hakikatin dini”; gerçek din değil, “gerçeğin dini” şeklinde anlamak daha uygundur. Yüce Allah dinini, gerçeğin/hakikatin dini olarak adlandırmakta, din kılıfı altında insanlara pazarlanan dinlerin/inançların, gerçeğin dini yerine ikame edilmesini önleyeceğinin garantisini vermektedir.[22]Aynı zamanda gerçeğin dini, gerçeğin peşinde olanları bütün sahte din formlarıyla mücadeleye de çağırmaktadır.[23]Aslında insan fıtratına uygun olan da budur, yani fıtrat dini.
Diğer yandan, Arapça kıyâm kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olan “kayyım” kelimesi; “doğru, sabit, sürekli” manalarına gelir. Dîn-i kayyim ifadesi Kur’an’da (Tevbe 9/36; Yûsuf 12/40; Rûm 30/30, 43) ayetlerinde geçmektedir. Yine “dînen kıyemen” veya “kayyimen” şeklinde (En‘âm 6/161), “dînü’l-kayyime” olarak ise (Beyyine 98/5) de yer almaktadır. Buna göre dîn-i kayyim tamlaması “dosdoğru, sabit, sürekli, varlığını, gerçekliğini ve etkinliğini daima koruyup devam ettiren din” demektir.[24]Burada asıl vurgulanması gereken husus dinin sadece bir araç olduğu, asıl unsur olarak insanın bu dini anlayarak hayata uygulaması yani “kayyim” hale getirmesidir. Asıl özne insandır, din değil.
Zira bugün gençlerin dini anlama ve yorumlamaları ile ilgili deizm tartışmalarına neden olan ana etken deizme duyulan merak olmayıp, kendilerine sunulan dini anlayış ve tasavvurların hayatı anlamlandırma noktasında yetersiz kalmasıdır.[25]Aslında bu durumun da bir algı sorunu olduğu, daha doğru bir tabirle algılatma sorunu olduğu görülmektedir. Dini sadece metafizik alanla algılama/algılatma sonucunda pratik alan ve özellikle ahlak alanı ihmal edilmiştir. Dolayısıyla dinin asıl amacı olan “iyi insan projesi” yine insanın kendi eliyle dumura uğramıştır. Dinin asıl amacı yerine şekle yoğunlaşılmış kabukla ilgilenilip çekirdek/öz ihmal edilmiş gibi gözükmektedir.
Yüce Allah’ın insanlara olan sevgisinin (vedud), rahmetinin ve lütfunun bir göstergesi olan, akıl ve iradeye hitap eden, tevhit temelinde yükselen hakikatin dini olan İslam, adalet ve merhamet direklerinde yükselmekte ve çatısını da salih ameller/doğru eylemler oluşturmaktadır. Duvarlarını ise ahlak temelli bir bilinç ve yaşantı oluşturmaktadır. Bu evde inananlar Allah’ın razı olduğu kimselerden olmaya gayret eder, O’ndan başkasına da boyun eğmez yani sorumluluklarının bilincinde ve özgürdür. İlahi olana/Uluhiyete insanın verdiği cevap ubudiyyet/O’na yakınlaşmak ve sevgisini kazanmaktır. O’na yaklaşmak için atılacak her adım rızaya uzanmayı sağlar, her uzaklaşma ise unutmaya[26]nisyana sebep olur. İnsan Rabbine sürekli muhtaçtır ve Yüce Allah dışında hiç kimseye böyle bir ihtiyaç hissetmez, Topçu’nun ifadesiyle “isyan ahlakı/özgürleşme” de budur.
Lakin bugün bazılarınca ortaya konan din, özgürlüğü değil, aklın ve sorgulamanın olmadığı kişilere mutlak bağlılığı esas alan bir köleliği esas almaktadır. Böyle bir ortamda farklılıklardan doğan zenginliğin, istişarenin, fikir üretmenin ve gelişmenin mümkün olmayacağını/olmadığını görmek gerekmektedir. Ben ve öteki ya da biz ve ötekiler olarak ayrıştırmanın kimseye yarar sağlamayacağı ortadadır. “Sımsıkı ve topluca/hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a/gerçeğin dini olan İslam’a) sarılın, sakın fırkalaşmayın/ ayrılmayın/ ötekileşmeyin”[27]ilahi hitabını da burada vurgulamak gerekmektedir.
Din hususunda özellikle vurgulanması gereken bir husus da dinin yorumları olan mezhep ve tarikatların dinin kendisi gibi algılanması/algılatılmasıdır. Hâlbuki mezhep ve tarikatlarca anlatılan ya da yaşanılan din, dinin aslı/kendisi değildir, anlaşılma şekilleridir. Kişi/ler bir mezhebe ya da tarikata uyabilir, görüşlerini benimseyebilir, bunda yadırganacak bir durum yoktur. Ancak bu bağlanış kişiye kendisi gibi olmayanları ötekileştirme/tekfir etme hakkı vermez. Müntesiplerinin cennete diğerlerini cehenneme gönderen, kurtuluşu sadece kendi taraftarlarına has kılan, İslam’ın özünde olmayan hatta aykırı olan hususları din gibi sunan bir oluşum da normal kabul edilemez. Diğer yandan Hz. Peygamberin vefatı ile birlikte dini otorite makamı da sona ermiştir. Dolayısıyla hiç kimse kendisini ve bir başkasını Hz. Peygamberin yerine dini otorite olarak koyamaz. Şeffaf bir yapıda olmak kaydıyla sivil toplum olarak addedilebilecek olan tarikat oluşumlarının bulunmasında bir sıkıntı bulunmamaktadır. Lakin Devletin, kurumları yoluyla tarikatları hukuk çizgisinde olup olmadıkları, gelir kaynakları ve giderleri hususunda denetlemesi de elzemdir. Yine tarikat oluşumlarının insanların özgürlüğüne müdahalede bulunması, onları köleleştirmeleri de, başında bulunan kimselerin mübarek, günahsız ve özel güçleri olan kimseler olduğu da kabul edilemez. Ayrıca insanların bağlı bulundukları tarikat, cemaat ve grup yoluyla bir takım makam ve mevki elde etmeleri, İslam’ın ehliyet, liyakat ve adalet prensibine uygun değildir. Bu konuda Hz. Peygamberin ehliyet, liyakat ve adalet ilkesi merkezinde gerçekleştirdiği onlarca uygulamasına bakmak yeterlidir. Zira din sarihtir/açıktır ve kimse yüce Allah’a din öğretmeye kalkışmamalıdır.[28]
Bilgilerde/ilimlerde yapılan yanlışlıkların düzeltilme ihtimali her zaman mümkün ve oldukça yüksek iken, dinde yapılan yerleşmiş yanlışlıkları düzeltmek neredeyse imkânsız bir hale gelebilmektedir. Bunun için Kur’an ayetleri atalara/geleneğe sorgulamadan uymanın getirdiği açmazlara sürekli dikkat çekmektedir.[29]Din algısının yerli yerine oturmasında bireye düşen görev çok önemlidir ve bu görev başkasına devredilemez. Zira dünya hayatının hesabı da ahirette fert fert verilecektir.[30]
4.İnsan/kendilik ve toplum algımız
İnsan algısından kastımız kişinin kendini algısı ile birlikte ailesi başta olmak üzere çevre/toplum algısıdır. İnsan özgürlüğü ve sorumluluğu içiçe yaşaması gereken, hayatını dünya ve ahiret dengesi üzerine ahlak temelli kurması istenen, sınavı da bu yaşanmışlıkları olan bir varlık. Yaratılış kodlarına konulan fıtrat pusulası, akıl ve irade, vicdan ve merhamet gibi donanımlara sahip olan, hayvani güdülerine bu donanımlarla dur diyebilme potansiyelini de üzerinde taşıyan ve böylece insan olabilen ama asla kendi kendine yetemeyen çevresine ihtiyaç duyan bir varlık.
Zayıflığı sonucu uzun bir süre aileye ihtiyaç duyan bu varlığın ilk eğitimi de oldukça önem arz etmektedir. İlk öğretmenler olarak ana-baba çocuklarına sevgi temelli bir Allah inancı vermediklerinde, korku üzerine kurulan bir din algısı oluşturduklarında, genç birey açısından bunun sonuçları çeşitli travmalar olacaktır. En önemli ikinci eğitim ise değerler üzerine olandır. Değerlerin konuşulduğu ama yaşanmadığı bir ortamın genç bireye katacağı bir şey yoktur. Doğruluktan bahsedilip sürekli yalan konuşulan, yardım/infaktan bahsedilip hiç yardım yapılmayan, hak ve adaletten bahsedilip hak yenen ve merhametten bahsedilip zalimce davranışlar sergilenen bir ortamda genç bireyin nasıl bir din algısına sahip olacağı başından belli değil midir? Zira Akyol’a göre de; iletişim vasıtaları ve sosyal medyanın etkinliğini arttırmasıyla, en uzak köydeki çocuk bile ebeveynler ve otoriteler tarafından ezberletilen değerleri ve dogmaları sorgulamaktadır.[31]
Diğer taraftan toplum da genç bireyin yetişmesinde oldukça etkili bir unsurdur. Yaşadığı toplumdaki din algısı ve yaşantısı ister istemez genç bireylere de yansıyacaktır. İbadetler yanında, adalet, merhamet, hak, hukuk, sevgi, yardımlaşma, diğerkâmlık, doğruluk, dürüstlük ve güven gibi temel değerlerin toplum tarafından algılanış biçimi ile uygulanış biçimi, toplumun genç bireylere rol model olması açısından oldukça önemlidir. Namaz kılan ama aldatan, Peygamberden bahseden ama yalan söyleyen, kişi haklarına saygısı olmayan, adaleti yerinden eden bir Müslüman görüntüsü genç bireylerdeki algısı nasıl olacaktır? Elbette toplumun tamamının bu şekilde olduğunu ifade etmiyoruz, lakin olumsuzlukların örnek yaşantılardan daha görünür olduğu günümüz dünyasında gençlerin bu durumdan etkilenmeleri kaçınılmaz olmaktadır.
Ayrıca küreselleşmenin getirdiği olumlu etkilerin yanında olumsuz etkilerini de göz ardı etmemek, sosyal medyanın, görsel materyallerin ve dijital dünyanın etkileyici gücünü de anmak gerekmektedir. Özellikle din sunumu yapanların kendi gruplarına, kliklerine, cemaatlerine adam devşirmek ve dini kullanarak ticari kazanç temini amacıyla televizyon ve sosyal medyayı kullanarak dini ters yüz etmeleri, hakikatin dinini masal dinine çevirmeleri, kendi görüş ve düşüncelerini din diye sunmaları olumsuz algı bakımından oldukça etkili görünmektedir. Bu grupların hakikatin sesi olmaya çalışanları çeşitli şekillerde susturmaya çalışmaları ve en çok da tekfir yöntemini kullanmaları oldukça düşündürücüdür.
Çocukların gelişimi izlendiğinde, hazır buldukları ortamda, hayatın onlara temel yaşam bilgilerinden başlayarak pek çok bilgiyi, düşünceyi ve davranışı öğrettiği görülebilir. Çevre ve mevcut kültür ortamı, onları şekillendirmek ister, onlarsa direnmek ve farklı olmak isterler. Ancak ne isterlerse istesinler, kendi başlarına fazla bir şey yapmalarının mümkün olamayacağını anlamakta, yine de direnip kendileri olmak için mücadele vermektedirler. Sonuçta ailenin, çevrenin, teknolojinin, medyanın, kısaca kültürün zincirleriyle bir yerlere zincirlenmektedirler.[32]
Gençlerin de özellikle mükellef çağlarına ulaşmalarından sonra görünür bu olumsuzluklardan hareket ederek dine yabancılaşması, sorgulama, araştırma, muhakeme basamaklarını yapmamaları da sorgulanması gereken bir başka husustur. Dünyevileşmenin ve haz kültürünün iştah kabartan iç ve dış uyarıcılar olması, arkadaş gruplarının olumsuz etkisi ve dijital dünyadaki olumsuz etkilerle birlikte genç bireyler bu büyüye kapılmaktadırlar. Burada da en son suçlanacak olanlar gençlerimizdir diye düşünüyorum. Zira eğitim sistemimizde hala tam anlamıyla düşünme, sorgulama, araştırma, muhakeme etme ve bir yargıya varma süreçlerini öğretemiyor ve benimsetemiyoruz. Konu din ise, bilgi kaynaklarının duyular ve akıl (fizik dünya) ile vahiy (metafizik) olduğunu, bunların birbiriyle irtibatının sağlanacağı ve birbirini asla nakzetmeyeceğini/değillemeyeceğini tersine birbirini bütünleyeceğini kavratmamız gerekmiyor muydu?
Başarısız dini sosyalleşmede, dini anlatan temsilcilerin de; yani bizlerin yanlış tutum ve davranışlarının da katkısı büyüktür. Kurumsal dinin başarısızlığı ve hayatla yüzleşmedeki tutarsızlıklar da özellikle gençler arasında şüpheyi kışkırttığı bilinmektedir. Günümüzün sorunlarıyla dini veriler ve dini duygular arasında irtibat kurulmadan, itaat, ceza veya ödül merkezli olarak yapılan anlatımlar insanlarımızı olumsuz yönde etkilemiş olabilir. Gençlerin kişilik ve kimliklerini oluştururken, içinde yetiştiği ortamdan aldığı geleneksel din anlayışı, mevcut yönetimlerin din telakkileri ve bireysel eğilimler, manevi özlem ve ihtiyaçları arasındaki ilişkiyi yeterince sıhhatli kuramadığımız zaman sorun daha da giriftleşmektedir. Özgürleştirici, sevgi merkezli, soru-cevap ve diyalog tekniğine dayalı problem tanımlayıcı ve beraberce çözüm üretme bir eğitim anlayışı yerine bankacı eğitim modelini benimseyip, gençleri boş bir bardak gibi görüp doldurmayı hedeflemenin sonucudur bunlar.[33]
O halde Kur’an referans alınarak gençlerimizin iç ve dış ayartıcılara karşı uyarılmaları ve bunlarla nasıl başa çıkacakları öğretilmesi gerekmiyor mu? Örneğin “(şeytan) onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara (hayallerin, niyetlerin, bahanelerin, kurtuluş yeterli olmayan gerekçelerin arkasına sığınmaya) sürükleyeceğim…”[34]ayetini ya da “Onlara dış âlemdeki ve kendi içlerindeki ayetlerimizi/doğa kanunlarını göstereceğiz. Böylece Kur’ân’ın gerçek/hak olduğunu anlayacaklardır. “Rabbinin her şeye tanık olması onlara yetmiyor mu?”[35]ilahi buyruğunu onlarla birlikte anlamaya çalışmak gerekmez miydi? Allah ile aldatanlara karşı ilahi mesajın şu uyarısını: “O gün (münafıklar) onlara: Biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler. (Müminler) derler ki: Evet, ama siz kendinizi fitnelediniz (başınızı belaya soktunuz: ilahi buyrukları çiğnediniz); gözleyip beklediniz (her konuda) şüpheye düştünüz (sözlerin ve yapılanların doğruluğundan veya yanlışlığından emin olamadınız) ve kuruntular (bahaneleriniz, sizin anlaşılamadığınız, size haksızlık yapıldığı gibi duygular) sizi aldattı (oyaladı/ zaman kaybettirdi/ doğru olduğunuz vehmine kaptırdı). O aldatıcı, (bazı konularda doğru işler yaptınız veya bazı konularda yanlış işler yapmadınız diye) Allah ile sizi aldattı (oyaladı). Nihayet Allah’ın emri gelip çattı”[36]ayetiyle birlikte her zaman diliminde vurgulamak gerekmez miydi?
Kısaca şerrin Allah’tan değil iç ve dış ayartıcılardan geldiğini ve bu kötülüklerden/şerden sadece Allah’a sığınılması gerektiği, fıtrata dönmenin, vicdanı dinlemenin önemi genç bireylere kavratılabilir, onların aklına hitap edilebilir diye düşünmekteyiz.
Son söz yerine
Kur’an, Peygamber, Din ve insan algımız yaşadığımız kısa ömrün içeriğini belirlemektedir. Dolayısıyla doğru algı ve yaşantı insanlığın kurtuluşunu sağlayacağı gibi tek tek bireyler olarak ahiret hayatımızı da şekillendirecektir.
Özellikle kaderin algılanması hususunda insanın özgürlüğü ve sorumluluğuna vurgu yapan Hanefi-Maturidi yorumun anlaşılmaması ya da terkedilmesi bunun yerine ezelde yazılan bir yazgının oynanması/uygulanması anlayışına dayanan cebri kader görüşünün insanların zihninde algılanması/algılatılması “iş olacağına varır” şeklinde ifade edilen tembelliğin ana sebebi olmuştur.
Din algımızda şekilcilik, yüzeysellik ve tembellik hâkim oldu. İşin özüne ruhuna vakıf olmak bırakılarak kabuğa razı olundu. Geleneği her ne olursa olsun kutsamak din kabul edildi. Sorgulamak, araştırmak, gerçeği anlamaya çalışmak yani akletmek terk edildi ve bütün bunlara karşı sorgulamaların etrafına toplumsal bariyerler kuruldu. Bu bariyerler tekfir mekanizmasıyla koruma altına alındı. Tefkir etmek/fikir üretmek, ilmi çerçevede tartışmak terk edildi, onun yerine tekfir etmek/din dışı ilan etmek, ötekileştirmek getirildi. “Hakikatin kıvılcımları fikirlerin çarpışmasından çıkar”sözü göz ardı edildi.
Din akıl uyuşmazlığı safsatası ile insanlar akletmekten uzaklaştırıldı. Din bilim çatışması imal edilerek, dinin, dünya hayatından ve Allah’ın yasalarından koparılmasına çalışıldı. Allah’ın fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasaları yani Sünnetullah’ı yok sayıldı. Din ve bilimin alanları birbirine karıştırılarak, materyalizme, sekülarizme, pozitivizme alan açıldı ve bunların doğal sonucu olan Ateizmin ekmeğine yağ sürüldü. Kur’an ayetlerinde bir uyarı olarak vurgulanan Allah’la aldatmak fiili din ticaretinin[37]ana malzemesi oldu.
Eğitimin bütün kademelerinde ve bilhassa din eğitiminde bir türlü terkedilemeyen taklit ve ezberci eğitimin de insanımızın algı dünyasına olumsuz etki ettiği ifade edilebilir. Taklit ve örnek alma arasındaki ince çizginin fark edilememesi bize pahalıya mal olmaktadır. Dinin ve ana kaynağı Kur’an’ın körü körüne bir inanmayı değil bilakis tahkiki/sorgulama ve araştırmayı emretmesi de yeterince anlaşılamamıştır. Peygamberi taklit etmek değil örnek almak gerektiği, onun parmağına değil parmağının işaret ettiği yöne yani mesaja bakmak, hayatının merkezinde yer alan Kur’an ahlakı hususu atlanmıştır.
Bütün bu algılar sonucu insanımızda ve özellikle gençlerimizde “din yorgunluğu” ortaya çıktı. Gençlerimizi kaybetmemek noktasında durup bir düşünmemiz ve hakikatin/gerçeğin dinini yürürlüğe koymamız gerekmektedir.[38]Bunun yolunun akılla, bilimle ve birbirimizle kavga etmekten geçmediği açıktır. Bunun yolu Kur’an’ın doğru anlaşılması ve Hz. Peygamberin özellikle gençlerimize doğru anlatılması ve sunumuyla olacağı açıktır.
Her birimiz kendimize, zihnimize ve algılarımıza format atabildiğimiz; akıl, bilim ve vahiy üçlüsünden oluşan antivirüs uygulamasını yükleyerek korunduğumuz anda hem yanlış olan algılarımız düzelecek hem de bize algılatılanların yanlışlığı ayan beyan görünür hale gelecektir. Yapılması gereken özgür ve özgüveni yüksek, sorumluluklarının bilincinde, soran soruşturan, analiz kabiliyeti yüksek genç bireylerden oluşan bir toplum oluşturmak olmalıdır.
Dipnotlar
[1]Yazıyı okuyan, değerlendirerek eleştiri ve önerilerde bulunan Prof. Dr. Mevlüt Uyanık hocama teşekkürü bir borç biliyorum.
[2]Algı ile verilen genel bilgiler, (Ayşe Okanlı, Çocuk Psikolojisi ve Ruh Sağlığı, Atatürk Üniversitesi, Açık Öğretim Fakültesi, s.2-15) kaynağından özetlenerek alınmıştır.
[3]Şems 91/8-10
[4]İsra 17/36; ayrıca bkz. Araf 7/179; Nahl 16/78
[5]Furkan 25/30
[6]Ali İmran 3/7
[7]Bakara 2/269
[8]Nisa 4/83
[9]Taha 20/2-3
[10]Kamer 54/17
[11]Hud 11/1
[12]Kur’an’ın anlaşılırlığı için ayrıca bkz: Maide 5/49; Araf 7/52; Yusuf 12/2;Neml 27/1-2; Rum 30/30
[13]Nahl 16/98
[14]Yunus 10/100
[15]Enfal 8/22
[16]Zuhruf 43/44
[17]Hasan Onat, Türkiye’de Din Anlayışında Değişim Süreci, Endülüs Yayınları, 2016, s.50-51, 162
[18]Peygamberini (sas) Kur’an ölçekliğinde tanımak isteyenler: (2/119; 2/252; 4/105; 5/67; 6/19; 6/48; 6/50-51; 7/158; 9/128; 10/2; 11/2; 11/13; 13/7; 16/89; 17/54; 18/110; 21/106-107; 22/49; 25/56; 27/91-92; 32/3; 33/21; 33/40; 33/45-47; 34/28; 35/24; 36/1-6; 36/69; 38/65-70; 42/6; 46/9; 48/8-9; 48/13; 48/29; 64/8; 68/4; 69/41-42; 81/22; 93/1-11; 94/1-8 vb) ayetlere bakarak tanıyabilirler.
[19]Hakka 69/44-47
[20]Nisa 4/80
[21]Geniş bilgi için bkz: İsmail Hakkı Ünal, Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, DİB Yayınları, 2018, s.84-85
[22]Hicr 15/9
[23]Şaban Ali Düzgün, Dini Anlama Kılavuzu, Otto Yayınları, 2017, s.131-137
[24]M. Sait Özervarlı, “Dini Kayyım”, TDV İslam Ansiklopedisi, 1994, c.9, s.351
[25]Aygün Akyol, “Gençliğin Dindarlık Tasavvuru ve Deizm Tartışmaları” Günümüz Gençliğinin Zihin Problemleri, (Ed. İ. Maraş, İ Erdoğan), Kitap Dünyası Yayınları, 2019, s.226
[26]Haşr 59/19 “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayınız! Onlar yoldan çıkanlardır.”
[27]Ali İmran 3/103
[28]Hucurat 49/16; Yunus 10/18
[29]Bakara 2/170; Maide 5/104; Araf 7/28; Yunus 10/78; Lokman 31/21; Zuhruf 43/22
[30]En’am 6/94; Müddessir 74/38
[31]Aygün, Akyol, “Gençliğin Dindarlık Tasavvuru ve Deizm Tartışmaları” Günümüz Gençliğinin Zihin Problemleri, (Ed. İ. Maraş, İ Erdoğan), Kitap Dünyası Yayınları, 2019, s.227
[32]Hasan Onat, Türkiye’de Din Anlayışında Değişim Süreci, Endülüs Yayınları, 2016, s.135.
[33]Mevlüt Uyanık, “Gençlerimizin Din-Kültür ve Kimlik İlişkisini Kurgulamasında Peygamberimizin Bir Sosyal Model Olarak Sunumu”, Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü Sempozyumu, 11-12 Mayıs 2007, Konya, s.77-97
[34]Nisa 4/119
[35]Fussilet 41/53
[36]Hadid 57/14
[37]Bakara 2/174
[38]Gençliğin zihin problemleri ve din yorgunluğu için bkz. Mevlüt Uyanık, ”Gençliğin Zihin Problemleri ve Felsefe Karşıtlığı”, Günümüzü Gençliğinin Zihin Problemleri, (ed. İ. Maraş, İ. Erdoğan), Kitap Dünyası Yayınları, 2019, s.65-107
[i]Eğitimci-Yazar