Felsefî Bir Problem Olarak Siyasal Kültür – Farabî Ekseninde Bir Değerlendirme

Felsefî Bir Problem Olarak Siyasal Kültür – Farabî Ekseninde Bir Değerlendirme[i]

Prof.Dr. Mehmet EVKURAN

 

Özet: Siyaset felsefeden sosyolojiye uzanan bir alanda ele alınan çok yönlü bir kavramdır. Düşünürler siyaseti daha çok kuramsal açıdan tartışmışlar ve insanın yüksek değerler kazanması için bir araç olarak görmüşlerdir. Siyasetin teorisi ile pratiği arasında bu bağlamda bir ilişki kurmuşlardır. Kaynaklarda Türkler daha çok savaşçı ve göçebe kültür taşıyıcısı topluluklar olarak yansıtılmaktadır. Oysa yerleşik hayat geçen ve güçlü medeniyetler kuran Türkler’in bu yönü nedense pek öne çıkarılmamaktadır. Türkiye’de yapılan çalışmalarda bu kısır döngünün etkisindedir.

Türkler’in Müslüman olması İslam dinine yeni bir heyecan ve ivme kazandırmıştır. Türk dünyasının yetiştirdiği düşünürlerden biri Farabi’dir. Farabi özellikle siyaset felsefesine dair görüşleri ile katkılar sunmuştur.

Bu bildiride, siyaset ile kültür arasındaki ilişki kuramsal yönüyle ele alınacak ve kültürün siyasete ve siyasal değerlere olan etkileri incelenecektir. Ardından Türk Dünyasının yetiştirdiği en önemli filozoflardan biri olan Farabî’nin düşünce sistemi üzerinde durulacak ve onun siyaset felsefesinin temelleri ortaya konulacaktır. Ayrıca Farabî’nin düşünsel-felsefî mirasının günümüz sorunlarının nasıl çözümleneceğine dair değerlendirmelerde bulunulacaktır.

Anahtar Sözcükler: Türk dünyası, Farabi’nin mirası, siyaset, kültür, din.

POLITICAL CULTURE AS A PHILOSOPHICAL PROBLEM

An Evaluation in Context of Farabi

Abstract: Politics is multidimensional concept which covered an area ranging from philosophy to sociology.

Philosophers have debated politics more theoretical perspective and considered it as a tool car gives high value to human. They established a relationship between the theory and practice of politics in this context. This aspect of the Turks are not highlighted.

Turks has brought excitement and momentum to Islam. Farabi is one of the leading thinkers of the Turkish world. He presented important contributions with views on political philosophy.

Turkic peoples are recognized as more warriors and nomadic communities in sources. Whereas Turkey have established permanent settlement and brilliant civilization throughout history.

In this paper, the relationship between culture and politics will be dealt with theoretical aspects and effects of the culture of politics and political values will be examined. It will reveal the foundations of his thinking system and political philosophy. In addition, the assessment will be made on how to resolve the problem today of Farabi’s intellectual-philosophical heritage.

Keywords: Turkic World, Farabı’s heritage, politics, culture, religion. 

1.    GİRİŞ

Canlı varlıkların yeryüzünde yaşayabilmesi için uygun biyolojik ortam, besin, ışık, sıcaklık gibi unsurlara ihtiyaçları vardır. İnsanı tanımlamak için sadece biyolojik veriler yeterli değildir. İnsanın zekâ, akıl, hayal gücü, yaratıcılılık gibi özelliklerinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Bu nedenle insanın dünyadaki yaşam serüveni açısından biyolojik unsurlar önemli olmakla beraber, anlam arayışına ve değerlere bakan yönelimleri asıl fark yaratan özelliğidir. Kültürel bir varlık olarak insandan söz ettiğimizde, onun biyolojik yasaları aşan ve hatta ona karşı çıkan varoluşsal yönelimlerinden söz ederken buluruz kendimizi.

Özgür irade, akıl ve imgelem sahibi olan insanın, değer üretmesi ve bunlara aracılığıyla hayatla bağlar kurması, onun varoluşunun kaçınılmaz bir parçasıdır. Anlam üreterek yaşamak durumunda olan insan, bu aksiyonu doğada tek başına değil toplum içinde ve hemcinsleri ile birlikte gerçekleştirir. Toplum halinde yaşayan insanlar değer, anlam, düşünce ve sanat üretirler ve bunları sonraki kuşaklara aktarırlar. Eğitimin rolü sadece bireyi bilgilendirmek değil belirli bir kültür doğrultusunda bilinçlendirmektir. Kuşaktan kuşağa aktarılan değerler zamanla gelenek halini alır ve bir ölçüde öncekilerin mirası olarak kutsanır. Bir kuşak için son derece akılcı ve gerçekçi temeller üzerinde kurulan ve pratik açıdan da işlevselliğe sahip değerler ve düşünceler, sonrakilerin dogması haline gelebilmiştir.

Buradaki en büyük kusur, yanlış kurgulanmış eğitime aittir. Toplumun değerlerini ve biri-kimlerini anlaşılabilir bir üslup içinde ve esnek bir tarzda anlatmak yerine, yaşamdan ve gerçeklerden uzak olarak sadece kimliği koruma kaygısıyla öğretilmesi esneklikten uzak, tekdüze ve içe kapanık zihinlerin oluşmasına yol açmıştır. Aslında tarihin bir döneminde çok makul ve yararlı olan bir şey, hayatla ile olan ilişkisi yeterince anlaşılamamış ve adeta kutsanan bir puta dönüşmüştür. Hayattan gittikçe koptuğu ve uzaklaştığı için ona olan saygıyı sürdürmek için de, bir o kadar akıl dışı zorlamalara başvurulmuştur.

Ulusların kendi gelecekleri için hedefler koymaları, yaşanan bozulmalar karşısında kaygı-lanmaları ve bazı koruyucu mekanizmaları harekete geçirmeleri anlaşılabilir bir davranıştır. Ancak burada, hangi gerekçeyle olursa olsun kültürün doğasına bir tavır sergilendiğinde sonucun değişmediği, korunmaya çalışılan şeyin daha çok zarar gördüğü görülmüştür. Kültür konusunda hiçbir zaman aşırı korumacılık yararlı olmamıştır.

O halde sorulması gereken soru şudur: Kültür ile bir ulusun hayatı arasındaki gerçek ilişki nedir? Gerçekten de bazı düşünürlerin ileri sürdüğü gibi, her ulusun kendine özgü bir karakteri var mıdır? Ve bu karakter değişmez midir? Eğer böyleyse ulusların tarihsel yürüyüşü sürecinde karşılaştıkları farklı inanç ve kültürlerle olan ilişkileri onları daima belirli bir sistem içinde davranmaya mı zorlar? Yaşanan kimlik krizleri ve toplumsal sorunlar, bu zorla/n/manın mı sonucudur? Ulusun en genel anlamda yaşadığı anlam krizi, acaba bireylerin tikel hayatlarında kişilik bozuklukları ya da kimlik krizleri olarak mı yansımaktadır? 

2.    SİYASAL KÜLTÜR NEDİR?

Tarih boyunca insan topluluklarının sosyolojik gelişimi sırasında öne çıkan iki kavram, karşılıklı olarak birbirlerini diğerlerine oranla daha çok etkilemektedir. Bunlar; siyaset ve kültürdür. Bir yönetim tarzı ya da iktidar mücadelesi olarak siyaset, kitleler ile iktidarı kullananlar arasında kurulan ilişkiler üzerinde yürür. Bu ilişkinin görünen kısmının yanında bir de görünmeyen ancak ilkinden daha belirleyici bir kısmı daha vardır. Görünen ve yüzeysel olan, iktidar ilişkilerinin somut yansımalarını taşıyan kurumlar ve simgelerdir. Ancak diğer yandan daha temelde yer alan anlam ve değerlerin üretildiği ve yönlendirildiği bir arka plan vardır. İktidar, gücünü temelde bu alan üzerinde yürütür. İktidar ilişkilerinin temel kodları bu simgesel geri planda tanımlanır. İnsanların iktidarı nasıl algılayacakları, iktidarın niçin ‘iktidar’da olduğu/olması gerektiği yani meşruiyeti, iktidarı kullananların görev ve yetkilerinin neler olduğu vb. gibi temel konular burada cevabını bulur. Şu halde siyaset ve kültür en temelde, simgeler ve anlamlar düzeyinde içi içe geçmektedir.

Öte yandan siyasal ilişkiler, çıkarlar gibi anlık değişebilen kırılgan süreçlerdir. Her iktidar değiştiğinde yöneten-yönetilen ilişkisini yeniden ve tekrar kurmaya çalışmak yerine, bu konuyu kalıcı bir çözüme bağlamak gerekmiştir. İktidarın bir kurum olarak yönetenin bireysel varlığından bağımsız, tüzel bir kişiliğe sahip olduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bundan böyle yöneticilere olmasa bile bu fani kişilerin işgal ettikleri mevkilere saygılara duyulacaktır. Kişiler fanidir, kalıcı olan ise makamlardır, düşüncesi iktidarın aşkınlaştığı ve modern devlet düşüncesinin doğduğu eşiği ifade eder. İktidarın gizemli açıklamalarla derinleştirildiği süreç, siyasal düşüncenin gelişiminde önemlidir ve iktidara, yönetenin bedenine farklı gözlerle bakılmasını sağlayan bir yabancılaşmayı da getirmiştir.

Yöneticiler ve elitler, iktidarın aşkınlığı algısına yaslanarak kutsal devlet kavramının tadını çıkarmaktan kendilerini alıkoyamamışlardır. Modern siyaset düşüncesinin pek çok kavramı, Ortaçağ’ın teolojik dünyasına aittir ve ondan izler taşır. Dinsel ve teolojik düşüncenin temel kavramları, dönüşerek ya da değişerek modern siyasal kavram ve yapılar halini almıştır. Siyaset düşüncesinin temel kavramı devlet, bizzat taşıdığı metafizik göndermeler açısından Tanrı’ya benzetilmiştir. Modern devletin Ortaçağ’ın Tanrı’sının bir yansıması olduğu söylenmiştir. Zira eğer insanlar Tanrı kavramını düşünmüş ya da hayal etmiş olmasalardı devlet kavramını üretemezlerdi. Diğer aktörleri içinde eriten büyük aktör fikri, Tanrı-devlet ilişkisindeki düşünsel bağı ortaya koymaktadır.

Diğer temel bir sorun ise iktidar ilişkilerinin eşitsiz oluşu ve bunu açıklayacak bir sistemin kurulmasının aciliyetidir. Neden insanların çoğu boyun eğmeye mahkûm iken az sayıda insan yönetme gücünü elinde bulundurmaktadır? Bu soru tüm siyaset felsefesinin kökenindeki en temel problemlerden biridir. Devlete neden ihtiyaç vardır? Ya da gerçekten de devlete ihtiyaç var mıdır? Devlet tüzel bir kişilik iken nasıl oluyor da devlet adına, çoğu zaman gerçek varlıklar olan bireylerin hayatları aleyhine kararlar verebiliyor? İktidara ve iktidar ilişkilerine süreklilik kazandırmak için insanlar devlet adı altında tüzel bir kurum kurmuşlar ve ona manevî kişilik atfetmişlerdir. Zaman zaman devlet kavramının Tanrı yerine kullanıldığı ve böylece devletin kutsallaştırıldığı olmuştur. Buna bir tepki olarak devletsiz bir toplum hayalleri de siyasal düşünceler tarihinde ortaya çıkmıştır. Devleti Tanrılaştıran ya da tersi onu tüm kötülüklerin kaynağı olarak gören düşünceler birbirleriyle rekabet ederek siyasal düşünceler tarihinde yerlerini almışlardır. Günümüzde başta devlet olmak üzere pek çok siyasal kavrama daha rasyonel bakıldığını söyleyebiliriz.

Spekülasyonlar ve dogmalar, insanı reel hayattan kopardıkları ölçüde zararlıdırlar. Düşünce ile gerçeklik arasındaki uçurum, özellikle Aydınlanma sonrası modern düşüncede en çok ele alınan problemlerden biri olmuştur. Varlık karşısında düşünmek, anlam üretmek ve nedensel ilişkiler kurmak insanın temel uğraşısıdır. Düşünce üretmek ve değeri hissetmek, insanı kültür varlığı yapar ve onu bir tarih ve gelenek içine yerleştirir. Ancak insanın düşünce üretme zenginliği sonsuzdur. Tarih boyunca o kadar farklı ve çeşitli düşünceler üretilmiştir ki. Bu durum, aynı zamanda insanın zihinsel olarak esnek olduğunu da göstermektedir. Buradaki temel sorun, ürettiğimiz düşüncelerin bizi gerçekliğe yaklaştırıp yaklaştırmadığıdır. Elbette gerçeklik kavramının nasıl tanımlandığı temel öneme sahiptir. Çünkü düşüncenin gerçekliği temsil etmesi gerektiğini söylediğimizde, öne çıkan şey düşünceden hemen önce gerçekliktir.

Eski Yunan’da Platon ve onun ontolojisini izleyen Ortaçağ düşüncesinde olduğu gibi gerçeklik; maddî, somut, geçici ve görünür olan şeylerin ötesinde soyut, tümel ve ruhsal bir öz olarak tanımlandığında, dil ve düşünce de bu doğrultuda yapılanır. Değişkenler dünyası olarak görülen maddi dünya, değersizleşir. Fenomenler ötesinden yer alan numen dünyası idealize edilir. Bilgi ise her an değişen ve dönüşenlerin içinde değil değişmeyen, tümel ve külli olan içinde aranır. Burada düşüncenin yöneldiği şey, kalıcı olan ve değişmeyen şeylerin yasalarıdır. Böyle bakıldığında gerçek bilgiye götüren yol felsefe, daha açık bir ifadeyle metafiziktir.

Ya da bunun aksine, gerçekliği tümüyle bu dünyada ve somut iktidar ve üretim ilişkilerinde arayan maddeci bakış açısından gerçeklik, ‘burada olan’ şeydir. Gerçekliği içinde yaşadığımız bu fizik dünyanın dışında başka bir yerlerde aramak, yabancılaşma olarak görülür. Ve dil de düşünce de bu somut gerçekliği dile getirmek zorundadır. Yabancılaşma kavramı bu her iki bakış açısından farklı tanımlanmaktadır. Somut dünya yaşamını gerçekliğin ta kendisi olarak gören maddeci bakış açısından bakıldığında ruh, ölüm sonrası hayat, Tanrı vb. den söz eden her düşünce yabancılaşmadır. Varlığın özü ve kaynağı olan Tanrı’yı ve ona götürecek yolu unutturan her dünyevî uğraş, aldanma ve oyalanma olarak görülür. Metafizik asıl bilgi olunca diğer bilgi türleri ve bilim dalları da ona hizmet eden yardımcı bilimler olarak görülür. Metafizik önünde fizik nasıl bir yere sahipse, teoloji önünde diğer bilimler de aynı yer sahip sayılır. Tüm bir Ortaçağ boyunca başta doğa bilimleri olmak üzere beşerî ve kültürel bilimler daima bilimlerin kralı olarak kabul edilen teolojinin gölgesi altında kalmıştır. Aydınlanmaya kadar da özerklik elde edememişlerdir. Aydınlanma ve modernizm, bilimlerin metafizikten ayrılarak kendi başlarına bağımsız birer disiplin olarak yapılandıkları bir sürece tanıklık etmiştir. Öyle ki bu bilimlerin özerkleşmesi, metafiziği ve teolojiyi temelinden sarsan yeni bir bilgi paradigmasının doğmasına yol açmıştır. Teknolojinin insan hayatının iyice kuşatması ise varılan noktayı iyice perçinlemiştir.

Bu süreçte siyasal düşünce de kendine özgü bir koğuş seyri yaşamış, metafizikten bağımsız, dünyevî ve pragmatik bir akıl eşliğinde kendi teorilerini üretmiştir. Metafiziğin egemenliğinde gelişen siyaset düşüncesi, soyut ideal ilkelerin gündelik hayata aktarılması 

görevini üstlenmiştir. Teolojik metafizik döneminde ise Tanrı’nın göksel krallığının, yer-yüzünde inşa edilmesi sorumluluğu ile yükümlü tutulmuştur. Bakışların dünyaya ve insana çevrildiği modern Aydınlanmacı paradigma ise siyasete daime reel, pratik ve pragmatik bir disiplin olarak bakmıştır. Bu kez siyasetten beklenen şey, akılcı ve açık ilkeler doğrultusunda yeryüzünde bireylerin güvenliğini ve konforunu sağlaması olmuştur. Siyasal ilişkiler, kutsal ile kutsal olmayan arasında kurulan mistik, kapalı ve sorgulanamaz bir ilişki tarzı olmaktan çıkarılmış, son derece dünyevî, pragmatik ve sorgulanabilir/denetlenebilir bir ilişki olarak tanımlanmıştır. Meşruiyet, yönetme hakkı, sorumluluk, yetkinin sınırları gibi temel siyasal kavramların anlamı da dönüşmüştür. Hepsinden önemlisi de siyasal güç, Tanrısal ve kutsal bir hak olmaktan çıkmış, yöneten-yönetilen arasında sözleşmeye dayalı geçici ve denetlenebilir bir ilişki şeklinde tanımlanmaya başlamıştır. Yönetenler, yönetme hakkını Tanrı ya da kutsal bir referanstan değil doğrudan doğruya yönettikleri halktan alan sıradan ölümlüler olarak görülmüştür.

Bu çerçevede Batı siyaset düşüncesinde yaşanan en köklü değişim, iktidarın bölünmesi ol-muştur. Yasama, yürütme ve yargı olarak iktidarın bölünmesi ve özerk kurumlar tarafından temsil edilmesi, modern siyaset düşüncesinin en belirgin özelliği olmuştur. Böylece iktidar gücü bölünmüş ve birbirini denetleyen kurumlar marifetiyle siyasal yetki kullanımı dengelenmeye çalışılmıştır. Tüm bunlara rağmen siyasal iktidar otoritesinin nasıl kullanılacağı tartışılmaya devam etmektedir. Modern küresel dünyada devletin kısıtlayıcı ve belirleyici gücüne karşı belirgin bir farkındalık oluşmuş bulunmaktadır. Modern anayasalarda devlet değil birey merkeze alınmıştır. Yasalar bireyin hak ve özgürlüklerini devlet otoritesine karşı koruyacak tarzda yapılmaya başlamıştır. Ancak devletin geri çekilmesiyle birlikte daha önce pek düşünülmeyen başka bir sorun ortaya çıkmıştır. Devletin dışındaki güçlerin bireye tahakkümü… Siyasal muhayyilenin devleti yeniden keşfetmesine yol açan bu süreç, yaşanan somut problemlerin bir sonucudur. Bireyin temel hak ve özgürlüklerine karşı, sivil toplumdan ve devlet dışı güçlerden gelen tehdit ve müdahalelerle mücadele edilmesi devletin yetkilerinin yeniden tanımlanmasını gerektirmiştir.

Tüm bu sayılan sorunlar, siyasal düşünce kadar siyasal kültür ile de yakından ilgilidir. Çünkü bireyler toplumsallaşırken siyasal düşünce ve davranışlar edinirler. Güce nasıl bakacaklarını, iktidar karşısında nasıl davranacaklarını, çıkarlarını ve değerlerini korurken politik mücadeleyi nasıl bir üslupla vereceklerini, sahip oldukları kültürden öğrenirler. Siyasal sistem ve yasalar değişmesine rağmen siyasal davranışlar ve alışkanlıklar aynı kolaylıkla değişmemektedir. Bu nedenle siyasal araştırmalar, davranışların arka planında yatan asıl etken olan değerlerin ve muhayyilenin ele alındığı siyasal kültür araştırmalarına doğru genişleme göstermiştir.

Siyasal kültürü incelemek, toplumsal ve siyasal kuramların araştırılması kadar kolay değildir. Zira kuramların somut tarihsel gelişimi, mekanik bir açıklama ile yapılabilir bir nitelikte iken kültür böyle değildir. Onun gelişimini ve dönüşümünü anlamak daha derinlikli ve çok boyutlu araştırmalara ihtiyaç duyar. Ve elde edilen açıklama farklı okumalara ve yanlışlamalara daima açık ve kırılgan olacaktır. Siyasal kültür çalışmaları, bir toplumun tarihsel yürüyüşünde geliştirdiği değerlerin araştırılmasını gerektirmektedir. Geçmişten gelen ve atasözlerine, folklorun tüm unsurlarına, dinsel inançlara ve pratiklere sızan kültür, dinamik ve sınırları belirsiz bir yapıdır. Bu belirsizlik çalışmaların önündeki en büyük en- 

geldir. Kültürün doğasından gelen bu belirsizlik, doğrulanması ve yanlışlanması kolay olmayan yorum ve açıklamalara da imkân tanımaktadır. Kültür yorumları, anlamaya dayalı çalışmaların sonucu olarak geliştirilebilir ve tarih, edebiyat, ilahiyat, felsefe, antropoloji, sosyoloji, sosyal psikoloji başta olmak üzere çok sayıda disiplinin katkısına ihtiyaç duyar. O nedenle siyasal kültür araştırmaları kuramların ve davranışların anlaşılması ile sınırlan-dırılamaz. İnançlar, mitolojiler, somut olmayan kültürel miras, gündelik söz kalıpları vs. gibi uzun ve sabır isteyen çalışmalar gerektirmektedir.

3.    TÜRK KÜLTÜRÜNDE DİN ve SİYASET

Tarihçilerin verdiği bilgilere bakılırsa, Türklerin eski dini Gök Tanrı inancına dayanmaktadır. Bu dinin Şamanizm olarak adlandırılmasına itiraz eden araştırmacılar vardır. Ancak bağımsız çok sayıda araştırmacıların yaptığı çalışmalar, diğer ülkelerdeki inançların özellikleri de öz önünde bulundurulduğunda Türklerin de bir tür şamanizme inandıklarını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte yaşadığı coğrafyada hareketli bir hayat süren daha çok göçebe kültürünün özelliklerini taşıyan Türkler, tarih boyunca temas kurdukları din ve kültürleri tecrübe etmişlerdir. Bu bağlamda Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi dinlere inanan Türk toplulukları olmuştur.

Ancak İslam dini, Türklerin hayatında çok farklı bir yere sahiptir. Türklerin, Müslüman Araplarla Çinliler arasında gerçekleşen Talas savaşının ardından büyük kitleler halinde Müslümanlığı kabul ettiği not edilir. Ancak bu tarihten çok önceki dönemlere kadar uzanan bir etkileşim söz konusudur. Batı’ya göç eden Türkler’den Hazar’ın kuzeyini izleyenler slav ırkı içinde etkisizleşmiş ve çoğunlukla Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Ancak güneyden göç edenler İslam dini ile karşılaşmışlardır. Diğer bir etkileşim yolu da Müslüman Arap tüccarların Orta Asya coğrafyasına yönelik seyahatleridir. Bu seyahatler sırasında kültürel etkileşimin olduğunu tahmin etmek güç değildir. Esasen dinlerin ve kültürlerin yayılmasında ticaretin üstlendiği rol azımsanmayacak kadar büyüktür. Ancak zamana yayıldığı ve kurumsal görünürlüğe zamanla kavuştuğu için izlenmesi kolay olmamaktadır. Eski ve köklü inançları reddetmek ve yeni bir dini kabul etmek, kolay yaşanan bir süreç değildir. Din değiştirmek, sadece bir inanç sisteminden başkasına geçmekle sınırlı değildir. Gerçi bu kadarı bile basit olmayan, zorlu ve çok yönlü bir süreçtir. İnanç ve değerler değiştiğinde dünyaya bakış köklü biçimde dönüşmektedir. O nedenle yeni bir dini kabul etmek, yeni bir kültür ve medeniyet moduna dahil olmak demektir. Bu süreci doğru anlamak için önyargılardan ve ideolojik indirgemelerden uzak nesnel bir yaklaşım izlenmelidir. Ayıca din değiştirme dine yeni giren mühtediler kadar dinin önceki mensupları için de öngörülmeyen yeni problemlere yol açar.

Nitekim Türklerin Müslüman olmaları ile birlikte İslam dünyasında dengelerin değiştiği ve İslam medeniyetine yeni ve canlı bir renk katıldığı söylenebilir. Bir dinin gelişebilmesi, kendini taşıyacak bir kültür ve medeniyet yapılanmasına ihtiyaç vardır. Din, kültüre dönüştükçe kurumsallaşmakta, görünürleşmekte ve süreklilik kazanmaktadır. Geleneğe dönüşen ve kültürel kodlar tarafından sıkıcı tanımlanıp bir sosyal kuruma dönüştürülen dinin yaşadığı sorunlar da önemle üzerinde durulmayı gerektirir. Ancak bu konuyu tartışmak, bu yazının amaçları arasında değildir.

Dinin doğal yollarla sosyalleşmesi için de istikrar ve güvenlik çerçevesinin sağlam biçimde kurulması gerekir. Siyasal istikrarsızlık güven bunalımına yol açar. Güvensizlik ve kaygı, değerlerin ve inançların rasyonel ve estetik yöntemlerle ifade edilmelerini engeller. Bu nedenle Türklerin İslam medeniyetine katkıları dile getirildiğinde, listenin başına savaşçı özellikleri nedeniyle İslam’ı koruma rollerini yerleştirdiğimizde küçümsenecek bir noktaya işaret edilmiş olmaz. Zira kendini güvende hissetmek, özgüveni bu da medeniyeti yükseltecek ve derinleştirecek bilim, sanat, felsefe, edebiyat gibi diğer etkinlik alanlarına imkân tanıyacaktır. Korku, kaygı ve güvensizlik yaşayan bir birey nasıl hayatı güzelleştirmek için daha üst ilgi alanlarına yönelecek fırsatı bulamazsa, büyük ölçekte toplumlar ve medeniyetler de böyledir. Güvenlikle ilgili temel sorunlarını çözemeyen topluluklar büyük ve kalıcı değerler üretemezler.

İslam dünyasının kritik bölgelerinde yaşayan ve devletler kuran Türkler, diğer Müslüman topluluklar için bir tampon bölge ya da koruyucu bir kalkan görevini görmüşlerdir. İslam için muhafız olmak, onu düşmanlara karşı korumak kendine özgü bir misyon algısı içerir. Bu misyonun tarih boyunca başarılı biçimde yerine getirilip-getirilmediğinin nesnel ölçüsü, siyasal tarihtir. Türklerin kurduğu devletler güçlü olduğunda İslam dünyasında bir istikrar ve huzur hakim iken, devletlerin zayıflaması sadece Türkler için değil İslam dünyasının tamamı açısından bir zorluk ve sıkıntı süreci olmuştur.

Türklerin teolojik tercihlerine bakıldığında bu hassasiyet daha net biçimde görülür. Her milletin zihniyet dünyasında geliştirdiği bir hassasiyeti vardır. Bu hassasiyet tarihsel süreç boyunca o milletin toplumsal tecrübesi sonucu gelişmiştir. Buna bir ölçüde fanatizm adı vermek de mümkündür. Türklerin fanatizmi etnik ya da dinsel değildir. Bunun oldukça ptatik ve maddi nedenleri vardır. En aşta Türklerin kurdukları devletlerin hükmettiği coğrafyada yaşayan kitlelerin çok kültürlülüğü, çok etnisiteliği ve çok dinliliği, etnik ya da dinsel homojenite düşüncesinin bir yönetim ilkesi olarak kullanılmasına imkân vermemiştir. Hatta zaman zaman tam aksi politikalar izlenmiş, farklı etnik ve dinsel kesimlere devlet bürokrasisinde etkili makamlarda yer verilmiştir. Bununla birlikte bir hassasiyetten söz edilecekse eğer bu, siyasî fanatizmdir. İktidar mücadelelerinin yoğun ve kesintisiz yaşandığı bir yapıda, doğal olarak siyasal yönetimin güçlü ve sürekli olmasına özen gösterilmiştir. Osmanlı hanedanı içinde yaşanan taht kavgalarının şiddetli oluşu, alınan tedbirlerin de kesin ve sert olması sonucunu doğurmuştur. Bunun yanında ülke içinde bazı gurupların iktidara karşı isyanlarının bastırılması, yanlış biçimde inanç ve mezhep taassubu olarak görülmüştür. Oysa iktidar mücadelelerinin inançlarla formüle edilmesi çoğunlukla bir yanılsamadan ibarettir. Etkileri günümüz dünyasına kadar uzanan mezhep gerilimlerinin gerisindeki siyasal iktidar mücadelesi doğru okunmalıdır.

Türklerin mezhep serüveni gerçekten de renkli ve dinamik bir seyir izlemiştir. Bugün büyük çoğunluğu kendisini Sünnîlik içinde tanımlasa da, Türklerin Şiîliğe katkılar da göz ardı edilmemelidir. Azerbaycan Türkleri ve Irak Türkmenlerinin mezhebi kimliğinin Şiîlik olduğu hatırlanmalıdır. Bu nedenle Şiî-Sünnî mücadelesinin İran-Turan kavgası değil Türk dünyasının bir iç meselesi olduğu bilinmelidir.

İslam düşünce ve teoloji geleneğinde kabaca iki damardan söz edilebilir. Bunlar ehl-i rey ve ehl-i hadis akımlarıdır. Türklerin teolojik ve mezhebi kimliğini tayin etmeye çalışırken, bunlardan birine indirgemek yanlış olacaktır. Zira Türklerin yaşadığı coğrafyadaki dinî ve 

mezhebi çoğulculuk, bu her iki akıma da eğilim duyulduğunu göstermektedir. Felsefe, kelam, tasavvuf başta olmak üzere İslam’ın farklı anlaşılma tarzları Türkler arasında kendine yer bulabilmiştir. Diğer Müslüman toplumlarda görülen sert mezhep fanatizmi Türklere pek aşina değildir ve sonradan ithal edilmiştir. Ehl-i hadisin önde gelen otoritelerinden Buhari, ehl-i reyin önde gelen simge ismi Ebu Hanife ve onun sistemini Kelama uyarlayan Matu- ridi, tasavvufun saygın ismi ce ocak sahibi Hoca Ahmed Yesevî bu çoklu teolojik mirasın zenginliğini oluşturmaktadır. Bunlar arasında tekfir ve dışlamaya varmayan, kabul edilebilir bir gerilim ve uzlaştırma çabaları göze çarpmaktadır. Osmanlı düşünce geleneğinde de bunu görmek mümkündür. Osmanlı entelijansiyası derinden İbn-i Arabî vahdet-i vücud düşüncesine itibar ederken diğer yandan da medreselerde kelam ve diğer dinî ilimler okutulmaktaydı. Zaman zaman irfan ve beyan geleneği temsilcileri arasında karşılıklı suçlamalara varan gerilimler, zengin teolojik mirasın okunması çabası olarak görülebilir. Kısacası Türkler hem ehl-i hadis, hem ehl-i rey ve hem de sufi düşünceye katkılarda bulunmuşlardır.

4.    FARABÎ’NİN MİRASI

Türk dünyasında altı çizilmesi gereken önemli diğer bir akım da felsefe hareketidir. Bu alanda öne çıkan değerli filozoflar vardır. Bunlar İslam felsefesi geleneğine çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Öyle ki etkileri Batı düşüncesine kadar uzanmıştır.

Farabî, Türk dünyasının yetiştirdiği en büyük filozoftur. Onun hikmet anlayışı daha çok eski Yunan filozofu Aristo’nun sistemine dayanır. Ancak filozofumuz sadece bir aktarıcı olarak görülmemelidir. O, İslam dininin metafizik ilkeleri ile hikmet olarak gördüğü felsefeyi uz-laştırmaya çalışmıştır. Bunu yaparken İslam’ın temel inanç ilkelerini ölçü almıştır. Farabi’nin en önemli katkısı siyaset düşüncesinde olmuştur. İslam siyaset düşüncesinin klasiklerinden sayılan el-Medinet’ul-Fâzıla adlı eseri, siyaset felsefesinin değerli metinlerinden biridir. Düşünürümüz oldukça pratik bir temelden hareket eder. İnsanın toplumsal bir varlık olduğuna dair temel düşünceyi esas alarak, insanın insanlaşması ve olgunlaşması için toplum hayatının gereğine dikkat çeker. Dinin ve hikmetin amacının insanın erdemli bir varlık olarak yetişmesi olduğunu belirterek bunun, ancak toplum içinde hemcinsleriyle karşılıklı ilişkiler kurmakla mümkün olduğunu vurgular. Erdemlerin yaşanarak korunması ve insanların bunlara özendirilmesi, erdemli bir toplum içinde mümkün olacaktır. İnsanın mutluluğa ulaşması, hikmet bilgisine sahip olmaya ve bunun uygulanmasına bağlıdır. Bu da bizi düzenli ve sağlıklı işleyen bir toplumsal düzen fikrine götürür. Toplumun düzeninin sağlanması ancak hikmete dayalı bir siyasetle olacaktır.

İnsanlar aynı temel özelliklerde yaratılmış iseler de pratikte farklılıklar görülmektedir. Ön-celikle insandaki hayvanî tabiat adı verilen kötücül özellikler, sahip olma duygusunu ve bencilliği besler. Aslında her insanda var olan bu arzu ve eğilimler, kendi çıkarının peşinden koşmasına neden olur ve yüksek değerlerle buluşmayı engeller. Bunun için insanların, yüksek değerler, hayatın anlamı, kötü duyguların nasıl alt edileceği gibi temel konularda eğitilmeleri gerekir. Yine de toplumda farklı ve zıt karakterlere sahip insanların bulunması ve herkesin kendi çıkar ve arzusunu gerçekleştirmeye çalışması, ortak değerlerde buluşmayı zorlaştırır. Bu noktada siyaset gündeme gelmektedir.

Siyaset en temelde yönetme sanatıdır. Her eylemin bir ilkesi ve dayandığı bir teori vardır. Siyasetin de dayandığı bir ilke vardır ki bu da hikmettir. Farabî düşüncesinde hikmet siya- 

setin en temel ilkesi, varlık nedeni, hedefi, meşruiyet kaynağıdır. Ancak düşünürümüzün dünyasında siyaset, bireylerde başlayan bir süreçtir. Siyaset mikro anlamda, kişinin kendi iç dünyasını, düşüncelerini, bedenini, davranışlarını, ev yönetimini içine alarak genişleyen ve makro anlamda devlet yönetimi olarak tecessüm eden bir kavramdır. Siyasetin bu tarz ele alınışı, onun temeline yerleştirilen hikmet kavramıyla yakından ilgilidir. Hikmet hakikatin bilgisidir ve bu bilgi mutluluğu, adaleti, erdemi de içerir. Geriye bu hikmet bilgisini doğru anlayan ve uygulayan insanların yetiştirilmesi ve bunların siyaseti ele alarak halkı yönetmesi gelmektedir.

Hikmetin bilgisine sahip erdemli bireylerden oluşan bir toplumda bir düzen oluşturmak daha kolay olacaktır. Çünkü bu bireyler, nasıl düşünmeleri ve davranmaları gerektiğini bilirler.

Arzuları doğrultusunda yaşayarak fesat ve kötülük işlemekten uzak dururlar. Bir başkasının söylemesine ya da emretmesine gerek kalmaksızın doğru ve hikmete uygun hareket ederler.

Ülkenin hikmet bilgisine sahip bilge insanlar tarafından yönetilmesi büyük önem taşımaktadır. Adaletin gerçekleştirilmesi, halkın doğru ve ahlaklı bir tarzda yönetilmesi, uygun kişilerin devlet yönetiminde görevlendirilmesi, düzenin sağlanması ve bilgisizliğin giderilmesi için hikmetli ve erdemli kişilerin yönetimi gereklidir. Aksi halde el-Medi- net’ul-Fâzıla projesi işlemez, kötülüklerle dolu fâsık bir toplum ortaya çıkar. Farabî’nin düşünce dünyasında siyaset, kendisi için var olan bir şey değil, daha üst bir ilkenin yeryüzünde uygulanışıdır. O, pratik (amelî) felsefe adı verdiği siyasete, uygulamalı ahlâk gözüyle bakmaktadır.

İslam dünyasında siyaset düşüncesine dair metinler genel olarak üç kategoriye ayrılır. Filozofların yazdığı metinler, siyasetnâme-nasihatnâme-siyaset’uş-şer’iyye tarzı eserler, hukukî amaçlarla yazılan metinler… Hukuksal amaçlar doğrultusunda yazılan metinler, değerleri göz ardı etmemekle birlikte, daha çok siyasetin mekanik yönüne dair düzenlemeleri konu edinmiştir. Nasihatnâme türü eserler, Doğu siyaset geleneğinin İslâm’ın ilkeleriyle sentezlenmesi yöntemini izlemiştir. Bu eserlerde eski hükümdarlardan ve bilgelerden aktarılan bolca örnek ve özlü söz yer almaktadır. Hükümdarın ülke yönetiminde karşılaşacağı problemlere ve uyması gereken ilkelere dikkat çekilen bu metinlerin en belirgin özelliği, aşırı teorik açıklamalar içinde boğulmaktansa uygulamalar ve örneklerle dolu olmasıdır.

Filozoflar siyasete felsefenin ışığında bakmışlar ve daha çok Aristo geleneğindeki gibi bir siyaset düşüncesini, İslam düşüncesi bağlamında gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Farabî açısından hakikat tektir. Din ve hikmet (felsefe) aynı hakikati anlatan farklı dillerdir. Bu nedenle ilke ve amaçlar açısından bunlar arasında bir çatışma olması düşünülemez. Farklı toplumların elinde bulunan hikmete, dini doğrulayan unsurlar gözüyle bakan İslam filozofları Eski Yunan’daki felsefe birikimine de özel bir önem atfetmişlerdir doğal olarak. Müslümanların bu birikime ilgi göstermeleri değil görmezden gelmeleri garip karşılanmalıydı. Elbette dinsel bilinç ile felsefî bilinç arasında zamanla belirginleşen ayrışma ve her birinin kendi sistemini inşa etmiş olması bir gerçektir. Ancak dün olduğu gibi bugün de dünyaca güçlü düşünce ve sanat birikimlerine ilgi duymak son derece doğal ve olması gereken bir durumdur.

Bu çerçevede siyaseti düşünürken, kendilerine özgü siyaset düşünceleri ve birikimleri 

bulunan toplumlara ilgi gösteren Müslümanlar, parçası oldukları Doğu siyaset geleneğinin pratik ve etik yönü ile Eski Yunan düşüncesinin felsefî ve teorik yönü üzerine durmuşlardır. Ancak bu ilgi tümüyle İslam’ın bir referans olarak unutulması şeklinde olmamıştır. Bazı eleştiriler İslam felsefesinin özgünlüğünü tartışmakta ve Müslümanların kendi ürettikleri bir felsefî düşünceleri bulunmadığını dile getirmektedir. Öncelikle bu tarz eleştiriler, doğru verilerden çok oldukça yüzeysel gözlemlere dayanmaktadır. Diğer yandan Müslümanların başka kültürlerin hikmetlerine son derece açık olmaları bir naivlik olarak görülecekse eğer, Batı Aydınlanmasında Müslümanların rolü dürüstçe itiraf edilmelidir.

5.    SONUÇ

Bugün içinde yaşadığımız dünyada izlenen ilkesiz ve önyargılı siyasetten insanlık büyük sıkıntı çekmektedir. Ayrıca Ortadoğu ve Türk dünyasında yaşanan değişim ve dönüşümler, toplumsal kurumlan derinden etkilemekte, küreselleşme süreci değerleri yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. Dine dayalı siyaset, İslam’ın şiddete dayalı yorumu, mezhebi ve etnik gerilimler köklü çözüm arayışlarını getirmiştir. Bu toplumu, tarihi, geleneği ve siyaseti yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda Türk dünyasının yetiştirdiği büyük filozof Farabî’nin düşünce dünyasını anlamak, onun bakış açısını yakalamak, siyaset ve ahlâk arasında kurmaya çalıştığı dengeyi kavramaya çalışmak gerekir. Ancak Farabî’yi araştırırken, onun eserlerinin kendi döneminde yazılan metinler olduğunu unutmamalı, gü-nümüzde yaşanan sorunların çözümüne nasıl bir katkı sunabileceğini gözeten yaratıcı okumalar yapılmalıdır.

[i] Mehmet EVKURAN, Felsefî Bir Problem Olarak Siyasal Kültür – Farabî Ekseninde Bir Değerlendirme, IV. Uluslararası Türk Dünyası Ekonomi Forumu Bildiriler Kitabı, Editör: Prof. Dr. Mehmet EVKURAN, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 978-605-52-44-02-6, Aralık – 2015, Çorum

Yazar
Mehmet EVKURAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen