Türkiye’de Modernleşme ve Din[i]
Prof.Dr. Ünver GÜNAY[1]
Türkçede önceleri “asri”, “muasır”’, daha sonra “çağdaş” terimiyle karşılanmaya çalışılan, ancak zamanla daha çok Batı’dan geldiği şekli altında yaygın bir kullanıma erişen “modern” sözcüğü ve onun “modernlik’ (modernity), “modernleşme” (modernization) ve “modernizm” (modernism) vb. türevleri, köken olarak Latince “modo” (just now- hemen şimdi) kökünden türetilmiştir. Genellikle modern sözcüğü, “geleneksel” yahut ‘‘eski’ olana nispetle “yeni’yi ve daha doğrusu yaşanan çağa yahut şimdiki zamana uygun olanı ve “modern toplum’’da hali hazır topluma doğru bir değişmeyi ifade etmekte; mamafih modern sözcüğü, zaman içerisinde değişik anlamlara da bürünmüş görünmektedir. Öyle ki, meselâ miladî beşinci yüzyılda modern terimi, Hris- tiyan Batı Avrupa toplumlarının, putperest inanç ve uygulamalara bağlı oldukları Hristiyanlık öncesi dönemlerinden farklılıklarını anlatırken, yeni zamanlardan itibaren o, giderek sanayileşen ve değişen Batı toplumlarının bilgi, bilim, teknik, kültür, yaşam biçimi, dünya görüşü ve zihniyetini ve nihayet olayın dünya çapında yaygınlaşması ile birlikte küresel düzeyde çağdaşlaşmayı ifadeye yönelmiş; bu bağlamda modern, modernlik, modernleşme ve modernizm terimleri günlük hayatın ve medyanın yanı sıra kültür, sanat ve din alanlarında, bilimsel literatürde ve meselâ özellikle sosyoloji alanında toplumları analiz etmek üzere yaygın bir kullanıma erişmiştir. O derecede ki, modern terimi ve türevleri yalnızca Batı toplumlarında ve Batılı literatürde kalmamış, modernleşme olgusunun dünya ölçüsünde yaygınlaşan bir fenomene dönüşmesine paralel olarak, dünyanın öteki ülkeleri, toplumları, kültürleri ve dillerine ve bu arada Türkiye’ye gelip Türkçeye de girmiş ve yaygın bir kullanıma erişmiştir.
Esasen bizzat sosyoloji bilimi Batı’da, modern toplum ve orada meydana gelen değişmeleri analiz etmek üzere modern dönemde ortaya çıkmıştır. Bu anlamda sosyoloji, modern dönemin bir ürünüdür ve onun en önemli inceleme konularından biri, modernleşme ve onun toplum hayatında ve kültürde meydana getirdiği değişikliklerin araştırılıp incelenmesi olmuştur. Bu amaçla “modern” terimi “geleneksel’ (traditional) ile eşleştirilerek, sosyoloji alanında, dinamik bir perspektifte tarihe ve topluma uygulanmıştır. Böy- lece, “modernlik öncesi” çağ ve toplum ve “geleneksel toplum” (traditional society) ile “modern toplum” arasında bir ayırım gözetmek suretiyle farklı toplum tipleri ve bunun ortaya çıktığı toplumsal ve kültürel süreçlerin analizine çalışılmıştır. Öyle ki, klasik sosyoloji metinlerinin önemli bir bölümü, çeşitli örnekler aracılığıyla, geleneksel toplum ve modern toplumun karşılaştırmalı analizini kendilerine konu edinmiş bulunuyorlar. Bununla birlikte, modernleşmenin dünya ölçüsünde çok hızlı, etkili ve köklü değişmeleri beraberinde sürüklemiş olması sebebiyle, toplumların “geleneksel” ve “modern” biçimindeki dikotomik ayırımı, olayın karmaşıklığını anlama ve açıklamada yetersiz kalınca, yeni analiz kategorileri devreye sokulmuştur. Bu bağlamda meselâ “tranzisyonel toplum”, “post-modern toplum”, “ultra modern toplum” yahut “alternatif modernleşme”, “çoklu modernleşme”, “öteki modernleşme”, “küresel yüksek modernlik’ gibi tipolojik kategoriler aracılığı ile modernleşme olgu ve süreçleri üzerine daha etkin sosyolojik analizler gerçekleştirme yoluna gidilmiştir. Nitekim din üzerine gerçekleştirilen sosyolojik inceleme ve çözümlemelerde de modernleşme yahut çağdaşlaşma yani çağa uyma konusu çok önemli bir yer tutmuştur ve tutmaya devam etmektedir. Öyle ki, modern toplumda din meselesi, dünya ölçüsünde isim yapmış meselâ H. de Saint Simon, A. Comte, E. Durkheim, Max Weber, K. Marks, Bryan Wilson, Peter Berger gibi Batılı düşünür ve sosyologların eserlerinin en belli başlı konularından birini oluşturmuştur. Esasen din sosyolojisi bilimi de dinler tarihi, din psikolojisi, din fenomenolo- jisi gibi öteki çağdaş din bilimleri ile birlikte, modern dönemde Batı’da çok önemli bir gelişme kaydetmiştir. Gerçi din üzerine bilimsel ve sosyolojik incelemeler yapma eğilimlerinin kökleri tarihin derinliklerine uzanmakta ve mesela İslam dünyasında Farabî, İbn Sina, İbn Tufeyl1, Gazalî,2 Birunî ve özellikle de İbn Haldun’un3 kendi dönemlerinde din ve toplum konularında gerçekleştirdikleri çalışmalar oldukça ufuk açıcı görünmektedirler.4 Ancak bu ve benzeri örnekler özellikle din sosyolojisinin İlk ve Orta çağlarda bağımsız bir bilimsel disiplin olarak açılım yapması için yeterli olmamıştır. Geleneksel Hristiyan ilmi de, modern dönemde Batı’da meydana gelen köklü değişmeleri anlayıp açıklamakta yetersiz kalmıştır. Bunun üzerine, bir toplum olayı ve kurumu olarak dini ele almak, din ve toplum ilişkileri ve etkileşimini ve bu çerçevede ortaya çıkan olguları bilimsel olarak araştırıp incelemek üzere din sosyolojisi bilimi modern dönemde ve onun şartlarında Batı’da ortaya çıkmış ve giderek gelişme göstermiştir. Nitekim bu bilim dalının Batı dışında, dünyanın öteki ülkeleri ve meselâ İslam dünyası ve Türkiye’ye gelişi de Batı’daki gelişmeleri müteakip olmuştur. Bu çerçevede din ile ilişkileri ve etkileşimi bağlamında modernleşme meselesi bu bilim dalının Batı’da olduğu gibi, Batı dışı toplum- larda ve meselâ Türkiye’de de en önemli konuları arasında yer almıştır ve almayı sürdürmektedir; zira modernleşme, geleneksel topluma göre çok önemli ve köklü değişmeleri beraberinde getirmiştir. Bütün bu değişmeler toplumda öteden beri yer tutmuş ve kurumlaşıp gelenekleşmiş dini, geleneksel dinî yaşayışı, kültürü, zihniyetleri, tutum ve davranışları derinden etkilemiş; doğrusu hemen her yerde geleneksel ilahiyat ilimleri bunları anlamakta zorlanmıştır. Nitekim bütün bunları bilimsel ve sosyolojik bir yaklaşım perspektifinde deneysel, objektif ve sistematik bir biçimde çözümlemek ve anlamak üzere modern din bilimleri ve özellikle de bunlardan din sosyolojisi disiplini, yeni yaklaşım ve analiz modelleri, yöntem ve teknikler geliştirme çabası ve arayışlarına yönelmiştir. Öte yandan, geleneksel ilahiyat ilimleri de kendilerini yeniden gözden geçirme ihtiyacı duymaya başlamış bulunuyorlar.
Orta Çağ döneminde karanlıklar içerisinde yüzen, fanatizmin büyük boyutlara ulaştığı ve din savaşlarının yıprattığı Avrupa’da, Orta Çağ’ın sonlarından itibaren sürekli bir medenî yükseliş kendini göstermiştir. Hristiyan Batı, teokratik düzen altındaki Orta Zamanların Haçlı seferlerini, engizisyonları ve sonra da kanlı Katolik-Protestan çatışmalarını yaşamıştır. XIII. ve XIV. yüzyıllarda ise, çeviri faaliyetleri ve öteki birçok faktörlerin etkisi altında bir uyanışa yönelmiş; bu uyanış orada, önce Rönesans ve Reform hareketleri şeklinde kendini göstermiştir. Büyük coğrafî keşifler, ilmî ve teknik buluşlar, Aydınlanma döneminden itibaren yaygınlaşan rasyonalist ve bilimsel düşünce, Amerika ve Fransa’da ortaya çıkan iki büyük devrim ve özellikle de sanayi devrimi Batı’da yeni ve modern bir medeniyetin ortaya çıkışına imkân sağlamıştır. El işçiliğinden makineye geçişle karakterize olan sanayi devrimi yeni bir medeniyetin yanı sıra yeni bir insan ve toplum tipini ve yepyeni bir hayat anlayışını da beraberinde getirmiştir. Çok yüksek bir üretimle karakterize olan bu yeni medeniyetin beraberinde sürüklediği yeni toplum tipinin yapısı, geleneksel toplumlarınkine oranla son derece karmaşık bir hal almıştır. Modern sanayi toplumu denilen bu yeni toplum tipi, din konusunda geleneksel toplumdan farklı olarak “kutsal’ ve “kutsal-dışı” arasında daha net bir ayırım gözetmektedir. Üstelik orada toplumsal farklılaşma ve uzmanlaşma çok ileri bir düzeye erişmiştir. Bu durum, dinin geleneksel toplumdaki egemen konumunun değişmesine, dinin toplum hayatında giderek marjinalleşmesine ve dinin toplumsal konumu bakımından daha da önemlisi, toplum hayatında “sekülerleşme” sürecinin güçlü bir biçimde kendini göstermesine kapı açmıştır. Yeni bir dünya görüşü, demokratikleşme, insan haklarına saygı, fikir ve vicdan hürriyeti, yenilik ve değişime açık olma ve temasa geldiği geleneksel kültür ve medeniyetleri etkileme ve hatta istilâ etme özelliği yeni toplum ve onun medeniyetine has hususiyetler arasında yerini almıştır. Sanayileşme, hızlı üretim ve nüfus artışı, köyden kente olan göçün hızlanması ve hızlı şehirleşmeyi; milletler, medeniyetler, kültürler arasındaki ilişkilerin hızla artışı olguları izlemiştir. Eğitim-öğretimin yaygınlaşması, kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve dünya ölçüsünde yaygınlık kazanması, sömürgecilik ve misyoner faaliyetler, uluslararası ticarî münasebetler, vb. birçok sosyal ve kültürel olaylarda da hızlanma olmuştur. Bütün bunlar Batı medeniyetinin etkilerinin dünya ölçüsünde yaşanması sonucunu doğurmuş; bilindiği üzere bütün bu gelişmeler Türk ve İslâm dünyasını ve özellikle de Türkiye’yi de derinden etkilemiştir.5 Hakikaten, dünya ölçüsünde toplumlar, önce geleneksellikten “modern sanayi toplum’’u, sonra da “sanayileşme-sonrası” veya “ötesi” denilen yepyeni bir “ultra-modern” veya “post-modern” yahut bir başka adlandırma ile “bilgi toplumu” ya da “iletişim toplumu” şeklinde adlandırılan yeni bir tipe yönelmiş bulunuyorlar. Böylece, modernleşmenin ve hatta post-modernizmin beraberinde sürüklediği değişim olgusu ve mecburiyetleri dünya ölçüsünde her geçen gün yeni bilimsel ve teknolojik buluşlar ve gelişmeler ve bunların beraberinde getirdiği oluşum, değişme ve gelişmelerle sürekli ivme kazanmaktadır. Öyle ki, çağdaş dünya, “küreselleşme”(globalisation) denilen ve ilkin ekonomik hayatta kendini gösteren, ancak daha sonra kültürel alanda önemli yankılar uyandırarak dünya ölçüsünde “küresel kültürel sistem”i gündeme getiren yepyeni ve dinamik oluşum, olgu ve süreçlerden söz etmektedir. Zira uydu enformasyon sistemi, küresel tüketim ve tüketimcilik kalıplarının ortaya çıkışı ve gelişip yaygınlaşması ve bu çerçevede pazar ekonomisine geçiş, kozmopolit yaşam tarzlarının gelişmesi, küresel siyasî ve askerî stratejik oluşumlar ve sistemlerin gelişimi, uluslararası sportif faaliyetler; bilimin, teknolojinin, eğitim-öğretim faaliyetlerinin dünya ölçüsündeki ilişkiler ve etkileşim çerçevesindeki yeniden düzenlenişi ve gelişmesi, küresel siyasal faaliyetlerin yayılması, turizmin, insan hakları kavramının gelişip yaygınlaşması ve nihayet dünya dinleri arasında çok çeşitli ve karmaşık etkileşimler ve etkinlikler ve bu çerçevede özellikle son yıllarda giderek yaygınlaşan dinler arası diyalog ve dinî çoğulculuk faaliyetleri gibi çok çeşitli ve hatta saymakla bitmeyecek daha pek çok süreç, olgu ve etmenlerin karmaşık etkisi altında, dünya çapında çok önemli, etkin ve hızlı değişme ve gelişmeler gözlenmektedir. Bütün bu gelişme ve değişmelerin modern toplumların yanı sıra geleneksel toplumları ve hatta geleneksellikten modernleşmeye yönelerek belli bir değişim süreci içerisine girmiş bulunan “tranzisyonei’ toplumları derinden etkilemiştir. Nitekim meselâ Türk ve İslâm dünyası gibi tranzisyonel topluluklarının ve özellikle de günümüz Türkiye’sinin geleneksel yaşayışları, örf ve âdetleri, kültürleri ve değerlerinin bu gelişme ve değişmelerden oldukça köklü bir biçimde etkilediği gözlenmektedir. Onların dinî yaşayışlarını, inanışlarını, davranışlarını ve kültürlerini bu etkileşimlerin dışında düşünmek mümkün görünmüyor. Bu bakımdan bu çalışma, sınırları ölçüsünde, modernleşmenin dinle ilişkileri ve etkileşimi bağlamında özellikle Türkiye’deki etkileri ve sonuçlarını sosyolojik bir yaklaşım perspektifinde en genel ve karakteristik hatlarıyla ele alıp analiz edip değerlendirmeyi kendine konu edinmiş bulunmaktadır.6 Ancak buna girişmeden önce modernleşme olgusuna ilişkin öteki bazı önemli hususlar işaret etmek, konunun daha iyi anlaşılması bakımından yararlı olacaktır.
Kavramsal ve Metodolojik İşaretler
Gelenek ve durağanlıkla hangi ölçüde özdeşleştirilirse özdeşleştirilsin, yaşanan bir olgu olarak din ve özellikle de İslam dinamik bir olgu ve gerçekliktir. Karmaşık bir olgu ve süreçler kümesinin yer aldığı toplumsal bir değişim olgusu biçiminde ortaya çıkan modernleşme de dinamik bir bilimsel ve sosyolojik yaklaşım ve çözümlemeyi gerektiriyor. Bu çerçevede, “eskF ve “yeni” yahut “geleneksel” ya da ‘‘gelenekli’ ve “modern” kategorilerinin işlevselliği kuşkusuz dikkate değerdir. Ancak dinamik yaklaşım bu konuda çok dikkatli davranmayı gerektirmekte; aksi halde hatalı çözümlemelere kapı her zaman için açık bulunmaktadır. Modernliğin, eskiyi yahut geleneksel olanı ve hatta bakışlarını geleceğe çevirerek şimdiki durumu problematik kıldığı ve sorguladığı hususu da önemle vurgulanmalıdır. Batı’da ortaya çıkmış ve oradan dünyanın öteki ülkeleri ve toplumlarına yayılmış bir toplumsal değişim olgusu olsa, Batılı birçok değerleri ve sorunları dünyanın öteki toplumlarına taşıyor görünse ve esasen genellikle Batı dışı toplum- larda Avrupa veya Batı ile özdeşleştirilerek meselâ Türkiye’de olay “Avrupaîleşme” yahut “Garplılaşma” şeklinde adlandırılmış bulunsa da, modernleşmeyi yalnızca Batı’ya özgü bir fenomenmiş gibi algılamak da hatalıdır. Zira böyle anlaşıldığı sürece olay dar bir çerçeveye ve basmakalıp bir algıya indirgenmiş oluyor. Oysa dinamik bir olgu olarak modernleşme, ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel, entelektüel ve dinî alanlarda meydana getirdiği köklü değişimlerle birlikte artık Batı’yı aşmış ve dünya ölçüsünde bir fenomen hüviyetine bürünmüş bulunuyor. Bununla birlikte, Türkiye’de genellikle modernleşmeyi Batı’yla özdeşleştirme ve ötekileştirme eğilimi güçlü bir biçimde kendini göstermekte; konuya böylesine yaklaşım ise, yapılan çözümleme ve çıkarımları sorgulanır kılmaktadır. Zira gerçekte dinamik bir kavram olarak modernleşme, yeniyi ve orijinal olanı üretme yahut arayıp bulma ve kendini buna göre yeniden inşa etme çabası şeklinde kendini gösteriyor. Esasen tartışmalı bir kavram olarak modernlik ve modernleşme, bir kısım Batılı entelektüellerce de, Batı yahut Avrupa merkezli bir kalıp yargıyla algılanmayı sürdürüyor olsa da, bir yandan da, sürekli olarak eleştirel bir sorgulamaya da tabi tutulmaktadır. Nitekim modernleşmeyi düz hatlı ve evrimci bir yaklaşımda, Batılılaşma ile özdeş ve evrensel gören modernleşme anlayışının yanı sıra, Max Weber’in rasyonelleşme ile özdeşleştirdiği modernleşme anlayışı da eleştirilmiştir.7 Konuya böylesine eleştirel bir perspektifte yaklaşan P. Berger, modernliğin, “soyutlama”, “geleceğe yönelme”, “bireyleşme”, “özgürleşme”, “sekülerleşme” şeklindeki beş ikilemine işaret ediyor.8 Harwey Cox ise modernliğin beş temel esasını, “ulus devlet”, “bilim temelli teknoloji’, “bürokratik rasyonalizm”, “azami yarar ve hatta çıkar sağlama yönelimi’, “sekülerleşme ve buna paralel olarak dinin toplum hayatında önemsizleşmesi’ şeklinde formüle ediyor.9 Her halükârda, günümüz sosyolojisi artık modernleşmeyi “Batılılaşma” ile eşdeğer görmemekte, nitekim “Batı dışı modernleşme”, “İslam! modernleşme’’10 gibi terimler, modernleşmeyi Batı ile özdeşleştiren anlayışa alternatif olarak kendilerini göstermiş bulunmakta; bu bağlamda tepkisel tavırlar da dikkate değer görünmektedir. Gerçekte modernleşme bireysel, toplumsal ve kültürel düzeylerde ele almak suretiyle çözümlemeyi gerektiriyor. Bir açıdan olay, zihniyet değişikliği şeklinde kendini sunuyor. Tek boyutlu bir olgu ve süreç olmayan modernleşme sırf toplumsal yahut kültürel düzeydeki bir değişim olmadığı gibi, yalnızca bireysel düzeyde bir zihniyet değişikliğinden ibaret de değildir. Üstelik onun yapıcı etkilerinin yanı sıra yıkıcı tesirleri de bulunmakta; meselâ duruma göre modernleşme çatışma ve zarara yol açabilmektedir.11 Nitekim meselâ modern hayat insanı yalnızlığa ve çöküntüye itmekte; sürekli tüketici zihniyet manevi doyumsuzluğa kapı açmaktadır. Üstelik bir toplumsal değişme olgusu ve süreci olarak, anlaşılan hemen her toplumun modernleşmesi, kendi koşullarında kendine özgüdür. Modernlik konusuna kişisel modernlik perspektifindeki sosyal psikolojik yaklaşımlar, modern kişilik örüntüsünden söz etmekte; bu örüntü sanayi toplumunda yaşamak için en yüksek düzeyde işlevselliğe sahip görünmektedir. Ancak, meselâ geleneklerin Japonya örneğinde görüldüğü üzere sanayileşmeye karşın sürebileceği de anlaşılıyor. Üstelik modern kişilik özellikleri bir toplumda taklit yoluyla da yayılabiliyor.12 Nihayet, Türkiye’de modernleşme, giderek gelişen bir tarihsel, toplumsal ve kültürel değişim süreci biçiminde bize kendini sunmakta, bu bakımdan orada modernleşme olgusunu iyi anlayıp temellendirebilmek için onun tarihsel arka planına ana hatları ile göz atmak gerekmektedir.
Tarihsel Arka-plan
Devirlerinde çok büyük bir imparatorluk kurmuş bulunan Osmanlılar, yeni bir kültür ve medeniyet hamlesini başlatmış olmakla birlikte, onların bu hamlesi o zaman uykuya dalmış bulunan İslâm dünyasını uyandırmaya yetmemiştir. Öte yandan, Osmanlıların Batı ile olan ilişkileri tarihinin hemen her döneminde bir biçimde varlığını sürdürmüştür. Kuruluş ve özellikle de yükselme döneminde Osmanlılar kendilerini Batı’dan üstün görmüş ve onların uygarlığını model almayı düşünmemiş görünmekle birlikte, gerçekte onların bu dönemlerde dahi Batı’dan dolaylı bir kısım etkileri aldıkları anlaşılmaktadır. Bu çerçevede, B. Lewis, meselâ Osmanlı tımar sisteminin şekillenmesinde önemli bir rolü bulunan Bizans feodalizminin Latin İmparatorluğu’nun etkisi altında şekillenmiş olduğuna işaret ediyor. Buna meselâ Batı ile olan ticarî ilişkiler, mülteciler ve İspanya ve Portekiz’den kaçarak Osmanlı’ya sığınan Yahudiler kanalıyla Osmanlı’ya uzanan Batılı birtakım dolaylı etkiler ekleniyor. Anlaşılan XV. yüzyıldan itibaren Osmanlıların ateşli silahları kullanmaya başlamaları yahut gemicilik faaliyetlerine yönelmiş olmaları, oraya Batılı etkilerin girmesi için birer kanal oluşturuyor.13 Bütün bunlar ise, kendilerini hangi ölçüde Batı’dan üstün görme psikolojisine kaptırmış olurlarsa olsunlar, Osmanlıların dış ve özellikle de Batılı etkilere tamamen kapalı bir toplum olmadıklarını gösteriyor. Öte yandan, henüz sistemli bir modernleşme ve sanayileşme dönemine erişmemiş de olsa, Batı’nın Osmanlı’yı bir biçimde etkileyecek bir güce sahip olması da kayda değer görünüyor. Esasen anlaşılan müteakip dönemlerde, Osmanlı toplum yapısı, kültürü, uygarlığı ve hayat tarzı üzerindeki bu dolaylı Batılı etkiler giderek daha doğrudan, daha bilinçli ve daha planlı bir hal alıyor. Bu bağlamda, Osmanlıların, en gelişkin oldukları Kanunî döneminde bazı sıkıntıların kendini gösterdiği biliniyor. Üstelik takip eden yüzyıllarda sürecin önce duraklama ve sonra da gerilemeye dönüştüğü gözleniyor. Bu kötü gidişi tersine çevirmek ve hatta değişime hâkim olarak inisiyatifi ele geçirmek üzere bir takım gelişmeler de son bir kaç yüzyılın içerisinde gözlenmiş; üstelik bunlar çoğu zaman birbirini de etkilemiş veya olaylar birbirleriyle birçok durumlarda bağlantılı ya da paralel şekilde gelişmiş olup; bu çerçevede, Osmanlıların önce duraklama ve sonra da gerilemeye dönüşen tarihleri, dinî yaşayış bakımından taassup derecesine varan bir takım tepkisel gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Her halükârda; bu bağlamda onlar, Batı’da meydana gelen değişmelerle de bir biçimde ilgilenmişlerdir.14 XVIII. yüzyılın başlarından itibaren, Osmanlı’da, Batı uygarlığından bazı şeyleri alma girişimlerinin düzenli biçimde gelişmeye başladığı anlaşılıyor. Bu çerçevede, Osmanlıların, bu yüzyılın ilk yarısında bir düşünce değişimine uğradıklarını belirtmek gerekiyor. Böylece Osmanlı’da, kuruluş ve yükselme dönemlerinde kendini üstün gören anlayış giderek toplumu ve devleti Batılı modele göre ıslah edip değiştirme, yeniden şekillendirme ve dönüştürmeye yani modernleşmeye doğru yöneliyor. Nitekim başta dönemin önde gelen düşünürleri olmak üzere, genelde Osmanlı’da modernleşmenin özellikle XIX yüzyıldan itibaren giderek genelde Avrupa ile yahut Batı ile özdeşleştirilmiş ve Cumhuriyet döneminde bile uzun süre bu şekli altında algılanmış olması dikkate değerdir. Nitekim başlangıçta “Islahat” yani “yenileşme” denilen düzenlemeler daha sonra “Avrupalılaşma” ve “Garplılaşma” biçiminde adlandırmış; daha sonra bunlara “asrîleşme” ve “muasırlaşma” terimleri eklenmiş; ancak bu son durumda dahi anlaşılan çağdaşlaşma Batı ile özdeşleştirilmiştir. Her halükârda, Osmanlılar, özellikle III. Ahmet’ten itibaren, kapalı bir Şark medeniyeti içinde kalmanın imkânsızlığını hissetmeye başlamışlardır. Nitekim Osmanlı’da meselâ Lâle Devri’nin yeni bir hayat anlayışının ifadesi olduğu anlaşılıyor. Hayat ve tabiatla adeta bir tür barışma zihniyeti doğmuş, sanat ve düşünceye önem verilmiş, devlet düzeninde bazı değişiklikler yapılmış, kuruluşundan üç yüz yıl sonra da olsa matbaa Türkiye’ye gelebilmiştir. Ancak yine de, XVIII. yüzyılda yapılan yenileşme ve Batılılaşma hareketlerinin daha çok askerî alana inhisar ettiği görülmekte; zaten, ıslahat girişimi de, bilindiği gibi, Patrona Halil’in irtica teşebbüsü ile akim bırakılmış bulunmaktadır.
XIX. yüzyılın başlarında ıslahat yani yenileşme
hareketine, askerî alandaki önemli değişikliklerle birlikte devlet yönetimi, sosyal, kültürel, iktisadî, sınâî ve tıbbî alanlarda yapılan değişiklikler ekleniyor ve bütün bunlar da toplumda yerleşik din, kurumlaşmış dinî kültür ve geleneksel dinî yaşantı üzerinde önemli etkiler ve tepkiler uyandırmaktan geri durmuyor. Gerçekte, bu yüzyılda asıl değişim, yüzyılın ortalarına doğru Tanzimat’la kendini gösteriyor. Nitekim pek çoklarına göre Türkiye’de modernleşme Tanzimat’la birlikte başlamıştır. 3 Kasım 1839’da bir Hatt-ı Hümayûn olarak ilân edilen fermana, Osmanlıların kuruluşundan itibaren Kuran hükümlerine ve Şeriat’a saygı gösterdikleri ve bu sayede devletin güçlü, halkın müreffeh olduğu, ancak yüz elli yıldan beri bu yoldan sapmalar bulunduğu belirtilerek başlanıyor ve devlet yönetiminde köklü değişikliklerden söz ediliyor. Bu fermanda ilk olarak Müslüman tebaa ile Hris- tiyan tebaanın eşitliğinden söz edilmektedir ki, bu durum, Müslüman halkın tepkilerine yol açarken, Batı kamuoyunca da olumlu karşılanmaktaydı. Öte yandan, Tanzimat, kanun önünde eşitlik prensibinin yanı sıra ilk olarak devlet kurumunu “laikleştirme” kavramını da gündeme getirmekte ve bu haliyle o, gelenekçi kalıplar altında Şeriata ve gelenekçi devlet anlayışına saygılı olmakla birlikte kanun, devlet ve yönetim anlayışında önemli değişikliklere de ön ayak olmaktaydı. Nitekim böylece dini devletten ayırma yönünde önemli bir adım atılmış, zaman içerisinde de dinî hukuk daha çok miras ve evlenme gibi şahsî hukuk alanına inhisar ederken, sivil idarede, mahkemelerde ticaret hukukunda Batı kanunları uygulanmaya başlamış; birçok kamu hizmetleri Şeriatın kontrolünden çıkarılmıştır. Bu bakımdan, öyle anlaşılmaktadır ki Türkiye’de anayasa rejimi ve laikleşme yolundaki düşünce akımlarını Gülhane Hattı’na bağlamak uygun düşmektedir. Bununla birlikte, Tanzimat, aynı zamanda Osmanlı’nın çeşitli uyruklarının hak davasına girişme teşebbüslerini de hızlandırmış; bundan böyle dış devletlerin Osmanlılara müdahaleleri artmıştır. Adeta, İslâm halifesi olarak Osmanlı Sultanı Müslüman halkın temsilcisi olurken, Rusya Ortodoksların, Fransa Katoliklerin ve İngiltere de Protestan Osmanlı uyruklarının hamisi rolüne soyunmuştur. Nitekim bu “müdahalecilik’’ (interventionis- me), Kırım Savaşı’nın sonlarına doğru 1856 Islahat Fermanı’nı da beraberinde getirmiş ve Osmanlı ülkesinde gayrimüslimler öncekinden çok daha büyük hak ve imkânlara kavuşmuştur. Esasen Tanzimat’tan sonra Osmanlı’da, M. Turhan’ın, “mecburî’ ve “serbest” diye iki kategoride değerlendirdiği kültür değişmeleri15 ivme kazanmış; ancak bu arada Osmanlı’nın siyasî egemenliğinin de çökmekte olduğu açıkça ortaya çıkmış; bu durum, Osmanlı aydınlarının fikrî bölünmelere sürüklenmesine yol açmıştır. Ahmet Cevdet Paşa gibi düşünürler “muhafazakâr” görüşü temsil ederlerken Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlıların “yenilik” taraftarı oldukları gözlenmiştir. Bu reformistler, uzun bir gelişim süreci sonucunda Osmanlı’da şekillenen ve XIX. yüzyıla erişilen şekli altındaki geleneksel İslâmiyet anlayışı ile yetinmeyerek onu aşmaya çalışmaktaydılar. Zira devrin şartları, Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu, bu sırada İslâm dünyasında gelişmekte olan modernist akımlar ve özellikle Avrupa kültürü ile temas onları yeni anlayışlara ve fikirlere götürmüş; nitekim 1876’da I. Meşrutiyet onların gayretleriyle doğmuş; ancak çok kısa ömürlü olmuştur. Aslında, I. Meşrutiyeti askıya alan ve bir istibdat idaresi kuran II. Abdülhamit, hürriyetçi ve meşrutiyetçi fikirlere karşı olmakla birlikte, Batılılaşmaya ve reformculara tamamen karşı da değildi. Nitekim onun idaresinin özellikle ilk on yılları, oldukça aktif geçti ve reform dönemiydi. Hakikaten, eğitim, hukuk, ulaştırma, haberleşme, vb. birçok alanda çok çeşitli yenilikler onun zamanında yapıldı. Esasen, bu amaçla o, meselâ 1878’de Tunuslu Hayrettin Paşa’yı Sadrazam yapmış, ancak onun uyum sağlayamaması sebebiyle bu görevi çok kısa sürmüştü. Meşhur İslâm reformisti Cemalettin Afganî bile bir kaç defa İstanbul’a gelmiş; bir konferansta İslâm filozofları ile felsefeyi peygamberlik seviyesine çıkarmış göründüğünden muhafazakârların düşmanlığını üzerine çekmiş; hayatının son döneminde İstanbul’da bulunarak orada ölmüştü. Öte yandan, II. Abdülhamit, İmparatorluğun bütün müesseselerini ve meselelerini giderek şahsî idaresine bağlamaktaydı. Basına konan sansür ve hürriyetleri kısıtlayıcı düzenlemeler yönetimin istibdadını ağırlaştırıyordu. Mamafih, II. Abdülhamit, İslâm dünyasında büyük bir prestij kazanmış ve Pan-İslâmist siyaseti sayesinde Batılı büyük devletleri ürkütmekle birlikte, Afrika’nın ücra köşelerinde bile adına uzun yıllar hutbe okunmasını sağlamış; bu amaçla o, kendisine kadar Osmanlı padişahlarının pek fazla iddialı görünmedikleri “Halife” unvanından da olabildiğince yararlandığı gibi; özellikle tarikatlarla çok iyi ilişkiler kurmuştu. Her şeye rağmen, anlaşılan Sultan Hamit’in Pan-İslâmizm siyasetinde tarikatların rolü abartılmıştır. Meselâ, aynı dönemde Bektaşîlik ve Mevlevîlik gibi Türk tarikatları Pan-İslâmizm siyasetine ilgisizdiler. Onlar, Abdülhamit’in aleyhtarı olan Genç Türkler’e ait yeraltı teşkilatına yakınlık duymaktadırlar. Özellikle Bektaşîlerin Jön Türklerle sıkı bağlar kurdukları anlaşılmaktadır. Nitekim Sultan Hamit yönetiminin yıkılmasına en çok sevinenlerden biri anlaşılan Bektaşîler olmuştur. Buna karşılık, XIX. yüzyılda özellikle Halidiyye formu altında kendini gösteren ve oldukça yaygınlaşan Nakşîlik, hilafet ve şeriat hükümranlığından her uzaklaşmaya sistemli biçimde tepki göstermiştir. Mamafih, Sultan Hamit devri, hürriyet ve meşrutiyet fikirlerinin ülke dışında gelişmesine de imkân vermiştir. Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın eserlerini okuyan genç nesil, sonunda bir siyasî cemiyet kurmayı başarmıştır. “İttihad-ı Osmanî’ adı altında kurulan bu cemiyet, daha sonra İttihat ve Terakkî’ye dönüşmüştür. Yeni dernek, İstanbul’da askerî okul öğrencileri arasında taraftar bularak büyümüş ve Abdülhamit’in Meclis’i kapatmasından beri Paris’te bulunan hürriyetçiler grubu ile irtibata geçmiştir. Böylece gelişmeye başlayan Jön Türk hareketi 1906’lara gelince daha da güçlenmiş ve subayların arasında taraftarlar kazanmış; bütün bu gelişmeler ise ülkeyi II. Meşrutiyet’e getirmiştir. Bununla birlikte, bütün bu gelişme ve değişmeler, mutaassıp çevrelerde çeşitli tepkiler uyandırmaktan da geri durmadı. Petervaradin’de, 1716 yılında, şehit düşen Sadrazam Damat Ali Paşa’nın, yalnızca katalogu dört cilt tutan kitaplarının kütüphanelere vakfı dolayısıyla, Şeyhülislâm Ebû İshak İsmail Efendi’nin, bu kitapların arasında bulunan felsefe, tarih ve astronomiye dair olanlarının vakfının caiz olmayacağı dair fetvası, dönemin mutaassıp zihniyetini tipik bir biçimde yansıtıyor. Matbaanın ilk girişi esnasında, dinî eserlerin basılmasına izin verilmemiştir. II. Mahmut döneminde Tıbbiye’de anatomi derslerini yürütmek, “Müslümanların cesetlerinden yararlanılamaz” fetvası yüzünden mümkün olamamıştır. Evvelce Ali Kuşçu gibi astronomların yetiştiği Türkiye’de, 1850’de Şeyhülislâm fetvası ile Rasathane yıkılabilmiştir.16 Tasavvuf, ilk devirlerin yüksek ahlâkî değerleri, idrakleri ve felsefî fikirlerinden uzaklaşarak, tarikat ve tekkeler, cahil kişilerin ellerinde tembellik ve meskenet yuvalarına tefessüh etmiş; medreseler asker kaçaklarına yuva olmaya başlamıştır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sanayileşme, Batı’dan başlayarak bütün dünyayı sardığı halde, Osmanlı İmparatorluğu, en ufak bir yeniliğin kabulü konusunda bile uzun tereddütler geçirmiştir. Bu bakımdan Tanzimat, Doğulu kurumlar ve hayat tarzı ile Batılının yan yana yer aldığı, toplum hayatının hemen her alanında kendini gösteren bir “ikilik” ve ‘‘taklitçilik’ dönemi olmuştur. Bu durum toplumda birçok tepki ve çatışmaları beraberinde getirmekten geri durmamış; 31 Mart Vakası, bu tepkinin tipik bir ifadesi olmuştur. Kökleri Tanzimat’a kadar uzanan ve I. Meşrutiyet zamanında meydana çıkan birbirine zıt dünya görüşleri, II. Meşrutiyet’in hürriyet havası içinde birbirleriyle daha çok karşı karşıya gelmek imkânına kavuştu. Bu dönemde ortaya atılan ve oradan günümüze uzanan fikirler üç grup altında toplanmaktadır: Batıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık akımları. Batıcılar, Avrupa’nın siyasî ve felsefî görüşlerini esas alan bir devlet ve toplum görüşünü savunmakta; ıslahat yapılırken modern Batı medeniyetinin kapsamına giren her şeyden faydalanmak gerektiğini ifade etmekteydiler. Buna rağmen onlar, Osmanlılık fikrinden de sıyrılamamış ve İslâmiyet’i Osmanlı devletinin varlığının bir unsuru saymışlardır. Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli unsurları arasında bir türlü birlik sağlanamaması, ‘Türk Milliyetçiliğini de uyandırdı ve o, özellikle II. Meşrutiyet döneminde oldukça güçlendi. Tanzimat’la birlikte girmeye başlayan güçlü Batı etkisi, bu hareket üzerinde de modernlik fikirlerinin güç kazanmasına imkân verdi. Hareketin önde gelen ismi Ziya Gökalp’ti. E. Durkheim’in sosyolojik fikirlerinin etkisinde kalan Gökalp, Türklerin din, soy, dil ve ülkü birliği etrafında bir millet oluşturabileceğini düşünmekteydi. Dönemin üç ideolojik akımı onun, “Türkleşmek”, “İslamlaşmak’ ve “Muasırlaşmak’ adını verdiği düşünce sentezinin esasını oluşturmaktaydı.17 Mamafih Gökalp de dönemin öteki düşünürleri gibi, muasırlaşmak yani modernleşmekten genelde Batılılaşmayı anlamaktaydı. Onun eleştirilerinin bir bölümü gelenekçi Müslümanlık anlayışına yönelmişti. Devletin hukukî temelini dinî esaslardan kurtarmak düşüncesindedir. Mamafih Gökalp, İslâm dinini Şeriat’ın katı bağlarından kurtarmaya çalışmakla birlikte, onu sosyolojinin zenginleştirdiği bir inanç haline getirmeye de çalışıyor; İslâmiyet’i millî ihtiyaçların hizmetine vermeyi ve içtenleştirilmiş bir Müslümanlığın bütün Türk topluluklarını birleştirecek bir bağ olduğunu düşünüyordu. O, bir bakıma, “Sünnî dindarlığı mutedil bir tasavvufla kaynaştırmaya eğilimli Türk Müslümanlığı” geleneğine bağlı kalıyor; her halükârda, “dinin millî bir biçimde canlandırılarak yaşanması” onun din konusundaki esas çizgisini oluşturuyordu. Bununla birlikte Gökalp, fikirlerinin arasında tam bir birlik kurabilmiş de görünmemekte; onun Pan-Turanist görüşleri, I. Dünya Savaşı’nın sonunda, bütün Müslüman Türkleri içine alan bir anlayıştan, bu günkü modern Türkiye’nin temelini teşkil eden bir milliyetçilik anlayışına meyletmekteydi. İslâm dünyasındaki modernist hareket ise, asıl etkisini İslâmcı akımda gösterdi. Aslında, Osmanlı devletinin dinî yapısı sebebiyle denebilir ki bu akım başlangıçtan itibaren mevcut olup; özellikle duraklama ve gerileme dönemlerinde, kötü gidişin sebebini sürekli olarak İslâmî ilkelerden uzaklaşmaya bağlamaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşmaya başlayınca, kötülüklerin gerçek sebebi Batı taklitçiliğine hamledilmeye başlandı. Özellikle Tanzimat’ın ilânı, o sırada Osmanlı’da kamuoyunun gerçek temsilcileri olan camiler, medreseler ve tekkelerde, kötü gidişi Hristiyan âdetlerinin benimsenmesine bağlayan görüşlerin artışına imkân vermiş; hatta bu anlayış zamanla “şeriat elden gidiyor”’ sloganına dönüşmüştü. İslâmcılar, Abdülhamit’in son yıllarına doğru Sırat-ı Müstakîm’i çıkarmaya başladılar. Hareketin canlanmasında dış tesirler de rol oynamış, Afganî’nin İstanbul’a gelişi, Abdüh’ün Suriye’de lise müdürlüğü yapması, Meşrutiyet yıllarında Sebil’ür- Reşad dergisinde Ferit Vecdî’nin yazıları, Batı medeniyetinden haberdar, “modernist bir Türk İslâmcılığı’’ fikrini doğurmuştur. Sebil’ür-Reşadın başlıca yazarları Mehmet Akif, Ahmet Hamdi, Mahmut Esat, İzmirli İsmail Hakkı, Ahmet Naim, Tahir’ül-Mevlevî, Halim Sabit, vd. idi. Bu dönemde Sadrazamlık yapan Said Halim Paşa da İslâmcı akımın ileri gelenleri arasında yer almaktaydı. Aslında, İslamcı hareket bir “ahlâk cereyanı” şeklinde başlamış; ancak muhaliflerin hücumları onları katı bir “kaideciliğe” itmişti. İslâmcılığın Batıcılık ile en gergin zamanında fikirden ziyade duygular ve heyecanlar ön plana çıkmıştı. Yine de bu akımın ana fikri, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtuluşunu “İslâmlaşmakta görmesinde toplanmaktaydı. Said Halim Paşa bunu, din ve dünyayı, medeniyet ve maneviyatı içine alan sosyal bir din olarak gördüğü İslâm’ın, itikat, ahlâk, içtimaiyât ve siyaset sistemini daima, zaman ve muhitin ihtiyacına en uygun şekilde yorumlamak ve bunlara uymak şeklinde tanımlamaktaydı. Üzerinde durulan önemli bir mesele de, İslâm dininin terakkiye mâni olmadığı hususuydu. Zira E. Renan gibi bazı Batılı düşünürler ve hatta onlara katılan İslâm dünyasından bazı çevreler, Müslümanların geri kalmasının doğrudan doğruya İslâm dinine ve bazıları da özellikle Sufîliğe bağlamaktaydılar. Renan’ın bu konu ile ilgili meşhur Sorbon Konferansı, daha o zaman Fransa’da bulunan Afganî’nin ve sonra da Namık Kemal’in tepkisine yol açmıştı. Bununla birlikte, İslâmcı akım da kendi arasında bir birlik oluşturamamıştı. Afganî ile başlayan Abduh, Musa Carullah, Ferit Vecdî ve İkbâl gibi mütefekkirlerce geliştirilen, İslâm dünyasındaki modernist akım, Türkiye’deki İslâmcıları da zümrelere bölmüştü. Ahmet Naim “gelenekçi İslâmcılık’ta kalmıştı. İ. H. İzmirli ve M. Şemseddin “modemizm”e meyletti. Şeyhülislâm Musa Kazım ise modernizm ile gelenekçilik arasında “orta yol”u tuttu. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ise, modernizme şiddetle karşı tavır aldı. Her halükârda, gözlerini çağdaş medeniyete çeviren “modernist İslâmala?’, asrın icapları ile İslâm’ın inancı arasında ahenk kurmanın arayışı içerisindeydiler. “Kaideci İslâmalaf’ ise Batılılaşmayı hiç bir şekilde müspet karşılamıyorlardı. İslâmcılar, İslâm birliği fikri üzerinde de durdularsa da Osmanlılık fikri, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşaması için gerekli görünmekteydi.18
Daha sonra Cumhuriyet dönemine de intikal eden ve hatta bir biçimde günümüze uzanan bu canlı fikir akımlarına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu dünyadaki büyük değişim ve dönüşümlere ayak uydurabilecek bir dinamizmi göstermekten oldukça uzaktı. Esasen aydınlar arasındaki bu tartışmalara karşılık, geniş halk kitleleri, kendi geleneksel inançları ve hayat tarzı içerisinde günlük yaşam mücadelelerine dalmış; tüm iyi niyetlere rağmen eğitim-öğretim hamlesini toplumun aşağı katlarına yayarak, değişimi toptan bir harekete dönüştürmek mümkün olmamıştır. Medrese, Arapça tedrisatı ile kapalı bir ilim muhiti olarak kalmış, halka nüfuz edememişti. Tanzimat’la birlikte, medresenin ilmi Türkçeye tercüme edilmeye başlandı. Medreseyi ıslah etmek üzere bir kaç reform teşebbüsü de oldu. Ancak bunlar, onun skolâstik anlayışını kıracak güce hiç bir zaman erişmedi. Modern dönemde Avrupa’da büyük çaplı eğitim-öğretim hamleleri gerçekleştirilmiş, imar faaliyetleri, şehirleşme ve sanayileşme dev boyutlara ulaşmış, bilimsel ve teknik gelişmeler oranın sınırlarını çoktan aşmış ve değişim köklü bir biçimde seyretmiştir. Çöküş döneminde kendi içine kapanarak koyu bir taassuba sürüklenen Osmanlı İmparatorluğu ise hantal yapısı altında, dünyadaki büyük değişim ve dönüşümlere ayak uyduracak dinamizmi bir türlü gösteremedi. Cılız ve çoğu zaman yüzeysel modernleşme çabalarının ötesinde, bakışlarını daha çok geriye doğru çevirerek bir Orta Çağ toplumu olarak kalmakta ısrarla direnen Osmanlı için, I. Dünya Savaşı, çöküşü de beraberinde getirdi.
- Cumhuriyet Döneminde Modernleşme ve Din
Çökmüş ve dağılmış imparatorluğun yıkıntıları üzerinde, Türk toplumunu modernleştirip, çağdaş medeniyet seviyesine yükseltmek ve hatta onu aşmak idealiyle, yapıyı kökten değiştirerek, modern, akılcı, bilimsel ve laik esaslara göre yeniden inşa etmek de, Atatürk ve onun çalışma arkadaşlarına düştü. Askerî zaferleri siyasî reform izledi. Yeni kurulan devlet Cumhuriyet’i seçti. Bunu ülkeyi çağdaşlaştırmak üzere gerçekleştirilen bir dizi sosyal devrim izledi. Halifelik ilga edildi. Şeriat mahkemeleri kaldırılarak, İsviçre Medenî Kanunu benimsendi. Ceza Kanunu modernleştirildi. Hukuk devrimi, dinin Anayasa’dan çıkarılması, vergi ve toprak hukukunda reformlar ve bu çerçevede Evkaf hukukunda geniş değişiklikler ile sürdürüldü. Kılık ve kıyafette köklü bir devrim gerçekleştirildi. Eğitim reformunu, Latin alfabesinin alınması, Soyadı Kanunu ve bazı unvanların yasaklanması izledi. Buna, takvim ve tatil günleri ile ilgili düzenlemeler eklendi. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, devletin resmî dininin İslam olduğu hükmünün Anayasa’dan çıkarılması ve laik olduğu ibaresinin eklenmesi, Türk toplumu ve devletine modern ve laik bir çehre kazandırmak amacıyla gerçekleştirilen önemli devrimler oldu. Bu çerçevede Türk kadını, birçok Avrupa ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkını elde etti. Türkiye’de, daha II. Mahmut döneminde, 1826’dan sonra Meşihat resmî bir devlet dairesi hüviyetine dönüştürülmüştü. Böylece, din adamları veya görevlilerinin “ bürokratlaştınlması” süreci de başlamaktaydı. Aynı tarihte, Evkaf-ı Hümayun Nezareti kurulmak suretiyle, vakıfların gelirleri tek elde toplanmaya ve bu yolla Tekkelerin gelirleri denetim altına alınmaya çalışılmıştır. II. Mahmut’un tarikatları denetim çabası, onların bünyesinde bir hiyerarşi yaratma çabaları ile sürmüştür. Bu meyanda, tarikat şeyhlerinin atanmasında, Şeyhülislâmlığın görüşünün alınması şartı getirilmiş ve böylece tarikatlar üzerindeki denetimin artırılması amaçlanmıştır. Nihayet 1866’da, Şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulan Meclis-i Meşayih kurumu ile ülkedeki tüm tekke ve tarikatlar resmî dinî teşkilât içerisine sokulmak suretiyle, din kurumunu resmî devlet organına dönüştürme süreci gelişmesine devam etti. Mamafih, Tanzimat’tan sonra İlmiye sınıfının mülkî yetkileri ellerinden alındı ve onlar sadece din işleriyle uğraşmaya yönlendirildiler. Cumhuriyetle birlikte, Türkiye’de din meselesi bir kere daha masaya yatırıldı ve bu defa ülkenin dinî işlerini devlete bağlı olarak yürütmek üzere Diyanet İşleri Reisliği ihdas edildi. Laiklik ilkesine uygun olarak din işleri ile devlet işleri birbirinden ayrılmaya çalışılırken, dinî kültürün ve ibadet hayatının mümkün olduğu kadar Türkçeleştirilmesi de temel bir politikayı oluşturdu. Türkiye’de bir kısım ilahîler ve Mevlit Osmanlılardan bu yana zaten Türkçe idi. Hutbenin ve Ezanın Türkçeleştirilmesi ise Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında gerçekleştirildi. Diyanet İşleri Türkçe dinî yayımlar yapmaya ve böy- lece halkı dinî bakımdan daha iyi aydınlatmaya yöneldi. Kuran’ın Türkçeye tercüme ve tefsiri ise yalnız yurt içinde değil, İslâm dünyasının başka yerlerinde de tepkilere neden oldu. Zaten Hilafetin kaldırılması, Hintli Müslümanlarca tepkiyle karşılanmış; İkbal gibi reformcu bir düşünür, devrimleri “Batı taklitçiliğr şeklinde acele ile mahkûm edecek tavırlara sürüklenebil- mişti. Anlaşılan, Kuran’ın Türkçeye tercüme ve tefsiri hususundaki tepki, bu konunun, ibadet esnasında okunan Kuran metinlerinin Türkçe olması hususuyla karıştırılmasından kaynaklanmış olmalıdır veya bu konuda bir bilgisizlik söz konusu olsa gerektir. Zira Kuran, satır aralarında da olsa, daha Karahanlılar döneminden itibaren Türkçeye çevrilmeye başlanmıştır ve müteakip dönemlerde bunun birçok örnekleri mevcuttur. Öte yandan, Cumhuriyet’in başlangıç yıllarındaki Türkçe Kuran çevirileri yahut mealler konusundaki bu tereddüt, anlaşılan zamanla kırılmış ve günümüzde sayıları toplumdaki talep ve ihtiyaç doğrultusunda dikkate değer bir sayıya erişmiş; ancak çevirilerin dili sorunu bir türlü çözülememiştir.
Diyanet İşleri, il ve ilçelerdeki taşra teşkilatını Müftülükler aracılığı ile genişletti. Medreselerin kapatılması üzerine, din görevlilerinin yetiştirilmesi ihtiyacını karşılamak üzere İlahiyat Fakültesi, İmam-Hatip okulları ve Kuran Kursları açılması yoluna gidilmiş; dinî eğitim ve öğretim Tevhid-i Tedrisât Kanunu ile Millî Eğitim bünyesinde öngörülmüştü. Ancak, çeşitli nedenlerle, Cumhuriyet’in başlangıç dönemlerinde sözü edilen bu kurumlarının arkası gelmedi. Üstelik dinî öğretim bir ara köy okullarından dahi kaldırıldı19.
Ancak, 1946’dan itibaren çok partili döneme geçiş, bu konularda bir dönüm noktasını oluşturdu. Ankara’da açılan İlahiyat Fakültesini, Kuran Kursları, İmam-Hatip Okulları ve Yüksek İslâm Enstitülerinin açılışı izledi. Hacca gitmek isteyenlere ve dinî yayınlara izin verildi. Özellikle Demokrat Parti’nin iktidara gelişi bu konuda tam bir politika değişikliğini de beraberinde getirmiş; nitekim onlar, 1930’larda başlatılan ve geleneksel çevrelerin büyük tepkisine neden olan Türkçe Ezan okumayı Arapça eski şekline döndürerek bu konuda ciddî bir tavır değişikliği sergilemişlerdi. Faaliyetlerini yer altından yürüten tarikatlar açığa çıkmaya ve yayılmaya başladılar. Bunlara yeni oluşumlar eklendi. 1960’lı yıllardan itibaren siyasal İslamcılığın İslam dünyasında aktif bir hal almasının etkileri Türkiye’ye de uzandı. Nitekim 1960’lı yılların sonları dinin politikaya daha aktif bir biçimde girmeye başlamasına tanık oldu. Bu arada, dinî öğretim kurumlarının sayısı giderek arttı ve çeşitlendi. Onların programları özellikle yüksek din öğretimi düzeyinde geleneksel bilimlerin yanı sıra çağdaş etkileri ve özellikle felsefe ve modern din bilimlerini almak suretiyle yeniden düzenlendi. Gerçi bu durum zaman zaman bazı tepkileri de beraberinde sürükledi. Ancak eski medrese anlayışının bir uzantısı ve bu özlemin bir yansıması oldukları anlaşılan bu tepkiler Türkiye’de din eğitimi ve öğretiminin modern düzenlemelerini kıracak güce pek erişemedi. Türkiye’nin, İslâm ülkeleri arasında laikliği ilke edinen tek ülke olmasının yanı sıra, dinî öğretim kurumlarının gelenek ve modernliği bağdaştırmaya yönelik bir zihniyet ve yaklaşımla düzenlemesi dikkate değerdir. Aynı şekilde laikliği ilke edinen Türkiye Cumhuriyeti’nin, tüm Türk ve İslâm tarihi boyunca, her zaman ve her yerde, gelenekselliğin ve özellikle de geleneksel halk dindarlığının bir numaralı muhafızları olan kadınları ve kızlarına dinî öğretimin ve özellikle de dinî yüksek öğretimin kapılarını açan ilk ülke olması da kayda değerdir. Türkiye’de, öteden beri kız çocuklarının okutulması, kadının çalışma hayatına aktif biçimde katılması ve kadın haklarına ilişkin konulardaki olumsuz tavırlar modern etkiler altında giderek önemli ölçüde kırıldı. XX. yüzyılın ortalarında, daha önce kapatılan bazı türbelerin yeniden açılışı, Türk halk dindarlığının çok önemli bir boyutunu oluşturan türbe ve ziyaret dindarlığının yeni bir canlanışına kapı açtı. Cami yapımı ve din görevlisi sayısında dikkate değer artışlar gözlendi. Öyle ki, meselâ 1990’lı yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin sayısı 90.000’i aştığı gibi, cami ve mescit sayısı da 70.000’lere erişmiştir. Üniversite düzeyinde öğrenim görmüş din görevlileri artık köylerde görev almaya başlamıştır. Din derneklerinin ve dinî yayınların sayısı artmıştır. Türkiye’de, XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gözlenen dindarlaşma olgusu, meselâ ülkede mevcut cami ve mescitlerin en azından üçte ikisinin bu dönemde yapılmış olmasında kendini göstermiştir. Bir başka gösterge, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yasaklanan tarikatların ve dinî cemaatlerin bu dönemde süratle yeniden canlanması, şehirli bir fenomen olmaktan çıkıp köylere kadar uzanması ve bir ağ gibi ülke sathına yayılması oldu. Sosyo-ekonomik düzeyindeki artışa ulaşımdaki yenilik ve kolaylıklar eklenince, Türkiye’den hacca ve umreye gidenlerin oranı da hızla yükseldi. Esasen, Türkiye’de değişim şehirlerde başlayıp oradan kasaba köylere yansımaya çalışmış olup; dinî alanda yeniden canlanma da aynı yolu izlemiştir. 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’de değişim çok hızlandı. Dinî yeniden canlanmanın bir ölçüde toplumsal değişim ve çarpıklıklara bir tepki olarak gelişmekte oluşu kayda değerdir. Esasen olayı bu şekliyle, bir dinî yeniden canlanmadan çok dinî gelenekselleşme ve daha doğrusu özellikle dinle siyasetin birleştirildiği grup ve çevreler için, geleneksel ve muhafazakâr bir biçimde ideolojileşme şeklinde değerlendirmek uygun görünüyor. Bununla birlikte, bu oluşum içerisinde de bir kısım araştırıcıların nitelemesiyle, dinin ve dindarlığın, daha geniş çevrelerde ve tabanda dünya görüşünü şekillendiren bir tür “yumuşakideoloji” işlevine sahip olmasına karşılık20, militan fanatik kesim ve zümrelerde oldukça reaksiyoner, aktif ve sert bir ideolojiye dönüştüğünü gözlemlemek ilginçtir.
Türkiye’de XX. yüzyılın ortalarından itibaren kendini gösteren ve 1970’lerden itibaren hızlanan, 1980’lerden sonra adeta İslamcı bir burjuvazi, holdingler, aydınlar, medya ve hatta karşıt kültürün oluşumuna kapı açan yeniden dindarlaşma olgusunun bir biçimde modernleşme ve onun beraberinde sürüklediği değişim ve dönüşümlere bir tepki biçiminde ortaya çıkmış olması kayda değerdir. Bir kısım araştırmacılar, bu olayda anti-materyalizm ve post- modernizm gibi daha geniş çaplı hareketlerin etkilerinin de bulunduğunu önemle belirtiyorlar.21 Her halükârda, Türkiye’de yeniden dindarlaşma olgusu, toplumsal planda birinci derecede, toplumsal farklılaşma ve değişme olgusuna karşı, genelde şekilci, merasimci, muhafazakâr ve reaksiyoner bir ideoloji işlevi ve görünümüne yönelmiş görünüyor. Gerçekte ise, hızlı nüfus artışı, sosyo-ekonomik büyüme ve gelişme, tarımda makineleşme, köyden kente ve hatta yurt dışına göç, kentleşme, gecekondulaşma, eğitimin, ulaşım ve iletişim araçlarının yaygınlaşması gibi önemli gelişme ve değişmelere sahne olan Türk toplumu değişime pek egemen değildir ve sancılıdır. Böyle olduğu içindir ki, dinî hayattaki yeniden canlanış birçok durumlarda tepkisel kalmış ve geçmişin modellerine göre şekillenme yoluna gitmiştir. Türkiye’de yeniden ve çok yaygınlaşan eski Sufî tarikatların yanı sıra yeni dinî cemaat, hareket ve oluşumların da hep eski form, norm ve değerlere sarılmış olmaları, bu tepki zihniyetinin tipik anlatımıdır. Yine de onların geleneksel zihniyetlerinin yanı sıra modern birçok etkileri bünyelerine almış olmaları dikkate değerdir. Nitekim bu tepkisel ve geçmişin bir “Altın Çağ’ına yönelen passeist ve entegrist tavırlarına rağmen, Türkiye’de son dönemin dinî hareketlerinin, İslâm dünyasının başka yerlerinde görülen benzerlerinde olduğu üzere, modern gerçeklikler ile geçmişin modelleri arasında “bağdaştına” tutumlara yöneldiklerini de belirtmelidir. Bu tür uzlaşmacı ve çoğu zaman çelişkili tavırları “Selefiyeci Modernizm”den, “Kuran Müslümanlığı”na ve hatta “Meâlciler’e kadar çeşitli entegrist grup ve hareketlerde gözlemek mümkün olmaktadır. Her halükârda, bu gün Türkiye’de toplumsal değişime bir tepki olarak ortaya çıkan dinî hareketler, aralarında bir bütünlük oluşturuyor görünmüyorlar. Günümüzde Türkiye’de, modern etkileri alan ve hatta kendilerini post-modernizme bağlayan dinî akımların, “siyasî İslâm’ın, “yeni-köktendinci” hareketlerin, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Cezayir gibi ülkelerdeki gelişmeleri taklit etmeleri, Türk dindarlığında şekilcilikten ve taklitçilikten bir türlü sıyrılıp öze ve orijinal olana yönelemeyişin sancılarını tipik bir biçimde yansıtmaktadır.22 Artan dinî öğretim kurumları- nın dinî kültür düzeyini yükseltmesi; şekilcilik ve taklitçilik illetini yenmesi ve dinî yaşayışı çeşitli boyutları altında geliştirmesi ve zenginleştirmesi beklenirdi. Bununla birlikte, Türkiye’nin, köklü sosyo-ekonomik ve eğitim-öğretim sorunlarını ve özellikle de eğitilmiş nitelikli insan meselesini halletmeden, bu haliyle, din konusu dâhil, karşı karşıya bulunduğu devasa sorunlarını kısa sürede aşmasını beklememelidir. Her halükârda, giderek modernleşen Türkiye’de, din konusunda tutum ve davranışlar eski yeknesaklığını yitirmiştir. Onlar, şekilcilik, merasimcilik ve gelenek- sellikten aşırılığa ve taassuba, laiklikten ilgisizliğe ve hatta din karşıtlığına, kitabîlikten bilgisizliğe, şekilcilikten ve taklitçilikten reformculuğa, telifçiliğe, asla dönüşçülüğe, tarikatçılığa, kökten dinciliğe, eyyamcılığa ya da çıkarcılığa uzanıyor. Her halükârda eskiden olduğundan çok daha çeşitli biçim ve görünümlere yönelmiş bulunuyor. Zaman zaman kutuplaşma eğilimlerine kapı açabiliyor. Bu gün, “resmî İslam”, “kitabî İslam”, “halk İslam’ı”, “paralel İslam”, “arabesk İslam”, “liberal İslam”, “radikal İslam”, “siyasal İslam”, “ılımlı İslam” gibi birçok “İslamlar”dan söz edilmesi buradan kaynaklanıyor. Bütün bunların kökeninde değişim olgusu yatmakta; ancak toplum şimdilik bu değişime ayak uydurmakta zorlanmaktadır.23
Değerlendirme ve Sonuç
Büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de din, Türk toplum yapısı, hayatı ve kültürünün önemli bir gerçekliğidir ve hem bireysel hem de toplumsal düzeyde çok yönlü olarak oldukça işlevseldir. Öyle ki, meselâ bu toplumun bütünleşmesinde din, öteki etmenler arasında etkin bir faktör olarak kendini gösterdiği gibi, geniş kitlelerin dünya görüşleri, tutum ve davranışlarının belirlenmesinde de oldukça etkilidir ve yerine göre denge, denetim ya da protesto işlevleri görebilmektedir. Nitekim özellikle son iki yüzyıllık süreç içerisinde Batı’dan gelen modernleşme olgusunun beraberinde sürüklediği köklü yapısal değişim ve dönüşümlerle karşı karşıya kalan Türk toplumun- da din, bu karmaşık süreç içerisinde çok yönlü olarak işlevsel biçimde yerini almıştır. Din ile ilişkileri bağlamında, en genel çerçevede bir değişim olgu ve süreçleri olarak karşımıza çıkan Türkiye’de modernleşme, oldukça karmaşık, problematik, ancak kendine özgü bir fenomen olarak kendini gösteriyor. Bu bağlamda, gelenek, din ve modernleşmenin sanıldığı gibi birbirinin taban tabana zıddı olan olgular olmadıkları da anlaşılıyor. Bu bakımdan, din ile ilişkileri bağlamında Türkiye’de modernleşmeyi, Batı’yı ötekileştiren ve İslam’ı modernleşmenin bir antitezi konumuna yerleştirmek suretiyle çift kutuplu bir polarizasyon perspektifinde algılayan yaklaşımlar hatalıdır. Yine de Türkiye’de modernleşmenin meselâ F Tönnies’in deyişiyle, Gemeinschaft ilişkilerden Gesellschaft ilişkilere bir geçiş sürecinde gerçekleştiği ifade edilebilir. Ancak bu, oldukça inişli çıkışlı bir süreçtir. Zira ge- leneksellikten modernliğe geçiş, tutarsızlıkları, çelişkileri, gerginlikleri, bunalımları, tepkileri beraberinde getirmiş, değerler sitemini alt-üst etmiştir. Modernleşme, geleneği yıkmış, ancak onu yeniden inşa etmeyi henüz başaramamış; eski ve yeni değerler arasında çatışmaya, anomiye kapı açmıştır. Modernleşmenin beraberinde sürüklediği köklü yapısal değişim dinin geleneksel toplumsal konumu, görünümleri ve işlevlerinde değişmelere neden olmuştur. Modernleşmenin geleneksel dayanışma bağlarını tahrip etmesi, dine dayalı kültürel bağların yükselişine imkân vermiş ve din, giderek kimlik bunalımı ve arayışa, tepkisellik, belirsizlik ve yalnızlığa itilen ve yabancılaşan insanlar için bir sığınak işlevini görmeye yönelmiştir. Bu bakımdan, Türkiye’de çağdaşlaşmayı geleneksel bir toplumdan modern bir topluma düz hatlı ve evrimci bir geçiş biçiminde anlayan yaklaşımların yüzeysellik ve basitleştiriciliği önemle belirtilmelidir.
Her halükârda, Osmanlı’da duraklama döneminde başlayan, Tanzimat ve Meşrutiyet deneyimleriyle ivme kazanan, Cumhuriyet’le köklü bir hal alan modernleşme, kendi koşullarında gerçekleşen, kendine özgü bir değişimdir. Osmanlı’da önce, A. Toynbee’nin deyişiyle “Herodian” bir Avrupalılaşma şeklinde kendini gösteren modernleşmeye, Cumhuriyet döneminde, çağdaş medeniyet düzeyinin ötesine geçme ülküsü eklendi. Bununla birlikte, günümüzde Türkiye, post-modern etkileri almış da olsa, giderek küreselleşen dünyada ne milletleşmesini ne de yaratıcı, üretken, düzeyli, dinamik ve özgün modernleşmesini henüz tamamlayabilmiş görünmüyor. Japonya çağdaşlaşmasını oldukça kısa bir sürede tamamladığı halde, Türkiye’nin köklü bir zihniyet değişikliğini başarıp, istenilen düzeyde çağdaşlaşamamış olması dikkate değerdir. Türk toplumu, hızlı değişime ayak uydurmakta çok zorlanmakta; uyum ve değişme güçlükleri çekmekte, tepkisel tavırlara sürüklenmektedir. Yine de, akılcılık, saygı ve hoşgörü esaslarına dayalı laikliğin Türkiye’de modernleşmenin merkezinde yerini almış olması kayda değerdir. Modernleşme bir yönüyle sekülarizasyon şeklinde kendini göstermekte; bu bağlamda, aşırı dünyevileşme riski potansiyel olarak mevcut görünmektedir. Türk toplumunun çağdaşlaşma sürecinde işlevsel biçimde yerini alan din, bir yandan modernleşmeyi mümkün kılıp, onu kolaylaştırır ve hatta bazen bizzat değişimin lokomotifi olarak karşımıza çıkarken, bir başka bakımdan da, modernleşme ve değişime bir engel ve fren işlevini üslenmiştir. Bu arada, modernleşme olgusu ve onun beraberinde getirdiği değişimlerden önemli ölçüde etkilenmiş ve yer yer anti-modernist eğilimler içeren tepkisel tavırlara kaynaklık etmiştir. Bununla birlikte, Mardin’in yerinde tespitine uygun olarak, Türkiye’de modernleşmeye engel oluşturan ve din kategorisine yerleştirilen engellerin en azından önemli bir bölümünün gerçekte dinin arkasına gizlenmiş yapısal etkenler olduğu önemle belirtilmelidir.24 Yeniliğe karşı özellikle muhafazakâr çevrelerde başlangıçta sıkça gözlenen olumsuz tavırlar giderek önemli ölçüde kırılmıştır. Öyle ki, modernleşmeye en tepkili çevreler bile ekonomik ve teknolojik yeniliklerin kabulü konusunda öyle pek olumsuz tavırlara yönelmiyorlar. Buna karşılık manevî kültür değişmeleri daha sancılı oluyor. AB’ye girmeyi hedefleyen Türkiye’de, modernleşmeyi Batı ile özdeşleştiren taklitçi paradigmada, laikliği din karşıtlığı yahut İslam’a zıtmış gibi gören çarpık anlayışlarda da ciddi kırılmalar gözleniyor. Türkiye’de modernleşme ve değişim, yaşayan dini, dinî yaşayışı, kültürü, tutum ve davranışları önemli ölçüde etkilemiş bulunmakta; bu durum tipolojik yaklaşımda önemli farklılaşmaların yer aldığı geniş bir yelpazede kendini sunmaktadır. Esasen, din ve dinî yaşayış alanındaki bir kısım oluşum ve değişmelerin önemli ölçüde bizzat modernleşmenin koşullarının bir ürünü olduklarına önemle işaret etmelidir. Nitekim meselâ sosyolog N. Göle’nin Türkiye’de “Melez Desenler’25 olarak betimlediği olgular buna tipik bir örnektir. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan süreçte kendini gösteren dinî modernleşme akımları, radikal İslamcı akımlar, yeni dinî oluşum ve dinî kurumlar ve din eğitimi ve öğretimi kurumları da modernleşme olgu ve süreçleri ile doğrudan ilişkili olup, ondan etkilenmiş ve hatta bir ölçüde ondan kaynaklanmış bulunuyorlar. Nitekim meselâ Türkiye’de bir anlamda Diyanet ve dinî öğretim kurumları Türk modernleşmesinin merkeziyetçi ve bürokratik eğiliminin birer ürünüdür. Buna, geleneksel etkileri almış ve yerine göre modernleşmeye tepkisel oluşumlar olarak kendilerini göstermiş olmakla birlikte, son tahlilde büyük ölçüde toplumun modernleşme ortamında hayatiyet bulan dinî oluşumları eklemelidir. Esasen bir ulus-devlet olarak bizzat Türkiye Cumhuriyeti bir anlamda modernleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Nihayet, toplumun genel dinî yaşayışı, dünya görüşü, kültürü, değerleri, tutum ve davranışları modernleşme ve onun beraberinde sürüklediği değişmelerden önemli ölçüde etkilenmiştir. Bu bakımdan, tüm geleneksel, muhafazakâr ve tepkisel özelliklerine rağmen, bu gün giderek modernleşen ve çağdaşlaşan Türkiye’de din eskiye oranla önemli farklılaşmalara sahne olmuş; dinî hayat, kültür, inanışlar, tutum ve davranışlarda önemli değişmeler kendini göstermeye başlamıştır. Ancak, Türkiye’de meselâ dinin bilgi boyutunda yüzeysellik henüz aşılamamıştır. Böyle olunca, meselâ entelektüel dindarlık, modern, modernist ya da liberal formları altında istenilen ve beklenen düzeyde bir gelişme, etkinlik ve yaygınlık elde edememiş; dinî tefekkür hayatı bir türlü düzeyli ve nitelikli çağdaş entelektüel ürünler yaratmayı ve bunları yayıp topluma egemen kılmayı başaramamıştır. Bu durumda, toplumda yaygın olan ve itibar gören din önderleri genelde muhafazakâr, mistik ve karizmatik tipler olmaktadır. Dinî literatür de genelde bunların ürettikleri ve belli bir düzeyi aşmayan popüler ürünler olmakta; bunlara çeşitli Müslüman ülkelerin aşırı muhafazakâr ve ideolojik yazarlarından çeviriler eklenmekte; daha akademik olanlar oldukça sınırlı bir kesimin ötesine pek uzanıyor görünmemektedir.
Dipnotlar
[1] Bk.: Paul E. Walker, “Philosophy of Religion in al- Farabi, Ibn Sina and Ibn Tufayl”, in Lawson, Todd (Editor), Reason and Inspiration in Islam : Theology, Philosophy and Mysticism in Muslim Thought, Londra, , GBR: I. B. Tauris and Company, Limited in association with the Institute of Ismaili Studies, 2006, s. 85-101.
- : H. Landolt, “Ghazali and ‘Religionswissenschaft’: Some Notes on the Mishkat al-Anwar. For Professor Charles J. Adams”, Asiatische Studien, 1991, 45/1, s. 19-72.
- Ü. Günay, “İslam Dünyasında Bir Din Sosyolojisi Öncüsü: İbn Haldun (1332-1406)”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1986, 6, s. 63 -104.
- Din sosyolojisi biliminin genel tarihsel gelişimi ve özellikle de Türk ve İslam bilginlerinin katkıları konusunda Bk.: Ü. Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yay., 2008, s. 97-208.
- Modernleşme ve din ilişkileri konusunun makro- sosyolojik bir yaklaşım perspektifindeki bir analizi için bk.: Ü Günay, “Modern Sanayi Toplumlarında Din-I”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri, 1986, 3, s. 41-88 ve Ü. Günay, “Modern Sanayi Toplum- larında Din- II”, “, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri, 1987, 4, s. 29-58.
- Türkiye’de dinin toplumsal değişme ile olan işlevsel ilişkilerinin bir çözümlenmesi için bk.: Ü. Günay, “Türkiye’de Toplumsal Değişme Ve Din”, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Türk Yurdu, Nisan-Mayıs 1997, 17/116-117, s. 8089.
- Meselâ Sam Whimster and Scott Lasch (eds) Max Weber, Rationality and Modernity, London: Allen & Unwin, 1987.
- Peter Berger, “Toward a Critique of Modernity”, Facing up to Modernity: Excursions in Society, Politics, and Religion, New York: Basic Books, 1977, s. 70- 80.
- Harvey Cox, Religion in the Secular City: Toward a Postmodern Theology, New York: Simon and Schuster, 1984, s. 183.
- : Al-Azmeh, Aziz, Islams and Modernities. New York: Verso, 1996.
- Türkdoğan, Değişme-Kültür ve Sosyal Çözülme, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., 1988, s. 72-79.
- Ç. Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, İstanbul: Cem Ofset, 1979, s. 276-282.
- Krş.. B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev: M. Kıratlı), II. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1984, s. 44-45.
- Konuyla ilgili daha geniş açıklamalar için bk.: Ü. Günay, H. Güngör, Başlangıçlarından Günümüze Türklerin Dini Tarihi, İstanbul: Rağbet Yay., 2009, s. 431-439.
- Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fak Vakfı Yay., 1997.
- : A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1943, s. 142. Krş.: Ahmet Refik, On ikinci Asırda Osmanlı Hayatı, s. 159, 1129 sayılı hükmü şerif sureti.
- : Z. Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yay., 1976.
- Dönemin fikir akımları konusunda daha geniş bilgi için bk.: Fazlurrahman, İslâm, (Çev. M. Dağ, M. Aydın), Ankara, 1992, ss. 268-326 ve “Islam: An Overview”, The Encyclopedia of Religion, VII, ss. 318-320; H. G. Yurdaydın, İslâm Tarihi Dersleri, Ankara: A.Ü. İlahiyat Fak Yay., 1971; ss. 216-263, 316-329; B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu; H. Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Ülken Yay., 1979; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1973; G. Jöchke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Ankara, 1992.
- : H. G. Yurdaydın, İslâm Tarihi Dersleri; N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma; H. Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi ; B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu; G. Jöchke, Yeni Türkiye’de İslâmlık.
- : Ş. Mardin, Din Ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay. 1983 s. 121.
- : R. Tapper, Çağdaş Türkiye’de İslam, İstanbul: Sarmal yayınevi, 1993, s. 30.
- Krş.: Ü. Günay, “İslam Dünyasında Gelenek, Değişme, Modernleşme ve Fundamentalist Eğilimler”, Hacı Bek- taş Veli Araştırma Dergisi, Kış 1998/8, s. 51-71.
- Konuyla ilgili daha geniş açıklamalar için bk.: Ü. Gü- nay, “Çağdaş Türkiye’de Din, Toplum, Kültür, Gelenek ve Değişme”, Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 2001/2, s. 1-38. Ayrıca krş.: Ü. Günay, H. Güngör, Türklerin Dini Tarihi, 377-484 ve Ü. Günay, Din Sosyolojisi, s. 532-616.
- Ş. Mardin, “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma”, Türk Modernleşmesi, Makaleler 4, İstanbul: İletişim yay. 1991, s. 78.
- Göle, İslam ve Modernlik Üzerine Melez Desenler, İstanbul: Metis Yay., 2008. Ayrıca bk. N. Göle, “İslâm’ın Yeni Kamusal Yüzleri, Bir Atölye Çalışması, 2. Baskı, İstanbul: Metis, 2000.
* Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi
[i] Türk Yurdu, Aralık 2011 – Yıl 100 – Sayı 292
ÖNEMLİDİR: Atıfların yukarıda belirtilen kaynağa yapılmasını önemle rica ederiz.