İmam Matüridî’ye Göre Model İnsan Olmanın Önündeki Engeller
Prof.Dr. Ramazan BİÇER[1]
Özet
Model insan olmada davranış ve tutumlara yansıyan psikolojik faktörlerin etkisi genel bir kabuldür. Kur’an’da bu etkenler belirtilirken, model insan olmayaya engel olan sapmalar da, önemle vurgulanmıştır. Ehl-i Sünnet imamlarından Mâtüridî, bu manileri kelâm verileri çerçevesinde özenle yorumlamıştır. Daha çok beşerî bağlamda değerlendirilen bu engeller, imanın mahalli olan kalbin fonksiyonlarıyla bağlantılıdır. Kur’an ifadeleri ve Mâtüridî’nin yorumları çerçevesinde ele alınan, model insan mâni olan beşerî-aklî sapmaların direkt kalbe yansıması, bir anlamda inanç konularındaki akıl-kalp ilişkisine göndermede bulunmaktadır.
Anahtar kelimeler: Kur’an, Matürîdî, Model insan, insanî zaaflar, akıl.
Giriş
Model insan, Kur’an’ın ifadesi doğrultusunda “usve-i hasene” niteliğine sahip olandır. Elmalılı Hamdi Yazır’a göre üsve, teessi edilecek, yani uyulacak, arkasından gidilecek örnek, meşk, nümûne-i imtisal demektir. Burada üsvelik, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanıp Allah’ı çok zikretmekte olan kimseler için olup, sadece dünya hayat ve süsünü arayanlar ve Allah’ı, ahıreti düşünmeyenler için söz konusu değildir (Yazır, 33/21).
İsfehani’ye göre üsve, iyi veya kötü, üzüntü veya sevinç veren, başkalarına örnek teşkil edecek haslet demektir. Teessî ise, örnek veya model kişiye uymak ve onun ardınca gitmek anlamına gelmektedir.
Kur’an’da üsve-i hasene kavramı, Hz. Muhammed yanında (el-Ahzab 33/21) Hz. İbrahim hakkında da kullanılmıştır (el-Mümtehine 60/4, 6). Mümtehine ayetinin ifadesi doğrultusunda üsve-i hasene niteliğine sahip olan Hz. İbrahim ve yoldaşlarındaki bu öncülük, Tanrı’yı ve ahiret gününü umud edenlere yöneliktir (Matüridi, 2007; 322-324).
Allah Rasûlü’nü ümmete model olarak sunan: “Peygamber size neyi verdiyse alın, neyi yasakladıysa ondan sakının” (el-Haşr 59/7) ayeti bulunmaktadır.
Tasavvufta buna “insan-ı kâmil” denmiştir. Üsve-i hasene olan insan-ı kâmil mertebesine ise “ancak tahalluk bi-ahlakillah” şeklinde ifade edilen Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak sayesinde ulaşılabileceği belirtilmiştir. İslam filozofları nezdinde bu ifade, “Teşebbüh bil-vacib/Allah’a benzemek” şeklindedir. Sufi ve filozofların maksadı, farklı terimlerle ifade etmekler birlikte, aynıdır. Bunun anlamı ise, Allah’ın isimleriyle bezenmek demektir. Buna göre model insan, ki aynı zamanda o iyi bir Müslüman demektir, Allah’ın isimleriyle bezenerek, onları kendi âleminde ve dış dünyada yansıtan demektir. Bu doğrultuda Allah’ın isimlerini kendi bireysel ve toplumsal boyutta benimseyen, özümseyen ve yaşayan kimse, model insan statüsündedir.
Kur’an’daki müminlerin özelliklerini bildiren ayetlere bakıldığında “Onlar asla ümitsizliğe kapılmazlar” (ez-Zümer 39/53; el-Hicr 15/55) ayeti gibi psikolojik ayetlerin yanında, “yoksulları korurlar” (el-Mearic 70/24-25; el-İnsan 76/8) ve “Suçlulara arka çıkmazlar” (el-Mümtehine 60/1; el-Mücadele 58/22) ayetleri, model insanın, içsel ve dışsal niteliklerini anlatmaktadır.
Muhammed İkbal’e göre Müslüman, insanî ve imanî olmak üzere iki boyuta sahiptir. İnsanî yön, herkeste ortak olan niteliklerdir. İmanî boyut ise ona yüklenen özel bir görev olup, Hakk’ın sırlarından bir sır, dünyanın temel direklerinden bir direk ve insanlığın muhtaç olduğu bir ihtiyaçtır. Beşeriyetin ona olan ihtiyacı su, hava ve ışığa olan ihtiyacından az değildir. Bu yüzden Müslüman İslâm’ı haykırmalıdır. Ortam ne kadar değişirse değişsin, hayat ne türlü gelişme kaydederse etsin sabit hakikati ve İslam’ı ayakta tutmaya çalışan, yobazlığa karşı çıkan, dinamik bir İslam anlayışını yerleştirmeye ve yaygınlaştırmaya çalışan insan ideal Müslümandır (Albayrak, 1998:245).
İkbal’in çizdiği insan modelinde ana kavramlar olan kendini gerçekleştirme, benliğini geliştirme, şahsiyetini ortaya koyma, ideal sahibi olma, aksiyonda bulunma hedefleri Müslümanın tarihsel sorumluluk çizgisine eklenecek olan halkanın, öncekilerini lâyıkıyla temsil edebilmeleri içindir. Zincire eklenen yeni halka, insan-ı kâmil yani ideal insan, aynı zamanda model insan olmalı ki sahip olacağı temsil yeteneğiyle geleceğe bir şeyler aktarabilsin. İkbal’e göre ancak ideal insan tarihî dönüşümü yapabilir. Çünkü o, kendisini kendi ötesinde bir ideale adayarak gerçekleştirmiş insandır (Albayrak, 1998:244).
Matüridi’ye göre model insan, aklı ve irade ile eylemlerini gerçekleştiren kimsedir. Ona göre insanın Allah’ın varlığını bilip tasdik etmekle yükümlü olmasının temel dayanağı da bu akıldır (Biçer, Sezgin, 2017). Bu tür aklın basit bir zekâdan peygamberlerin akıllarına kadar varan birçok derecesi vardır. Buna. Allah vergisi olduğu için. mevhüb, matbü’, kuwe-i kudsiyye adları da verilir (Y avuz, 1989). Model insan bu nitelikleri kendisinde barındıran kimsedir. Matüridi’ye göre duyular âleminin sırlarını öğrenmek, yaratıcının varlığını bilmek ve nasları anlamak için akla başvurulması gerekir. Hatta Allah’a iman etmek naklen değil aklen vaciptir. Yani akıl din olmadan da bazı hususları vacip kılabilir. Ancak yine de akıl naklin önüne geçemez. Çünkü bütün dini gerçekleri idrak etmekte yeterli değildir (Yavuz, 1989). Buna göre model insan niteliğini taşıyacak kimse, akıl ve kalbin eylemlerini birlikte yürütebilendir. Bu durumda model insan olma niteliğine sahip kimselerin başında peygamberler gelir. Aynı zamanda bu, peygamberlerin metodu benimseyen kimseler de model insan statüsündedir (Önal, 2013, 355).
Matüridi’ye göre model insan olmanın önündeki engeller
1. Aklın Zafiyetleri.
Mâtüridî’ye göre hakikatlerin bilinmesine ulaştıran ana yollar, duyular aracılığıyla oluşan idrak, istidlâl ve haberdir. Aklın bir ürünü olan istidlâl ve nazar, Mâtüridî’ye göre zorunludur. Ancak şeytan vesvesesiyle insanı nazar eyleminden alıkoymaya çalışır. Zira şeytanın işi, aklın işlerliğine engel olmaktır. Nitekim şeytan çeşitli bahaneler ileri sürerek, insanı aklını kullanmaktan alıkoymaya çalışır. Zira akıl, varlıklar üzerinde düşünerek, onun bir yaratıcısı olduğunu anlar, ardından da ona itaati teşvik ederek, bireyi nefsânî ve şehevânî arzularından uzak tutmaya çalışır.
Aklın ana karakterinin, kendisinin kullanılmasının ihmal edilmesine karşı bir direnişe geçmek olduğunu söyleyen Mâtüridî, İlâhî sahaya ait hususları da sorgulama temayülünün, onun tabiatı gereği olduğunu kabul etmiştir. Bu nedenle teklifin akıl bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini belirtirken Allah’ın, insan aklının kabul edemeyeceği hiçbir emri vermediğini kaydetmeyi de ihmal etmez. Nitekim müellife göre akliyyât, araştırma ve inceleme sonucu ulaşılan tevhid, peygamberlik ve diğer bilgileri içermektedir.
Hakikatin anlaşılmasında başvurulan yegâne ölçünün akıl olduğunu düşünen Mâtüridî, her halükarda aklın, sınırsız bir niteliğe sahip olmadığını da kabul etmiştir (Biçer, Sezgin, 2017). Ona göre aklın kendisine özgü bazı zayıflıkları ve afetleri vardır. Nitekim aklî delillerin çokluğu, vesvese ve tereddüdün gölgeleyemeyeceği gerçek bilgiyi sağlamaz. Zira makul âlemin çok karmaşık olması, ince ve dakîk boyutları bulunması, göz ardı edilemez realitelerdendir.
Hakikatlere ulaşmanın da insan zihninde oluşan bir idrak sonucu olduğunu benimseyen Mâtüridî, idrakin de sınırlı ve hacimli bir şeyi kapsayıp ihata ettiğini savunur. Oysaki Allah sınır ve hacimle nitelendirilmekten münezzehtir. Zira sınırlı oluş, bir sona eriştir ve daha üstün olmaktan aciz kalıştır. Sınırlılık, eninde sonunda nihayete eren bitişik cüzler statüsünden ibaret iken, Allah bölünmez bir zâtî birliğe sahiptir. Buna göre sınırlı bir varlık olan aklın, sınırsız statüdeki tanrıyı algılaması mümkün değildir.
Aklın yeteneklerinin belirli olması nedeniyle, kendisine çizilen alanı aşamayacağını düşünen Mâtüridî, bu bağlamda insana yönelik olması itibarıyla güzel görünen birçok durumun, asıl olarak çirkin olabildiği, düzenli görünenlerin de zâtında bozuk olduğunu sezme yeteneğinin akılda bulunduğunu söyler. Ancak bunun her zaman geçerli olamayacağını öne süren müellif, bazen kendi alanına giren hikmet ve sefehin mahiyetini anlamaktan alıkoyan engellerin, aklın gerçeği anlamasında şaşırtıcı bir fonksiyonlarda bulunacağını kabul eder. Buna rağmen, salim bir akıl ve sağlıklı bir duyguya sahip bir kimsenin, fikrî problemleri rahatlıkla halledebileceğini savunur.
Mâtüridî, model insan olmaya engel olan nitelikler şöyledir:
-Hakikate ulaştıracak delilleri incelemekten ve akıl yürütmekten yüz çevirip, fıtratının zevk alacak şeylere düşkün olması sonucu, nefsinin arzularına yönelmesi. O bunu yaparken, taklit ettiği kimselere güvenir, onların arkadaşlığına ve kendileri aracılığıyla ulaşacağı nefsânî arzulara heves eder. Ardından görüşlerinin isabetliliğine ve kendilerini gerçeğe ulaştıracağına ümit bağlar veya özendiği kişilerin lütufkárlığını hesaba katar.
- Bireysel ve toplumsal mutluluk faktörler.
- Alışkanlıklarından ayrılamaması.
- Günlük yaşantıdaki stresler, meşguliyetler, çeşitli hastalık ve sıkıntılar.
- Nefsânî arzuların insan üzerindeki egemenliği, dünyevî arzu ve lezzetlerin çokluğu.
Bütün bunların sonucunda oluşan özenti, öylelerini nefsin doyumsuzluğuna ve kötü alışkanlıklarını normal telakki etmeye doğru sürükler. Bu da aklî eylemlerin yerine getirilmesini önemli oranda engellemektedir.
Yine müellif aklı hakikati idrakten alıkoyan engelleri sayarken, bunlardan dünyevî uğraşıların onu meşgul ettiğini, sağlıklı bir şekilde çalışmasına engel olduğunu kabul eder. Olayı daha psikolojik boyutta ele alan Mâtüridî, insanların doğasında bulunan sıkıntılar yanında, hayatının farklı boyutlarında karşılaştığı acı ve kederlerin de akıl üzerindeki etkisine dikkatleri çeker. Dolayısıyla bu tür etkenler insan aklını meşgul etmekte, onun küçük büyük, gizli açık her alandaki gerçeği kavramaktan alıkoymaktadır29. Nitekim muhtaç ve fakir bir kimsenin, gelenek ve alışkanlıkların etkisiyle, hikmetin saklı bulunduğu noktayı nasıl tespit edeceği sorusu müellifin cevap aradığı bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla rububiyete ait hikmeti kavramada konumu bu olan ve söz konusu afetlere maruz kalan akıl, kendi sınırlarını aşamaz. Aşamadığı gibi, görevini doğrudan yerine getirmesine de mani olur.
Aklın sağlıklı bir şekilde işlemesine engel olan öncü faktörlerden kabul edilen nefsânî arzuların, aklın rakibi olduğunu kabul eden Mâtüridî, bu duygunun insana özgü arzu ve şehvetlerle, bunları cazip gösteren şeytanlardan oluşan yardımcılarla desteklendiğini söyler. Bu tür şeytanî destekli bir duygunun, psikolojik fonksiyonunun etkisine vurguda bulunan müellife göre, nefsânî duygunun bütün güdüleri, duyu âlemi çerçevesinde ve yanı başımızda iken, hak yolda ilerlemenin bütün faktörlerinin duyular ötesindedir.
Bu yorumları doğrultusunda müellif, iyi Müslüman uzak kalmanın temel etkenleri arasında, insan tabiatının (fıtrat) nesne ve olayları güzel ve çirkin göstermede, akla muhalif düştükleri zamanda, birçok kimse için akıl ile insan fıtratının gösterdiği neticeleri birbirinden ayırmak çok zor olduğunu kabul eder. Böyle bir değerlendirmenin nedeni ise, her şeyin “reel idraki” sorunudur. Yani kendine özgü verilerin dışında, farklı bir analiz ile çözümlenmeye çalışılmasındandır.
Öte yandan Mâtüridî, bu veriler doğrultusunda Allah’ın fiillerini sorgulamanın bir dayanağı bulunmadığını ileri sürerken, bazı konuların haber yoluyla peygamberler aracılığıyla geldiğini vurgular ve bu alanda akıl yürütmenin, sağlıklı bir tutum olmadığını belirtir. Zira ona göre aklın sınırları dışında olan bu tür inanç konularını sorgulamak, akıl ötesi bir olgu olduğundan, dînî bir zorunluluk değildir (Matüridi, 2002:131-134).
2. Taassup ve Taklit.
Mâtüridî, model olacak kimsenin hakikate ulaşmasına engel olan ana faktörlerden birisini taassup olarak tanımlar. Zira ona göre peşin hüküm ve sabit fikirlilikte, birey kendi anlayışının tam gerçeği yansıttığını, başkalarının ise bunu sağlayamadığını düşünür. Yine böyle bir kimse, kendi inancını irdelemez bile. Dolayısıyla kabullerindeki yanlış ve hataları görmez, hatta görmek de istemez. Çünkü o inanç kanıtlarına bilinçli bir şekilde yaklaşmamıştır. Zira taassup sonucu kabul edilen fikirlerde, her hangi bir aklî eylem olmadığı için, aksi istikametteki kavrayış, onun için bir şey ifade etmez. Oysaki kabuller, akli bir zorunluluk sonucu oluşmalıdır.
Aklî zaaflardan kabul edilen hususlardan olan taassubun farklı bir boyutu da Mâtüridî’ye göre taklit olgusudur. Zira taklit, bu eylemi gerçekleştirme çabasından kaçınmak amacıyla, nazar ve tefekküre dayalı araştırma yoksunluğunu neticesidir (Matüridi, 2002:111). Bilindiği gibi Mâtüridî, akaid sistemini oluştururken, taklitten kaçınmayı ve nazar ve istidlâl sonucunda, tahkiki imana ulaşmayı ana hedef olarak tayin etmiş ve bunu da kelâm ilminin temel prensibi olarak benimsemiştir (Mağribi, 1985:79).
Kur’an taklidin bilinçsizce yapılan bir eylem olduğunu vurgularken, sahiplerine de “körü körüne hareket edenler” şeklinde bir değer biçmiştir. Söz konusu kimseler, bu tutumlar nedeniyle helak edilmişlerdir. Bu tür bir yargılama, aynı zamanda dünyevî ve uhrevî felaketlerin çağırıcısı olmaktadır.
Kalbin hidâyete engel olan eylemleri anlatılırken, genellikle bu tavrın arkasında kibir ve ön yargı olduğu, âyetler bağlamında rahatlıkla gözlemlenmektedir. Nitekim model şahıs olan Şuayb peygamberin hidâyet daveti karşısında insanların “Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz” (Hûd 11/84-91) şeklinde bir tepki göstermeleri, bir tür ön yargı belirtisidir. Zira söz konusu âyet ifadelerinden evrensel bazda ahlak kurallarını içeren Hz. Şuayb’ın, davetini anlamamaları düşünülemez. Ancak “Biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı seni mutlaka taşlardık. Senin bizim yanımızda hiçbir değerin yoktur” ifadeleri, itirazlarına açıklık getirmektedir. Yine Mekkeli müşriklerin “Biz arkadaşımızı daha iyi biliriz. Eğer onun doğru söylediğini bilseydik ona uyardık” demeleri de, bir tür önyargının belirtisidir. Öte yandan bu sözlerin sahipleri “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kılıflıdır, kulaklarımızda ağırlık, seninle aramızda perde vardır. Elinden geleni yap, biz de elimizden geleni yapıyoruz” (Fussilet 41/5) şeklindeki söylemleriyle, açık bir şekilde doğruluğa karşı direnme gerekçelerini göstermişlerdir. Mâtüridî’ye göre Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelme, peygamberin sözlerini dinlememe, kibir ve inadın son noktasıdır.
Zira bunlar hakikati kabule niyetli kimseler değildir. Zira hidayete yönelmek, öncelikle, bir meyli ifade eden “kulak vermek” suretiyle gerçekleşir. Oysaki hakikatten yüz çevirenler, bu tür eyleme yönelmekten uzaktırlar (Matüridi, 2002:8). Böyle bir tutumun arkasında, ileri boyuttaki taassup ve taklit olduğu da dikkatlerden kaçmamaktadır.
Taassubun oluşturduğu psikolojik yapı, ortamlara göre olumsuz anlamda farklı değerler kazanmıştır. Nitekim İslam tarihinde mezhep taassubunun ilerlediği, fikri müsamahaların tamamen ortadan kalktığı devirlerde, küfrün tanımı da değişmiş, her gurup kendi inancına aykırı hareket etmeyi, küfrün bir sınırı olarak algılamıştır (Kılavuz, 1984:90).
3. Cahillik
Mâtüridî’ye göre bir anlamda basîretsizliği de içeren bu terim, hidâyetin önündeki büyük engellerden biri olarak kabul edilmektedir. Bilgi ve idrakin karşı kıyısında olan cahillik ve basîretsizlik, daha çok ahiret bilincinin gerçekleşmemesiyle tezahür etmekte ve bu nedenle Kur’an da gerçeklerin mutlak olarak ölüm ötesinde anlaşılacağını vurgulamaktadır (et-Tekâsür 102/3-7). Ancak dînî hakikatlerin dünya hayatında da bilinebileceğini vurgulayan Kur’an ayetleri, “Keşke bilseydiniz” temennisiyle konuyu dile getirmektedir. Elbette bu ifadelerin arkasında, “bilmek için çaba sarfetseydiniz” şeklinde bir çağrı bulunmaktadır. Bu tür bir temenni tefekkür etmedikleri ve nazar eyleminde bulunmadıkları şeklinde yorumlanmıştır.
Evrendeki her şeyin hikmet içerisinde bir gayeye yönelik yaratıldığını ve var olduğunu belirten Mâtüridî, insanı doğruluktan alıkoyan etkenler arasında, insanın bu hikmeti algılamaktan uzak olması, yani cehaleti veya ihtiyaçları olduğunu kaydeder. Oysaki bir insan belli alanlarda bilgili olsa bile, yaratmaya müteallik bazı hususlara aklı yetişemeyebilir, yani onun idrak gücünü aşabilir. Bu nedenle “adalet”, “zülüm”; “hikmet” ve “sefeh” kavramları bazen benzerlik gösterse de, bunu ayıramamanın ana mazereti, bilgisizliktir (Matüridi, 2002:218). Zira Mâtüridî’ye göre dine bağlanmanın ve İlâhî bilgiye ulaşmak, aklı kullanmakla gerçekleşir. Kendilerine akıl verilmiş olması itibarıyla insanların inanç konularında Allah’a karşı cehalet türü bir itiraza hakları yoktur. Zira aklın varlığı bu tür itirazlara kapı kapar mahiyettedir.
Cehaletin Kur’an ve sünnete aykırı anlayış ve hayat biçimi olduğu da düşünüldüğünde, İlâhî buyrukların kabulünün belirtisi olan model olmaya karşı umursamaz olmak şeklinde bir anlam ortaya çıkmaktadır.
Kur’an cehaletin belirtileri olarak, isyan vasıtası (el-Bakara 2/274), hidayet mukabilinde dalalete talip olmak (el-Bakara 2/16), aşırı cinsel arzulara düşkünlük (en-Neml 27/54-55), dînî konuları bilgisizce tartışmak (Lukmân 31/20; el-Hac 22/8) dindarlara karşı tavır takınmak (el-Furkân 25/63), hevâya tâbi olmak (Y ûsuf 12/33) olarak belirtmiştir. Bu tür anlayış ve tutumlara sahip olan kimseler, cehalet içerisinde değerlendirilmekte ve hidayet olgusundan da uzak kalmak suretiyle model şahsiyet kimliğini yitirmektedirler.
Reel bağlamda bir sıfat olarak cehaleti üstlenen bireyin, bu tavrına neden olan etkenler arasında, duyu ve duygu zayıflığının önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır.
Model şahsiyet olmanın önündeki önemli bir amil hevâya uymaktır. İnsanın gelişigüzel davranmasını salık veren hevâ, kötülüğe prim veren bu konumuyla birçok İlâhî buyrukla çelişmektedir. Genel anlamda nefsin bedensel arzularının aşırı temsilcisi olan hevâ, sürekli olarak kötülük ve günahlara insanı temayül ettirmektedir (Sa’d 38/26; en-Necm 53/3; el-Câsiye 45/23). Bu konumu nedeniyle insan hevâsının bireyler bazda farklılık arzetmesi de, hevânın tanım ve eylem sınırını tespit etmeyi zorlaştırmaktadır.
Nitekim peygamberler de, kendileri ve insanların hevâlarına uymamaları konusunda uyarılmıştır (eş-Şûrâ 42/15; Sâd 38/26).
Mâtüridî’ye göre Îlâhî va’d ve va’îd hikmet açısından gerekli olmuştur. Zira nefis ve hevâyı itaate zorlama, insan tabiatının hoşlanmadığı erdemlere sevketme, ancak İlâhî buyrukları ihtiva eden teklif sonucunda olur. İnsan tabiatının, yapılan işlerin sonucunu göz önünde bulundurmak hissiyle şekillendiğini düşünen müellife göre, yöneldiği olgunun sonucunda yarar ve zararı acele görmek isteyen nefis ve hevâ, elbette hidayet tezahürü olan model olma sonucunu uzak görmekte ve mümkün olduğu kadar, o tarafa yönelmekten insanı alıkoymaya çalışmaktadır (Matüridi, 2002:100).
Hevâ ve nefsin istekleri yanında onlar için bahaneler oluşturan hayatın zorluklarına karşı, tefekkür ve istidlâl ile göğüs germek gerektiğini düşünen Mâtüridî bunun, peşin bir menfaati bulunmadığı, kişiyi zevk ve arzularından alıkoyduğu için, hevânın direnç göstereceğini belirtir. Ona göre bu güç durum, nefsin terbiyesiyle ve olumlu yönde alışkanlıklar kazandırılmasıyla aşılabilir. Nitekim mükellef olmadıkları halde çocukların ibadete yönelik bazı sözlü yaptırımlarda bulunulmasında da aynı gaye gözetilmektedir. Bu nedenle tefekkür ve istidlal, hevânın karşısında önemli bir güç oluştururken, bunun zararlı ve yararlı nesneler hakkında öğüt ve ibrete vesile oluşu da gözden uzak tutulmamalıdır (Matüridi, 2002:110).
Mâtüridî söz konusu problemi incelerken, değerlendirme bağlamında farklı bir tahlile girer. Şöyle ki, ona göre Allah, insanları iyiyi kötüden ayırmasını bilecek bir şekilde yaratmış, onların aklî idraklerine kötü davranışı çirkin, iyi tutumları da güzel göstermiştir. Bu sebeple o, insanın yapısal özelliğine paralel olarak, olumlu davranışlara onları davet etmiştir. Öte yandan insanın bazı davranışlardan nefret etmesi, bazı tutumları da benimsemesi, yaratıcının insana sunduğu özelliklerdendir. Beşerin dünya lezzetlerine meyledici bir karakterde yaratılması sonucu, bu lezzetler ona çekici görünmektedir. Yine acı ve meşakkat yükleyici durumlardan kaçan insan psikolojisi, onun aklı ile tabiatı arasında bir çatışmayı doğurmasına yol açar. Zor gelen şeye, zevk verici sonucu uğruna tahammül gösteren bireyin, aynı amaçla meşakkatin külfetlerine katlanır bir halde olması, hidayet amillerinden birisi olmuştur.
İnsan aklının zorluklara göğüs germeye karşı direneceği gerçeğine binaen, kötülüklerden yasaklanmış ve iyiliklere davet edilmiştir. Hidayet ve dalalete ulaştırıcı sebepler yaratan Allah, akıllarını kullanan kulların, harcayacakları çaba ve insan tabiatının hoşlanmadığı, nefsin nefret ettiği hususlara gösterecekleri tahammül derecesine bağlı olarak, nail olacakları üstün mertebeler hedeflemiştir. Bunun için de hakikate ulaşacak iki yol belirleyen yaratıcı, birincisini ve en üstününü duyular aracılığıyla oluşan müşâhede, ikincisi ise duyuları aşan nakil olarak tespit etmiştir. Bu veriler çerçevesinde iyi model olmaya ulaşmak amacıyla nefis ve hevânın etkisinden kurtulmak, eğitim, nefsi alışageldiği şeyden alıkoymaya özen gösterme ve yapmak istemediği şeye fıtratın da benimseyebileceği güzel bir yöntemle sürekli olarak yönlendirmek suretiyle gerçekleşebilir (Matüridi, 2002:221-224).
Bireysel anlamda tanrı edinilmesinden dolayı kalbin mühürlenme nedeni olan hevâ (Muhammed 47/16; el-Casiye 45/23), aynı zamanda toplumsal bazda ortak özelliklere sahip olup sosyal bir nitelik kazandığı da görülmektedir (el-Mâide 5/77). Buna göre Allah’ı hatırlamaktan uzak tutum ve davranışlarda yüce yaratıcıyı dikkate almayan fertlerin oluşturduğu toplum, hevâya tâbi olmuş ve hidâyetten uzak bir tutum içindedir (el-Kehf 18/18). Hevânın şeytanî olduğu düşünüldüğünde, zülüm ve şehvet ile kişinin kendisine yaptığı aşırılık, hevâ ile yaratıcısına karşı yönelmiştir (Razi, ts. I, 226). Yine hevâ, fert ve toplumların önüne, toplumsal bir baskı unsuru ve dolayısıyla yaşam tarzı olarak da sunulmaktadır. Nitekim hevâya tâbi olmanın, affı mümkün olmayan şirk (el-Furkân 24/43) veya bir zülüm olarak (Ahmed b. Hanbel, VI, 240) nitelendirilmesi de bu anlayış pekiştirmektedir.
İnsan yapısında yaratılıştan var olan hevâ olgusunun, yan faktörlerle birlikte, insanın hidayetten yüz çevirmesine neden olacak bir niteliğe sahip olduğu bilinmektedir. Bu bağlamda hevâyı olumsuz kanallara sevkeden insanın, en önemli eksikliğinin, bilgisizlik olduğu da bilinmektedir (Rûm 30/29.). Bu özelliklere sahip olan bir kimse, hevâsına tâbi olarak, nefis ve şeytanın emirleri doğrultusunda hareket etmesi, bunun doğal bir sonucudur. Yeterli bilgi donanımına sahip olmayan insanın, hidayetten uzaklaşma konusunda zannına uyması da kaçınılmazdır (el-A’râf 7/71; el-Mü’min 40/35-36).
Hevâ bir anlamda yerilen nefsin güdümünde olan ve birlikte kişiyi hidâyetten alıkoyma yolunda güç birliği etmiş iki dâhili engeldir. Nitekim nefis insan aklının boyunduruğu altına girmekte gerçekten önemli dirence sahiptir. Öte yandan nefis ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın, yine de insanı kötülüğe itmekte ve yaşam boyu kişinin alt etmekte emin olamayacağı yegâne varlık olarak görülmektedir (Rıza, ty. I, 272). Nitekim konu bağlamında değerlendirilebileceğimiz Âl-i İmrân suresinin on dördüncü âyeti, hevânın motivasyonlarını, cinsel arzular, dünya tamahını oluşturan mal, mülk, para ve makam gibi hususlar olduğunu göstermektedir. Bu olgular aynı zamanda kişinin Allah’a karşı istiğna göstermesine yol açan etkenlerdir (İzutsu, 1959: II, 134-137, 199-200).
Kibir, gurur ve istiğnânın ifadesi ve hevânın insanî yansıması olan büyüklenme, Kur’an âyetleri bağlamında, inkârcını ana vasfı olarak görülmektedir (el-A’râf 7/75-76; ez-Zümer 39/59-60). Nitekim cehennemde azap çeken insanlar arasında aşırı şımarık olanlar ile anormal şekilde böbürlenenler olduğu anlaşılmaktadır (el-Mü’min 40/71-75). Kibrin arka planında, yaşamın her türlü kayıttan bağımsız olma arzusu (el-Câsiye 45/31; el-A’râf 7/146; el-Alak 96-9-10) ve ilmi yetkinlik düşüncesinin (el-Mü’min 40/83) olduğu anlaşılmaktadır. Kibirlenmek, haktan yüz çevirmede inat gibi bazı olumsuz nitelikleri de beraberinde taşımaktadır.
Sonuç
Kur’an’da model şahsiyetin ana teması olan hidayete sevkedici etkenler yanında, ondan alıkoyucu âmillerin de varlığı söz konusudur. Bunlar arasında sosyal faktörler olduğu gibi, psikolojik unsurların da bulunduğu anlaşılmaktadır. İyi model olmak, başta İlâhî irade (tevfîk) olmak üzere birçok eylemin bir araya gelmesiyle oluştuğu gibi, ondan mahrum kalma da, bir takım faktörlerin içtimaıyla gerçekleşmektedir.
Buna göre bu nitelikler tek başlarına hidayetten uzaklaştırmaz. Nitekim birçok kötü fiil vardır ki, zâtında küfür belirtisi olmakla birlikte, sahibi küfre nispet edilemez.
Kur’an’da akletme (düşünme) ve fıkhetme (anlama) fiilleri kalbe nispet edilmiştir. Mâtüridî de her ikisinin eylemlerinde, üsve-i hasene niteliğine ulaşmaları için kelâmî bir terim olan nazar ve tefekkürü tavsiye etmiştir.
Mâtüridî kalbi; duygu, irade ve bilinci içine alan tefekkür ve teemmül gibi topyekün bir fonksiyona sahip olan akıl şeklinde anlamamıza müsait ifadeler kullanmak suretiyle imanın, dolayısıyla dinin temeline aklı yerleştirmiştir. Buna göre kelâm ilminin ana konularından olan iman ve hidayet kavramlarının, benzer eylemlere sahip akıl ve kalp endeksli oluştuğu görülmektedir. Bu doğrultuda model insanın temel özelliği olmasın gereken dinî ve imanî konuları idrak etme bağlamındaki bu aklı-kalp birlikteliği, aynı zamanda kelâm ilminin de metodu olabileceği, bir tez olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kaynakça
Albayrak, Ahmet (1998). İkbal’de Dinamik İnsan Anlayışı. Divan, 2, 241-254.
Biçer, Ramazan (2004). Matüridi’ye göre Hidayete Engel olan Beşeri Zaaflar ve Tezahürleri. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 8 (1). 41-59.
Biçer, Ramazan-Sezgin, Osman (2017). Teo-Psikolojik Açıdan Matüridi’de İrade Özgürlüğü. Bilig, Sayı, 80, 239-263.
Kılavuz, Saim (1984) İman Küfür Sınırı, İstanbul: Ensar Yayınları.
Mağribî, Ali Abdülfettah (1985). İmâm Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ’a, Ebu Mansûr el-Mâtüridî, Kahire.
Matüridi, Ebu Mansur (2002), Kitabü ’t-Tevhid, trc. Bekir Topaloğlu, İstanbul: İsam Yayınları.
Matüridi, Ebu Mansur (2007). Te ’vilatü Ehli ’s-sünnet. İstanbul: Mizan Yayınları.
Önal, Recep (2013). Mâtürîdî’nin Hayatı, Eserleri Ve Kelam İlmi’ndeki Yeri. Akademik İncelemeler Dergisi, 8 (3), 325-360.
Razi, Fahreddin (t.y)Mefatihü’l-gayb, Kahire.
Rıza, Reşid (ts), el-Menâr, Kahire.
—————————————————-
[1] Prof. Dr. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. [email protected]
Kaynak:
[1] Ramazan BİÇER, “İmam Matüridi’ye Göre Model İnsan Olmanın Önündeki Engeller”, Uluslararası İslam ve Model İnsan Sempozyumu 26-27 Nisan 2018, Cilt-II, ISBN 978-605-4996-62-9 (Tk.) 978-605-4996-64-3, Basım Tarihi EKİM 2018,