Türkiye’de siyaset üstü meselelerle alâkalı tartışmalarda bazen son sözü en başta söylemek icap eder:
“Büyük fethin kılıç hakkı ve Fatih’in vakfiyeli emanetinin yeniden hilâl libâsını giyeceği şu günlerde” Ayasofya, üzerinde dünyevî hesap ve samimiyetsizlik gösterileri yapılacak bir mevzû değildir. Bunun toplumda yeni fay hatları oluşturmanın, yeni gerginlikler yaratmanın dışında kimseye faydası olmayacaktır.
Uzun yıllardır toplumumuzda ne kadar dinî ve millî kavram varsa hepsi kirletilmiştir. Böyle bir dönemde Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasına yeni dinî anlamlar yüklemenin de bir manâsı yoktur.
Bu açılış Fatih’in ve fethin şehitlerinin ruhlarını şâd etmenin ötesinde de bir anlam ifade etmez Ayasofya’yı yeniden camiye çevirirsek Batı dünyasını karşımıza alırız, barışı zedeleriz endişeleri de yersizdir. Yapılan iş Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendi hükümranlık sınırları içerisinde bulunan bir tarihi eserin-camiinin aslına uygun olarak yeniden ibadete açılmasıdır.
Ayrıca bu işi “İstanbul’un yeniden Fethi” gibi abartılı ifadelerle takdim etmenin ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “2. Fatih” gibi sıfatlar yakıştırmanın da bir manası olmayacağı gibi buna karşı hemen harekete geçen “şerbetli Atatürkçülerin” “Hayır 2. Fatih Atatürk’tür.” sözleri de yine mübalağadan öte bir anlam ifade etmez.
Öncelikle tarihi şahsiyetleri kendi dönemleri ve kendi şartları içerisinde değerlendirmek gerekmektedir. Hele de yaşadıkları dönemler arasında 500 yıllık zaman farkı olan iki şahsiyeti mukayese etmenin veya çatıştırmanın da kimseye bir faydasının olmayacağı gibi tarihe de tarih ilmine de saygısızlıktır.
Karaların ve denizlerin Sultanı, Sultan-ı İklim-i Rûm Fatih Sultan Mehemmed Han devletin sınırlarını 2 milyon 700 bin kilometrekareye çıkarmış, çağ açıp çağ kapatmış en az 7 yabancı dil bilen ileri bir matematik ve mühendislik bilgisine sahip ve Devlet-i Aliyye’nin temellerini atan bir siyasi ve askeri dehadır. İstanbul’u Doğu Roma İmparatorluğu’na son vererek fethetmiştir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise 1. Cihan Harbi sonrası topraklarının önemli bir kısmı işgale uğramış Türk milletinin –tek dişi kalmış canavarın acımasız dişlerinin arasından- dünya milletlerine örnek bir büyük Milli Mücadele vererek ancak 776 bin kilometrekarelik bir vatan coğrafyasını kurtarabildiği Milli Mücadelesi’ne öncülük eden kadronun 1. Adamı ve milli kahramanıdır. Ayrıca bu vatan coğrafyası üzerinde ebedi Türk devletinin yeni bir safhasını teşkil eden Türkiye Cumhuriyet’inin temellerini atan bir askeri deha ve tarihi şahsiyettir. İstanbul’u yeniden fethetmemiştir, ahalisinin büyük çoğunluğu Müslüman Türk olan işgal altındaki İstanbul’u işgalden kurtarmıştır. Lozan da ideal olanın değil mümkün olanın yapıldığı bir milletlerarası barış antlaşmasıdır. Kaldı ki Lozan’da İstanbul Boğazı’nın her iki yakasında 20 kilometre derinliğindeki bir alan Cemiyet-i Akvam’ın kontrolüne verilmiş, bu kontrol Boğazlar Komisyonu adı verilen komisyon adına İngiliz ve Fransız askerler tarafından sağlanmıştır. Ta ki 1934’te Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlar’ın gerçek anlamda kontrolü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne geçmiştir.
Mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğanı bu anlamda değerlendirmek henüz çok erkendir.
Ayasofya’yı yeniden ibadete açmayı Hıristiyan dünyasına karşı bir meydan okumaya dönüştürmenin psikolojik tatminden öteye kimseye bir fayda sağlamayacağı açıktır. Uzun yıllar milletimizin hasretle beklediği bu kararı -geç de olsa alan- Yüksek Yargı’ya ve – gerçek niyetleri ne olursa olsun- siyasî iradeye müteşekkiriz.
“Her kim Rızâ-i Bârî ve Fatih’in vakfiyesini yerine getirmenin dışında bir hesap ya da riyâkarlık yaparsa; onlar, Allah(c.c.)’ın ve milletin tokadını mutlaka yiyecektir…
Ayasofya, siyâsete değil, ibâdete açılmalıdır…”
Devam edeceğiz…
Fatih ve Büyük Fethin Nişanesi Olarak Ayasofya’ya Dair
Geçtiğimiz günlerde Mefkûre Mektebi Sohbetleri çerçevesinde değerli tarihçilerimiz Prof. Dr. Altan Çetin ve Dr. Galip Çağ beylerle uzaktan eğitim/zoom programı üzerinden yaptığımız sohbet ve değerlendirmenin özetidir.