Hicrî takvîmle Zilhicce ayının onuncu günü, Müslümâm Âlemi’nin Kurbân Bayramı’dır. Akla gelen ilk tedâîsi, Allâhın adını anarak büyükbaş veyâ küçükbaş hayvan kesmek olan “kurbân”kelimesi, aslında “yakınlaşma, yaklaşma, yakın olmak”demek. Elbette, sözü edilen yakınlığın merkezi de, hedefi de Allâh. Kulun, Allâh’a yakın durma arzûsunun bir vâsıtası olarak tecellî eden kurbân, eskilerin tâbiri ile bir “takdîme”den ibârettir. Takdîm edileni kabûl edip etmeme hakkı ve takdîri, tabiî ki, Yüce Yaratıcı’ya âittir. Kurbân vakti, Kurban Bayramı namâzının bittiği ânda, yâni kuşluk demine girilince başlıyor. Kuşluğun Arapça karşılığı “duhâ”olduğundan, Kurbân Bayramı’na da“Iyd-ı Adhâ”denilmiş.
Türk milleti, İslâm dînine her bakımdan gönülden bağlandığı gibi, kurbân ve bayram husûslarında da, pek hassâs ve dahî pek titiz davranmış, bunu, dînî olmaktan çıkarıp millî hasletleri arasına koymuştur.
Türk mûsıkîsinin en büyük yıldızlarından Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi, İstanbul’un Şehzâdebaşı semtinde, 9 Ocak 1778 Cuma günü, yâni hicrî 1191 senesinde Zilhicce’nin onuncu günü, yâni Kurbân Bayramı’nın birinci günü doğmuştur. O semtte bir hamam işleten Süleyman Ağa, Kurbân Bayramı’nın birinci günü doğan oğluna, Hazret-i İsmâil’in adını vermişti. Sonraki yıl ve asırlarda “Dede Efendi”diye gönül bahçemize kurulacak olan büyük Türk’e İsmâil adı, böyle bir hoş doğum tesâdüfü yüzünden konmuştu.
Ne var ki, bizim tesâdüf dediğimiz bâzı iş ve gelişmeler, arkalarında kul aklının eremeyeceği hikmet ve dahî kerâmetler taşıyor. Dede Efendi’nin Kurbân Bayrâmı ile olan ünsiyyeti, bu kadarla sınırlı değildi. O büyük Türk, ardında muazzam ve muhteşem bir ses, nağme saltanatı bırakarak 29 Kasım 1846 Pazar günü, yâni hicrî 1262 senesinin Zilhicce ayının onuncu günü, yâni Kurbân Bayramı’nın birinci günü, yâni doğduğu gün, Hac farîzasını îfâ için gittiği Mekke’de, Minâ’da teslîm-i rûh eylemiştir. Dede Efendi, doğduğu gün Hazret-i İsmâil’in adını alarak Kurbân Bayramı’nı karşılamıştı; Hakk’dan gelen dâvete icâbet ettiğinde, Hazret-i İsmâil’in, annesi Hazret-i Hacer’le kurup insanlığa hediye ettiği Mekke’de Kurbân Bayramı’nın birinci günü, can emânetini esas sâhibine tesîm eylemişti. Dede Efendi, Hazret-i Hatice’nin ayak ucuna gömülerek, bizim tesâdüf dediğimiz hikmet zincirine son halkayı yerleştirmişti.
Dede Efendi, ardında bize âit bir Kâinât bıraktı. Yahyâ Kemâl, “İsmâil Dede’nin Kâinâtı”isimli nefis şiirinde o Kâinât’ı şöyle anlatıyor:
“Mesnevî şevkıni Eflâke çıkarmış nâyız
Haşr’e dek hem-nefes-î Hazret-i Mevlân’a’yız
Sîne sûrâh-be-sûrâh kanar vecdinden
Teşne-î zevk-i ezel leb-be-leb-î sahbâyız
Şeb-i lâhûtda manzûme-i ecrâm gibi
Lâfz-ı bişnev’le doğan debdebe-î mânâyız
Meyi peymâne-be-peymâne döken sâkîden
Yine peymâne diler neşve-i ser-tâ-pâyız
Şems-i Tebrîz hevâsıyle semâ’ üzre Kemâl
Dâhil-î dâire-î bâl ü per-î Monlâ’yız”[1]
Bir millet, sînesinden Dede Efendi kâbında bir mûsıkî dehâsı çıkarmışsa, o millet, büyük, çok büyük millettir. Nice Kurbân Bayramlarına, sağlık ve âfiyet içinde çıkalım, inşâallâh. Hayırlı bayramlar, efendim..
[1]“Mesnevî coşkunluğunu Feleklere çıkarmış ney’iz. / Kıyâmet gününe kadar Hazret-i Mevlânâ ile nefes alıp vereceğiz (Mevlânâ’nın fikrini, şiirini söyleyeceğiz, onun yolundan gideceğiz). / Göğsümüz, Mevlevî coşkusunu sürâhilerce içmekte, kanmaktadır. / Ezel zevkine susamışız, şarapla dudak dudağa gelmişiz. / Ulûhiyet Gecesi’nde, Allâh’ın yüce varlığının her şeye aksettiği o gecede sıralanan yıldızlar, seyyâreler, galaksiler gibi / Lâfz-ı bişnev’le doğan heybetli mânâyız (Mevlânâ’nın Mesnevî’si, “Bişnev”kelimesiyle başlar. Farsça “Dinle!”demek olan bu kelime, aynı zamânda Mevlevîliğe girişin de anahtarı, sembolü durumundadır. Mesnevî’nin ilk mısrâı: “Bişnev ez ney çün hikâyet mikûned / Dinle neyden ki hikâyet etmede”şeklindedir.) / Şarabı kadeh kadeh döken sâkîden / Yine kadeh isteriz, biz baştan ayağa neş’eyiz. / Tebrîz Güneşi (Şâir’in kasdettiği, Mevlânâ’nın gönül bahçesindeki büyük mürşid Şems-i Tebrîzî’dir.) havasıyla semâ’ üzereyiz (Şems-i Tebrîzî’nin hasreti ile etrâfımızda dönerek semâ’ eylemekteyiz, vecd içindeyiz.). Mevlânâ’nın açılıp kapanan kanadları ile dâireler çiziyoruz, o dâirelere giriyoruz. [Şiirde bahsi geçen şarap, sarhoşluk, gibi tâbirler, hep mecâzî olup, hepsi de rûh coşkunluğunu anlatmaktadır. Buradan meyhâne manzarası çıkarmak, Dede Efendi’ye de, Hazret-i Mevlânâ’ya da bühtân olur.].