SARS-CoV-2, yani yeni koronovirus, son yüzyılın -dünyayı ve insan hayatını her yönüyle etkileyen- en büyük felaketine neden oldu: COVID-19 Pandemisi.
12 Aralık 2019’dan bu yana, 1 Ağustos 2020 tarihi itibariyle Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre, küresel ölçekte 17,396,943 kişi laboratuvar teyidine göre virüs ile infekte olup, hastalandı, 675,060 kişi bu hastalık nedeniyle öldü, 1 günde 289,321 yeni hasta oluştu; küresel ölüm oranı %3.9, bir günde oluşan hasta sayısının toplam hasta sayısına oranı % 1.7 idi. Bu haliyle pandemi, henüz en üst düzeye ulaşmamış olup, etkisini arttırarak devam edecek intibaı vermektedir.
Virüs, sadece sağlık sorunu ve erken insan kayıplarına neden olmadı, hem tedavi hem korunma uğraşıları insan hayatını her boyutuyla etkiledi; son 6 ay içinde gelişmiş ülke ekonomilerinde, bugüne değin görülmemiş ölçekte, % 6-11 oranları nispetinde daralmalar gelişti –henüz küçülmenin nereye kadar devam edeceği belli değil-, gelişmekte olan ülke ekonomileri daha da fazla etkilendi.
Bu büyük felakete karşı her ülke, her devlet kendi ölçeğinde tedbirler aldı, samimi ve yoğun çabalar gösterildi. İki – üç ay içinde ilginç, ders veren olaylar, farklı bilinen bir takım gerçekleri de su yüzüne çıkardı. Gelişmiş ülkelerin sağlık sistemlerinin halk sağlığı ve ciddi salgın hizmetlerinde ne kadar yetersiz olduğu gözlendi. İsviçre, Belçika, Hollanda, Fransa, İspanya, İtalya, ABD, hatta İsveç gibi ülkelerde ölüme terk edilen yaşlılar, sakatlar, hastalar ya da yetersiz sağlık donanımı ve personeli nedeniyle genç hastaya hizmet verebilmek için sağlık hizmeti verilmemesine karar verilen hastalar oldu. İnanılması ve kabullenilmesi güç bir şekilde, bu hâlin etik kuralları belirlenerek yayınlandı. Dünyanın geri kalanı için idealize edilen ve model olarak gösterilen Batı’nın, en yüce hak ve değerler olan “yaşama hakkı” ve “temel insani değerleri” ne ölçüde yaşadığı ve yaşatabildiği görüldü. Bu ülkeler, sıkışık durumda iken, bir diğerinin tıbbi cihaz veya ilaçlarına açıkça el koymaktan çekinmediler. Batı saygınlığı, bütün dünyada, hem insani değerlere gösterilen kaba, umursamaz ve bencil tavır hem de sağlık sistemlerindeki yetersizliklerin ortaya çıkmasıyla büyük yara aldı. Öyle ki, COVID-19 sonrası, Batılı ve Doğulu düşünürlerin, fikir ve bilim insanlarının, sanatkârların önüne yeni kültür, yeni sosyal hayat, yeni ekonomik tercihler ve tabii yeni medeniyet tartışmaları düştü, hatta tartışmalar ciddi arayışlara da dönüştü.
Türkiye, 16 Mart 2020’den itibaren salgının pandemiye dönmesiyle, yurt sathında yoğun bir mücadelenin içine girdi. Sağlık Bakanlığı, ağırlıkla klinisyenlerden oluşan danışman niteliğinde bir “Bilim Kurulu” oluşturdu. Kurul ilk zamanlar, bazen her gün bazen iki günde bir toplanarak Sağlık Bakanlığı’na, pandemiye karşı tanı, tedavi, önlemler açısından, önemli ve yararlı danışmanlık hizmetleri verdi, tanı ve tedavi protokolleri, önlem rehberleri yayınladı. Son on yılda yeni yapılan hastaneler, yeni ve güçlü hastane donanımları, artmış hekim ve hekim dışı sağlık personeli sayısı, bunların aldığı kaliteli eğitim, nihayet hizmet verenlerin yüksek memleket ve insan sevgisi pandeminin erken yayılma ve yoğun hasta hizmeti döneminde çok etkili oldu. Türkiye’de bu dönem, önlenemez ağır sorunlar yaşanmadan yönetilebildi. Bu dönemde Sayın Sağlık Bakanı, ekibi ve Bilim Kurulu çok takdir topladı. Bir anket yapılsaydı ve sağlık bakanını toplumsal katmanlar içinde beğenenlerin oranı aransaydı, beğeni oranı hiç kuşkusuz firesiz tam çıkardı. Tabii Cumhurbaşkanlığı ve Hükümet de gereken her desteği, hiçbir kaygı ve sınırlamaya gitmeden fazlasıyla verdi. O sıkıntılı dönemde bile 3 yeni hastane kuruldu. Yurt dışında tek bir hasta vatandaş bırakılmadı, Türkiye’ye taşındı. Türkiye, topraklarındaki her kişiye, vatandaşı olsun olmasın, sağlık güvencesi olsun olmasın hizmet verdi. Tanı konulan her hastaya hemen tedavi başlandı, hastaların büyük çoğunluğu hastane içine alındı. Türkiye’ye ilgili her türlü ilaç getirtildi ve depolandı. İyi yetişmiş sağlık personeli, iyi yoğun bakım imkânları, esirgenmeyen her türlü hizmetin verilebilmesiyle tedavide dünyanın dikkatini çeken bir başarı sağlandı. Yaşlılar, bakım evleri, huzur evleri titizlikle korundu, hastalar yerinde ya da hastanelerde tedavi edildiler, 80 milyonluk ülkede bir kişi bile kaderine terk edilmedi. Sonuçta vakada ölüm oranı %14 olan Batı’ya karşın, %2.6’lık ölüm oranı ile Haziran ayına gelindi; kısa denilebilecek bir sürede yeni vaka sayısı üç haneli rakamlara kadar indirildi. Bu süreç, pandemiye karşı verilen mücadele ve başarı hiç kuşkusuz Türkiye’nin gururuydu. Temmuz sonu Ağustos 2020 başlarında da Türkiye’de vaka sayısının iki haneli, ölüm sayısının da tek haneli rakamlara düşmesi bekleniyordu.
Ama olmadı!
Haziran 2020 öncesi pandeminin sahada yönetimi vakayı hastaneye alma ve hemen tedavi başlama, filiasyon, yani vakanın etrafından vaka bulma ve izole etme esasına dayanıyordu. Çok etkili hizmet verilen bu dönemde, Tahminler Ağustos ayında bu sayının iki haneli rakama inmesiydi.
1 Ağustos 2020, yeni vaka sayısı 996, neredeyse son 2 aydır bu sayıda belirgin değişiklik yok, azalmanın aksine yeni vaka sayılarında artma eğilimi var, hatta yoğun bakım ve ventile hasta oranında hafif bir artış bile gözleniyor. Dahası hastanelerin COVID-19 için ayırdıkları yatakların neredeyse bütün büyük şehirlerde tamamen dolu olduğu konuşuluyor. Önümüzdeki haftalarda da vaka sayısında artış bekleniyor. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kaygılar yoğunlaşıyor, sağlık otoritesine de o ölçüde güven kaybı gelişiyor.
Mücadelede başarının devam ettiği kanaâti artık yaygın olarak paylaşılmıyor.
Türkiye’de, pandeminin ilk aylarındaki mücadele sayesinde oldukça başarılı geçirilen bir ilk dönemden sonra, şimdi neden devam eden bir başarıdan söz edemiyoruz?
….
Bütün dünya ülkeleri pandemiden ekonomik ve sosyal yönden çok ciddi boyutta etkilendi. Endüstri üretimi, iç ve dış ticaret, çalışma hayatı, eğitim, adalet, diğer sağlık hizmetleri, sosyal ve ekonomik hayata yönelik akla gelen ne varsa ciddi hasar gördü. Hükümetler rezerv/yedek imkânlarını tamamen kullanmak zorunda kaldılar. Eğitim, özellikle 6-17 yaş arası eğitim büyük ölçüde hırpalandı. Ülkeler ve halkları artık hayata geri dönüşü istiyor, pandemi tehditini sürdürse, hatta etkilenim daha da artsa bile. Yani, şöyle bir doktrin geliştirildi: “Koronavirüs infeksiyon ajanının nasıl bulaştığı, nerelerde yayıldığı ve hastalığın sonuçları artık her insan için yeterince biliniyor, kimse bu konuda eksik bilgim var diyemez. Öyleyse bundan sonrası normal hayat içinde kişisel korunmaya bağlı. Korunmazsanız, umursamazsanız hasta olursunuz, belki de ölürsünüz, ama hayat devam etmek zorunda.” Aslında bu doktrini gelişmiş ve gelişme yolunda olan ülkelerin neredeyse tamamı özlemle bekliyordu ve Türkiye dahil zımnen benimsiyordu. Hayatı, mevcut kapitalist sistemin içinde yürütecekseniz, doğru olan buydu zaten! Yeni arayışlar ve çözüm önerileri ancak farklı sistem tercihleri durumunda anlam kazanır.
Sonuçta, ülkeler, pandeminin ilk ataktaki pik düzeyini atlatıp, vaka sayılarını kontrol ettikçe, artan ekonomik ve toplumsal ihtiyaçların da yoğun baskısıyla sıkı tedbirlerden, sokağa çıkma, seyahat, şehirlere giriş – çıkış yasaklarından vazgeçmeye başladılar. Kurumlar, okullar, işletmeler, fabrikalar açılmaya, sosyal hayat yeniden eskisi gibi yaşanmaya başlandı. Türkiye de bu normalleşme sürecine “yeni normaller” tanımlamasıyla girmeye karar verdi, sıkı tedbirler –maâlesef- hızla açıldı.
Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu bu geçiş döneminde de ciddi bir çaba içine girdi.
….
Mevcut Bilim Kurulu, ağırlıklı olarak klinisyen nitelikli erişkin ve çocuk infeksiyon hastalıkları, göğüs hastalıkları, yoğun bakım uzmanlarından oluşuyordu. Kurul’da başhekimler de yer alıyordu. Kurul üyeleri içinde camianın iyi tanıdığı, oldukça yüksek bilimsel bilgi ve deneyime sahip, önemli idari görevler yapmış, çok değerli, güvenilir bilim insanları vardı. Kurul, zaman içinde akademisyen niteliğinde halk sağlığı uzmanlarının alt grup olarak katılımıyla genişletildi. Tedavi ve filiasyondaki başarıda, yani pandemiyle mücadelenin ilk dönemindeki başarıda Kurul danışmanlığının önemli, ciddi ve örnek rolü oldu. Kurul içinde sesi, soluğu çıkmadan yüksek bilimsel bilgi, deneyim, memleket ve insan aşkıyla ve yürekten sorumluluğu ile işi yürütecekler hizmeti oluşturup, yürüttüler, dünyaya örnek işler yaptılar; son derece muhtevalı, dikkat çeken, etkili algoritmalar geliştirdiler, rehberler hazırladılar, eğitim programları yaptılar; okullar için, bakımevleri için, alış-veriş merkezleri için, rehabilitasyon merkezleri için, spor müsabakaları için, düğünler için, hava/deniz/kara yolu taşımacılığı için, hatta at yarışları için… Hayatta yaşanan kurumsal ne varsa onun için… Kısacası Bilim Kurulu tanı ve tedavi rehberlerinin yanı sıra hemen her toplumsal grup için korunma önerileri geliştirdi, yazdı, yayınladı. İnanılmaz bir mesai verildi, tamamen karşılıksız, sadece memleket sevdası ile…
Peki ne oldu da bunca ciddi ve örnek çabaya ve çabanın mükemmel ürünlerine rağmen Haziran 2020’den sonra, yani “yeni normaller döneminde” –Sağlık Bakanlığı’nın da kabul ettiği ve konu ettiği üzere- hedeflere ulaşılamıyor, başarı sürdürülemiyor?
….
“Yeni normaller” döneminin temel özelliği şuydu: Sosyal ve ekonomik hayat normale dönecek ama insanlar virüsün bulaşma riskine karşı çok duyarlı davranacaklar, ilan edilen kurallara uyacaklar, maske takacaklar, sosyal mesafeyi koruyacaklar, el-ağız-burun-göz hijyenine dikkat edecekler, kapalı alanlarda kalabalıklar oluşturmayacaklar, zorunlu olmadıkça dışarıya çıkmayacaklar, şüpheli ya da temaslı olanlar evlerinde kendilerini 14 gün karantinaya alacaklar, yurt dışından gelenler makul süre evden çıkmayacaklar, zorunlu olmadıkça şehirler arası seyahat yapılmayacak, öpüşme, sarılma, kucaklaşma, yakın temastan bir süre daha uzak kalınacak.
Toplumumuzun önemli bir kısmı bu kurallara büyük ölçüde riayet etti.
Ancak, toplumun içinde önemsenmesi gereken bir oran da korunma önerilerini önemsemedi, ciddiye almadı, büyük ölçüde uymadı. Kontrolsüz taziye evleri kuruldu, düğünler yapıldı, ev yemekleri, iftarlar, toplantılar düzenlendi, halaylar çekildi, tatillere gidildi… Yeterli yoğunlukta maske takılmadı, mesafeye dikkat edilmedi, ev karantinasına hemen hiç uyulmadı. İnfekte vakalar dışarlarda gezdi, vaka olduğunu sakladı. Hepimizin çevresinde o kadar çok örnek var ki? Ya öğrenciler, üniversite öğrencileri? Bu kadar dağınık, vurdum-duymaz, sorumsuz, bilinçsiz… Nasıl olsa hastalık gençlerde ağır seyretmiyor diye neredeyse hiçbir önleme hassasiyet göstermediler. Bölücü örgütlerin, ve küçük burjuvazinin siyasal iktidarı zor duruma düşürmek, başarısız göstermek için önlemlere muhalif propagandası ve son olarak küçük burjuvazi ve ona özenenlerin tatil merâkı… COVID-19’un hedeflenen ölçüde kontrol edilememesinde Türkiye’ye özgü nedenler işte bunlardır.
Peki, yukarıdaki yaşananlar Türkiye için sürpriz mi?
Hayır!
Maske takar mısınız deyince insan döven, biraz mesafeli duralım deyince saldıran sergerdeler; bu sorumsuzluk, bu kuralsızlık, bu asosyallik, bu bencillik ve bu ahlâksızlık aslında beklenen olmalıydı. Yani, idari ve siyasal otorite bu seyri, içimizdeki bazı grupların yaşatacağı sorunları, olacakları kestirmeliydi. Sadece kendine yönelik yaşayan insan figürü, dini ve diğer değerleri kaybetmiş, yozlaşmış çıkar grupları ve tabii “değer nedir?” diye sorulduğunda çirkin sırıtışıyla “para” ya da “seks” gibi cevaplar verecek gençler… Biz, maalesef, böylesi bir grubu küçümsenemeyecek oranda içimizde taşıyorduk.
Bu halimizi bilmiyor muyduk?
Biliyorduk; herkes için tecrübeyle sabit!
İşte tam bu noktada yukarıda tanımlanan sorunlu insanlara, sorunlu gruplara tesir edebilmenin, onları salgın yönetiminde tutabilmenin, onları kontrol edebilmenin yolları özel bir çabayla aranabilirdi. Örneğin mevcut Bilim Kurulu yola devam ederken -ki gelecek aylar bu kurulun görev ve sorumluluklarının yoğunlaşacağını gösteriyor-, hitap edilecek kesimlerdeki sorunlular esas alınıp, onları anlayacak ve etkileyecek biçimde etkin bir yeni kurul daha mücadeleye eklenebilirdi: “Toplumsal İletişim-Etkileşim Kurulu” gibi, yeni bir kurul hem salgın yönetiminde hem de halkın yönlendirilmesinde ön planda aktif bir şekilde yer alabilirdi. İletişim araçlarında, sosyal medyada bu kurul üyeleri görünebilirdi. Yeni Kurul’a sahada salgın yönetimi yapabilecek halk sağlığı uzmanları, sosyal psikiyatri ile ilgili psikiyatri uzmanları, psikologlar, sosyal psikologlar, sosyologlar, iletişimciler, iktisatçılar, felsefeciler, ilâhiyat bilginleri, kanaât önderleri, toplumda dini, sanatsal, kültürel ağırlığı yüksek, tanınmış, sevgi ve saygı gören kimlikler, kişiler alınabilirdi. Bu kişilerin özel çabasıyla toplumun sorunlu gruplarına tesir edilerek, halk içinde, pandemi yönetimi daha etkili hale getirilebilirdi.
….
Okulların açılacağı tarih yakınlaşıyor. Okulların açılması çocuklarımızın zihnî, bedensel ve psikolojik gelişmeleri için çok önemlidir ve artık gereklidir. Önlem, tanı, tedavi, tanıtım, uyarı, önemli; tamam, ama işte tam da bu döneme doğru toplumsal aktivitelerde de çok dikkat gerekir. Bu noktada pandeminin henüz yeterince kontrol edilememesinin bazı siyasal nedenleri de yok mu ?
Tabii var!
Aşağıda yazdıklarım bir eleştiri, kusur bulma, siyasi argüman değil, birer durum tespitidir. Daha iyiyi ve daha doğruyu aramaya ve bulmaya yönelik tespitler:
Ayasofya, aslına döndürülerek, milletin tarihi bir sıkıntısı, bir şuur problemi çözüldü. Kararı veren ve emeği geçenleri, bizler gibi gelecek nesiller de şükranla, minnetle anacaktır. Ama açılışa 350,000 kişinin gelmesine imkân tanıyan ortam önlenmeliydi.
Bayram namazı, Hanefilere göre vâcib, diğer mezheplere göre sünnettir. Öyleyse bu çok zorlu dönemde Bayram namazı kıldırılmamalıydı.
Kurban kesimi sivil toplum ve devlet kurumlarınca yapılmalı, serbest kesime izin verilmemeliydi,
Tatil yerlerine/otellere, tatil merkezlerine akın değişik şekillerde, zorlaştırılmalı, en azından özendirici durumlardan kaçınılmalıydı.
Tüm kurum ve kuruluşlarda izinler kıdem sırasına göre ve sırayla olmalıydı. Bir birim içinde her ay personelin en fazla 5’de biri izine gidebilmeliydi. Kıdemsiz personelin izinleri kış aylarına sarkıtılabilirdi.
Taziye evleri, düğünler ve nişanlar en önemli bulaşma ortamlarıdır. Bu ortamlar uygun şekilde yönetilebilmeliydi.
Hâlâ geç değil!
Çünkü önümüzdeki günlerde vaka sayısı artacaktır.
Öldürücülüğün azalması ise ya aşıyla sağlanabilecektir ya da ilerleyen zamanda virüsün mutasyonlarıyla kendiliğinden…
Dolayısıyla beklemek ciddi insani ve toplumsal kayıp olacaktır.
Sorun sadece Türkiye’ye de ait değildir.
Ama Türkiye farklıdır; Dünya’ya yeni bir medeniyet teklif edebilecek topraklar işte tam da bu topraklardır!
Bu şuurla ve bu Ülkü ile çalışmalı, çabalamalıyız.
Bir husus daha var:
Önümüzdeki günlerde COVİD-19 sorununun büyüyeceği kaygısı gittikçe daha yaygın kabul görüyor. Merkezle periferdeki pratik rakamlar arasında farklıklardan bahsediliyor. Bu durum da bilgi kirliliğine yol açıyor; sorunun boyutunun daraltıldığına dair kaygılar mesleki ve bilimsel camiada, basında, sosyal medyada yaygınlaşıyor. Dolayısıyla sağlık otoritesine karşı bir güven kaybı da yayılıyor. Artık anketten tam puan almak mümkün değil.
Meslek ve bilim insanlarının Türkiye verilerine açık biçimde ulaşamadığı, yapılacak araştırmalara karşı da izin gibi yavaşlatıcı engeller olduğu söyleniyor, Merkez’in de verileri yeterince yayına çeviremediği gözleniyor.
Bilimsel bilginin nitelikleri sınanabilir olması, eleştirilebilir olması, yanlışlanabilir olmasıdır. Dolayısıyla, ideolojik ve önyargılı değil samimi eleştiri, bilimle uğraşanlar ya da yolunu bilimle aydınlatanlar için önemli bir belirteçtir: Daha doğruyu bulma belirteci!
Sağlık Otoritesi, samimi eleştirileri dinlemeli –ideolojik ve at gözlüğü içinden gelen eleştirilerin yönü zaten belli-, kaygıları ciddiye almalı, güven kaybını önemsemeli ve telafi yoluna gitmelidir.
Buna ihtiyacımız var!