KIRK YIL
Çoğumuz benim gibiydi. Benim gibi, okuma yazma bilmeyen bir annenin ve babanın çocuğu. Torosların, Erciyes’in veya Ağrı’nın ot bitmeyen tepelerine yakın bir köyün, ya da bir ağaç gölgesine hasret bozkırın çocuklarıydık. Bu kadim coğrafyanın, bu öksüz yurdun öksüz çocuklarıydık.
Çoğumuz samanlıktan bozma binalarda, yılda iki üç öğretmen değiştirerek beş sınıfı bir arada okudu. Gaz bulabildiğimizde gaz lambası altında ders çalıştık. Çoğumuzun köyü elektrikle biz yirmili yaşlarda iken tanıştı… Kıraç topraklarda kara sabanla çift sürdük… Çoğumuz bir motorlu taşıta on yaşından sonra bindi…
Ortaokula başladığımda kasaba da olsa şehirle ilk defa tanışıyordum. O güne kadar gördüğüm en kalabalık canlı topluluğu keçi ve koyun sürüsüydü. Yolum bir baba dostunun evine düşmüş orada kalıyordum. Evin gençlerden biri Eğitim Enstitüsünde okuyor ve zaman zaman kasabaya geliyordu. Vakur ve dik duruşlu, hoşuma giden söylemleri vardı. O’nu tarif ederken ‘’Komando, Türkeşçi ve Kurtçu’’ gibi ifadeler kullanıyorlardı. Bir derneğe gittiğini biliyordum. Bir gün ben de gelmek istediğimi söyledim, birlikte gittik. Bir ara sokakta, yığma bir evin ikinci katı, iki küçük odası olan bir yerdi. İlk girişte gözlerimle çektiğim siyah-beyaz fotoğraf hala hafızamın en derin yerinde saklıdır. İki tahta masa, 5-10 tahta sandalye, bir çay ocağı… Duvarlarda birkaç poster ve küçük bir kitaplık… Atatürk, Fatih, Ergenekon’dan Çıkış, Kürşat ve Bozkurt posterlerini hatırlıyorum.
Bu Abi Millet veya Ortadoğu Gazetesi okurdu. O okuduktan sonra ben de alıp okurdum, okurdum ama öylesine okurdum. Bir gün bana köşe yazılarını okumamı söyledi. Sonra da bir kitap verdi, Sepetçioğlu’nun ‘’Kilit’’ romanı. Kısa sürede okudum. Arkasından ‘’Kapı’’ ve ‘’Anahtar’’ geldi… Okumayı iyice sevmeye başlamıştım. Kasabaya basımından yaklaşık iki gün sonra gelen gazeteyi alıyor ve eve gitmeden, bir sokak kaldırımına oturup okuyordum ve okudukça hayallerim oluşuyordu.
1975 yılında, Şairin dediği gibi, ‘’Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğu’’ olarak yatılı öğretmen okulunun yolunu tutmuştum. Ve ailem için, köyüm için, memleketim için hayallerim başlıyordu. Ülkem için ekilmiş umut tohumları yeşeriyordu. Kısacası kavgam başlıyordu…
1977 yılına geldiğimizde benim hayallerim ve umutlarım Milletin de umutları ve hayallerine dönüşmeye başlıyordu. 1977 seçimleri müthiş bir çalışma ve mücadele ile geçiyor, kapı-kapı dolaşıyorduk. Millet artık ırmaklara katılan sular gibi bize katılıyordu. Denizlere ulaşmamız yakındı, buna inanıyorduk. Rahmetli Sazak Tekel Bakanıydı. Maltepe sigara paketlerinin üzerinde zik-zak şeklinde kırmızı, mor ve sarı renkli üç şerit vardı. Bundan bile bir tekerleme üretilmişti. ‘’Alım, morum, sarım, 85’te iktidarım’’. 1977 seçimlerinde belki az milletvekili çıkarmıştık ama güçlü bir irade ile Meclise girmiştik. 81 seçimlerinde 80-100 milletvekili ve 85’te iktidar olacağımıza inanıyorduk.
Bu duygularla, 1979’da hala ‘’Deniz görmemiş bir çoban çocuğu’’ olarak Ankara yıllarımız başladı. O yıllarda öldürülüyorduk, belki de bunun karşılığında öldürüyorduk. Ama varlığımız da, ölümümüz de ülkemiz içindi. Bu sebeple ölümü dert saymıyorduk. Kendimizle ilgili hiçbir hesabımız, hiçbir planımız yoktu. Henüz ‘’Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta’’ bile değildik ama bıraksalar değil Türkiye’yi dünyayı bile idare ederdik.
Sonra her şey bir gecede bitti… Ülkemiz için yazdığımız reçeteler ve çizdiğimiz projeler yırtıldı. Umutlarımız yıkıldı, hayallerimiz yakıldı. Üstümüzden paletler geçti. Postalların altında ezildik… Ozan Arif’in mısralarındaki gibi,
“Üç gardaştık bir zamanlar üç gardaş,
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün.
Aklımıza gelir miydi hiç gardaş?
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün.
…..
Kader hala bize böyle bağ olsun,
Düşmanların yürekleri yağ olsun,
Ne yapalım vatan millet sağ olsun
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün.
….”
Sadece biz miydik? Rakiplerimiz, düşmanlarımız da dağıtılmıştı. Hepimiz birden bu ülkenin sahibi olmadığımızı görmüştük. Melike Demirağ’ın dizelerindeki ‘’kendi göğünde uçmak isteyen turnalar’’ gibi dağılmıştık.
“Yayılmışız dünyanın dört bir yanına
Kimisi ta kopenhag’ta kimiyse paris
Bedenimiz orda burda dolanır ama
Çok hem de çok uzak yerde kalbimiz
Bedenimiz orda burda dolanır ama
Çok çok çok uzak yerde kalbimiz
Uzakta kalbimiz çok uzakta kalbimiz
Bir allı turna olsam
Karlı dağları aşsam
Varsam bizim ellere
Kendi göğümde uçsam
…”
Sanırdık ki, emirleri Moskova’dan alırlar… Ve bu sebeple bir sloganımız vardı, “Komünistler Moskova’ya”. Ama kimse Moskova’ya gitmedi. Şarkı sözünde de olduğu gibi, Kophenhag, Paris, Sidney vs.
Varlığımız, istikbalimiz, yüreğimiz, emeğimiz, mesaimiz… Her şeyimiz vatan ve memleket içindi. Üzüldük, kırıldık, küstük, sitem ettik, mücadele ettik… Ama hiçbir şeyi değiştiremedik. Ancak büyük şair Atsız ile teselli bulduk,
“…
Gönülleri birleşenler ölse de bir gün
Gök kubbede kalacaktır seslerinden ün.
Gönülleri birleşenler! Selam sizlere!
Uzaklarda dertleşenler! Selam sizlere!
Selam sana hücrelerde benzi solan genç!
Selam sana ey yılları heba olan genç!
İstikbalim gitti diye yaslanma sakın!
İstikbalin değil ruhun Tanrı’ya yakın!
O yalancı istikbale bir perde indir!
‘Gerçek yarın’ unutma ki bir gün senindir!
…”
Hani solcuların bir sloganı vardı : ‘’Kahrolsun emperyalistler, oportünistler’’. Ne emperyalistler kahroldu, ne de oportünistler, sadece biz kaybettik… Bugün bu duygulara sahip bizlerin çocukları bile ‘’oportünist’’ değil mi dostlar?
40 yıl, dile kolay, bir ömür… Kırk önemlidir bizim kültürümüzde. Doğum kutlaması 40 günde, ölüm yası 40 günde biter. En uzunu da 40 yıldır. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.”.
28 Şubat’ın generallerinden biri, “28 Şubat bin yıl sürecek” demişti ya… 28 Şubat bin yıl değil, on yıl bile sürmedi.
Ama, 12 Eylül 40 yıldır yaşıyor ve 40 yıldır dimdik ayakta…