Keçe, Türk yaşayışının olmazsa olmaz temel ihtiyaç maddelerinden biri idi. Kırpılmış koyun yününe yapağı, yapağının dövülerek kumaş hâline getirilmiş hâline de keçe deniyor. Keçenin muhtelif kalınlıkta olanları, değişik maksatlarla kullanılıyordu. İyi dövülen ve usûlüne uygun şekilde yapılan usta elinden çıkmış keçeler, su geçirmezdi. Bu yüzden, Türk çadırlarında kumaş olarak keçe kullanılırdı. Keçe, aynı zamânda birinci sınıf bir sıcaklık âyârlayıcısıdır. Keçe çadırlar, kışın soğuğu, yazın da sıcağı içeriye almazlar. Çobanların değişmez kıyâfeti olan kepenek de, keçeden yapılır ve bu yüzden çobanlar hâlâ kepenek altında dolaşırlar. Keçecilik, Türk mesleklerinin en eski ve köklü olanları arasında yer alır. Bu mesleği, âilecek, hattâ sülâlecek benimseyen Türk nesilleri vardır. Son devir Osmanlı edebî ve siyâsî hayâtına damga vuran Şâir İzzet Molla ile oğlu Vezîr Mehmed Fuad Paşa, hem halk söyleyişinde, hem de resmî kayıtlarda “Keçecizâde” künyesi ile anılmış ve yazılmışlardır. 1826 yılında, Sultan İkinci Mahmûd Hân, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdığında, Keçecizâde İzzet Molla, şu mısrâ’larla târîh düşürmüştü:
“Tecemmü eyledi Meydân-ı Lahm’e
Edib küfrân-ı ni’met bunca bâgî
Durup kaldırmada ikide birde
Kazan devrildi söndürdü Ocâğı”[1]
İzzet Molla’nın kıvrak zekâlı oğlu Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa, Sultan Abdülazîz Hân’ın Avrupa seyâhatine katılmış ve Pâdişâh’ın yanından ayrılmamıştı. Seyâhatin Fransa ayağında, Fransız İmparatoru Üçüncü Napolyon, Türk Hükümdârı’nın o günkü buluşmaya geç gelmesine öfkelenir ve Mehmed Fuad Paşa’nın yanında, Sultan Abdülazîz Hân için yakışıksız sözler sarf eder. Üçüncü Napolyon, Fuad Paşa’nın çok iyi derecede Fransızca bildiğini hatırlayınca, dediklerinden pişmânlık duyar ve Paşa’ya, duyduklarını Pâdişâh’a iletmemesi için ricâda bulunur. Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa, Fransız İmparatoru’na dönerek:
“Haşmetmeâb İmparator Hazretleri rahat olsunlar. Burada duyduklarım burada kalacaktır. Hem, bendeniz Pâdişâh’ımız Efendimiz Hazretleri’nin sizin için dediklerini size söylemedim ki, sizinkileri ona yetiştireyim.”
demişti.
Kayı Boyu, uzun ve meşakkatli bir hicret yolculuğu sonunda Söğüt ve Domaniç yöresine geldiğinde, keçe çadırlarda yaşıyordu. Söğüt, bundan önceki Kayı konak yerlerinden farklı olduğundan, burası geçici değil, kalıcı vatan toprağı bilindiğinden, çadırların yanına taş ve toprak malzeme kullanılarak basit evler yapılmaya başlandı. Bu yeni meskenlerin olmazsa olmaz inşaat kalemi, kerpiç idi. Kerpiç, toprak saman ve su karıştırılarak yapılıyordu. Keçeden kerpice giden Türk hayâtında; koyundan buğdaya, yünden toprağa, samandan suya konan Türklük hünerleri vardır. O hünerlerin bir araya gelmesi, Kayı Boyu’na vatan şuûru verdi. Söğüt’ün erenleri, keçe yapmayı unutmadan kerpiç döktüler. O kerpiçler, kısanın kısası bir vakit içinde Söğüt Çayı’nı Tuna’ya, Bursa’yı Budin’e bağladı. Keçe ve kerpiç, Türk’ün vatan tutma mâcerâsının iki sancak tutanı, bayrak çekenidir. Görene, bilene, o şuûra erene, ne mutlu!..
[1] “Kendilerine verilen nîmetleri, yapılan iyilikleri inkâr eden nice âsî, Et Meydânı’nda toplandı. Her vakit yaptıkları gibi, kazanlarını kaldırdılar. Fakat, bu sefer o kazan âsîlerin başına devrildi ve Yeniçeri Ocağı söndü, yıkıldı.”