Tarihsel süreçte insanı anlamaya dönük tanımlamaların, umumiyetle onun iki temel boyutu üzerinde yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, Kur’an’da “nefha-i ilahî” olarak ifade edilen, insanın öz veya mahiyetiyle ilgili ontolojik; diğeri ise, topyekûn fiillerin yer aldığı aksiyolojik boyutur. Bir başka ifadeyle bunlardan birisi insanın zatı, diğeri ise sıfatları veya buna temel teşkil eden nitelikleri olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanoğlunun her iki boyutunu dikkate aldığımız zaman insanın, ilahi bir cevher olan zat veya asıl hüviyetini muhafaza etmek için niteliklerini kullanarak, muhtelif fiiller üretmesi gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Bir başka ifadeyle ontolojinin, varlık ve devamlılığı için aksiyolojiye ihtiyaç duyulmaktadır.
Konumuzun akışı gereği meselenin ikinci boyutunu öne çekerek devam edecek olursak burada insanı; etik, estetik, epistemoloji veya kültür gibi pek çok iş, güç veya uğraş üzerinde görürüz. Zira bütün bu eylemler onun aksiyolojik niteliklerinin birer tezahürü olarak kendini dışa vurmaktadır. Bu fiillere temel teşkil eden, insanın özellik veya nitelikleri ya da Kur’an’ın ifadesiyle her insanın şâkilesi birbirinden farklı özelliklere sahiptir. Yani, insanın özünü oluşturan nefha-i ilahî gibi, bu özden sadır olan fiillerin ontolojik kökenleri de birbirinden faklılık göstermektedir. Bu nedenle insan, her iki boyutuyla da özgün bir varlık olarak dünyaya gelmektedir. Tabiatıyla, bu özgünlüğün muhafazası, ilahi ontolojik bir temele dayanmaktadır. Haliyle bunu ilahi varlığın bir muradı olarak mütalaa etmemiz de yanlış olmayacaktır. Öyleyse insanın en temel özelliklerinden birisi, belki de en önemlisi özgün bir varlık olarak dünyaya gelişidir.
Ancak bütün bunlar fiili birer gerçeklik olmaktan ziyade bir imkân veya kuvve haline işaret etmekte olup, âlemdeki her bir varlık gibi insan da, özüne uygun olarak fiilleşmek ister. Bu, varoluşsal bir istek veya zorunluluktur. Bunun neticesinde ise insanın özgün aksiyolojik karakteri fiilen ortaya çıkacaktır. Bu olmadığı takdirde insan, salt organik bir bünye olmanın ötesine geçemez. Halbuki insan, yapıp ettikleri veya ürettikleriyle insandır. Bu nedenle insanoğlunun asıl kıymeti/değeri, görüntüsünün ötesinde, sahip olduğu içsel hakikatlerin pratik tezahürleriyle kendini dışa vuracaktır. Bunu metaforik bir yaklaşımla daha belirgin hale getirecek olursak, yukarıdaki tanımlamaya uygunluk içerisinde, biri ontolojik bir diğeri ise aksiyolojik olmak üzere insanın iki türlü doğum veya ölümünden söz edilebilir. Meselenin birinci boyutuyla her insan, tabi olarak doğar, büyür ve ölür. Burada insan iradesinin herhangi bir tesirinden söz edilemez. Zira insanoğlunun tabii olarak doğum veya ölümü, son tahlilde takdiri ilahinin tasarrufundadır.
Meselenin aksiyolojik boyutuna gelince burada durum değişmektedir. Zira, kendine özgü nitelik veya şakilesiyle dünyaya gelen her insan, Farabî’nin “Her insan bilkuvve alimdir….tabiptir.” dediği gibi, belirli özellik veya nitelik taşımaktadır. İşte kuvve halindeki bütün bu nitelikleri fiili hakikatlere dönüştürebilen her insan, aksiyolojik olarak var olan insan anlamına gelmektedir. İçindeki özü, fiili bir gerçekliğe dönüştüremediği için yetkinleşememiş insanlar ise, kuvveden fiile çıkamamakta ve dünya âleminde, geldiği gibi öylece kupkuru kalmaktadır. Tabiatıyla yaşanan hayata buradan değersel herhangi bir ifade yansımamaktadır. Bugün İslâm dünyasındaki insan manzaralarına bu gözle baktığımız zaman büyük bir kısmının aksiyolojik olarak ölü doğduklarını söyleyebiliriz ki Müslümanların geri kalmışlığın temel nedenlerinden bir tanesi de budur. Burada Müslümanların geleneksel tartışma konularından birisi olan irade kavramına da bir yollama yapacak olursak; insanın ontojik boyutu küllî, aksiyolojik boyutu ise cüz’î iradenin tasarrufuna bağlı bir görüntü vermektedir.
Ancak bütün bunlar, insanın içinde yaşadığı dış gerçekliğin mahiyetine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanın iç hakikatleriyle dış gerçeklikleri karşı karşıya kalır da bir uyuşmazlık, dahası bir çatışma hali ortaya çıkarsa güçlü olan, diğerini mağlup ederek yoluna devam eder ve kendi hükmünü uygulamaya koyar. Burada özellikle, insanı biçimlendiren dil, kültür, tarih veya gelenek gibi üretilmiş alanın doğası, insanî gerçekliğin, olduğu gibi kuvveden fiile çıkmasında hayati bir rol oynamaktadır. Buna göre bu özellikler bakımından insanın dış dünyası, onun ruhsal ve zihinsel gelişimine uygun bir mahiyet arz ederse, bütün özgünlüğü içerisinde insanî kapasite de kendini dışa vurur. Haliyle burada ortaya çıkacak olan veriler de, insanın özgün karakterinin izlerini taşıyacaktır. Böylece insan, gelişim sürecine yepyeni veriler ekleyip, tarihe özgün notlar düşer.
Dış gerçekliğin, insanın iç dünyasını belirlediği bir durumda ise, ortaya çıkan veriler, var olanın tekrarından öteye geçemeyecektir. Zira burada tarihe yeni bir ifadenin yansıması şöyle dursun, dünün koşullarında oluşmuş dil, doku ve anlam bugünü de idare eder hale gelecektir. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki; özellikle belirli anlayışlar üzerinden gidecek olursak, dünün koşullarına yenik düşen bu tür zihin veya zihniyetlerin, kendisi olduğu yerde durduğu için, daha gelişmiş olan diğerleri karşısında söyleyecek hiçbir şeyi olmayacaktır. Zihinsel geriliklerinden dolayı yaşamın diğer alanlarında da geriye düşen bu tür kültür veya zihniyetlerin, içinde bulundukları dram bunun neticesidir. Bu tür ıstırapları, geçmişin hülyaları ya da buna benzer hissi retorikler bir yere kadar dindirebilir; ancak bunun da, sorunların kökten çözümüne herhangi bir katkısı olmayacaktır.
Halbuki tarih, kültür veya gelenekten de güç alarak rasyonel, seçmeci bir anlayış içerisinde insanın iç hakikatleri, dış koşullara boğdurulmadan içinde yaşadığı zaman ve mekanın inşasında belirleyici olursa, problemlerin çözümü açısından daha makul bir yola girilebilir. Geçmişin form, biçim veya kalıplarından istifade edilebilir, edilmelidir de. Ancak Müslüman, bunun özünü, varlığın tabii halinden elde etmiş olduğu verilerle bizzat kendisi oluşturmalıdır. Bir başka ifadeyle iş, uğraş veya eylemin formunu üretilmiş alan; öz veya mahiyetini ise tabii alanın dil, doku ve anlamı inşa etmelidir. Yani, meselenin formel veya biçimsel boyutu geçmişin, özsel mahiyeti ise bugünün izlerini taşımalıdır. Burada öz veya formu bütünüyle gelenek inşa ederse gerileme veya izmihlal; bütünüyle bugünün koşulları inşa ederse kopma/soysuzlaşma; ancak her iki alan inşa ederse soylu bir terakki hasıl olacaktır. Kültürel aidiyet içerisinde ortaya çıkacak terakki ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Böylece içeriden dışarıya doğru kendini dışa vuran gelişim süreci; varlıkla kurulan rasyonel ilişkiye bağlı olarak doğru bir epistemoloji/bilgi, duyusal ilişkiye bağlı olarak aşk, şevk veren bir estetik/sanat, ruhsal ilişkiye bağlı olarak ise ilkeli olduğu kadar güçlü bir etik/ahlak anlayışının ortaya çıkmasına imkân tanıyacaktır. Özgün insanî yapılar üzerinden kendini dışa vuran her bir veriyle oluşan yekûn da özgün bir birikim oluşturacaktır. Farklı insan doğalarından sadır olan bu birikimi pratik korelatlarıyla birlikte düşündüğümüz zaman; güçlü bir kültür ve medeniyet olgusunun metafizik kökenleriyle birlikte, özgün pratik tezahürlerini de bir arada görmemiz mümkün hale gelecektir.
Doç. Dr. İbrahim ÇETİNTAŞ
KSÜ, İlahiyat Fakültesi
Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı