Atatürk’ün pek mânâlı “cumhûriyet” târiflerinden biri:
“Cumhûriyet fazîlettir.”
cümlesidir.
Fazîlet, sözlükte “dürüstlük, iffet, nâmûs, merhamet, alçak gönüllülük, yiğitlik, sadâkat, adâlet, kerem ve ihsân gibi ahlâkî meziyetlerin hepsine birden verilen isim.” şeklinde karşılık buluyor. Atatürk’ün, cumhûriyet mefhûmuna eş tuttuğu fâzîlet, Türk dilinde böylesine geniş bir mânâ zenginliğine sâhiptir. Kelimenin sözlük karşılığında yer alan tâbirleri tek tek ele aldığımızda, aslında bunların hepsinin Türk milletinin karakter özellikleri olduğunu görürüz.
Engin târîhi boyunca Türk, hep dürüst görünmüştür. Türk sözünün bir başka ifâdesi, özü ile sözünün bir olmasıdır. Bu, dürüstlük dediğimiz haslettir. Türk, aslâ içi ile dışını ayrı vâdîlere koymamıştır. Hep göründüğü gibi olmuş, olduğu gibi görünmüştür.
Türk, iffeti ile nâmûsu üstüne, Dünyâ’da en fazla titreyen millettir. Türk milleti, hem kendi soyunun, hem de kendisine emânet edilen başka soyların iffetine ve nâmûsuna, canı bahâsına bekçilik yapmış, onların uğruna kendisini fedâ etmiştir. Türk târîhi, bunun sayılamayacak örmekleri ile doludur.
Türk, merhametlidir. Öyle ki, can düşmanlarından bile bu vasfını esirgememiştir. Sultan Alp Arslan ile Romen Diyojen arasında cereyân eden ve Malazgird Muhârebesi sonrasına ve dahî Cihân târîhine damga vuran o meşhûr sahnede, Bizans İmparatoru’na geride kalan hayâtını hediye eden büyük Türk merhameti parlamaktadır. Bu fevkalâde Türk duruşunun, daha nice benzerleri, târîhin galerisinde, okuyucu ve seyirci beklemektedir.
Türk, alçak gönüllüdür. Süsden, debdebeden, kibirden, küçük ve büyük dağları yaratma vehminden uzak bir hayâtı merâk edenler, Türk târîhine bakmalıdır. Bizans elçisi Priskos’un, Attilâ’nın sarayında görüp kayda geçirdiği intibâları, misâfirine altın tabakta altın kaşıkla yemek ikrâm eden, fakat kendisi tahta tabak ve tahta kaşık kullanan bir Türk Hâkânı’nı anlatır. Bu görünüşde, Attilâ yalnız değildir. Gençlik sâikiyle takıp takıştıran oğlu müstakbel Kaanûnî Sultan Süleyman’a:
“Yâ Süleyman! Bu ne hâldir? Anana takacak bir şey komamışsın!..”
diye kükreyen Yavuz Sultan Selîm Hân, Attilâ’nın yanında saf tutmaktadır.
Türk, yiğitlik bahsinde rakîb kabûl etmeyen insanların adıdır ve bu husûsda elinde tuttuğu referansların ezici çoğunluğu rakîb ve düşmanlarına âittir. Erlik, merdlik, cengâverlik, kahramânlık, alplık, gâzîlik ve nihâyet alperenlik şeklinde Türk’ün alnına yapışan uluğ vasıflar, bütün Dünyâ’nın gözü önünde alınmıştır.
Türk, ahdine sâdık olma işinde rakîbi olmayan bir mevkide durmaktadır. Onun, verdiği sözden döndüğünü gören olmamıştır. Bu Türk sadâkatini edebî metinlerde okumak isteyenler, Ömer Seyfeddin’in hikâyelerine bakmalıdır.
Türk siyâsetine her çağda kılavuz olan Kutadgu Bilig’de, Türk devlet sisteminin dört temel ayağı sıralanırken adâlet baş tâcı edilmiş ve en öne yazılmıştı. Hem Gök Tanrı Dîni’nde, hem de Müslüman inancında, adâlet tesis etmek, Türk devletinin ve o devletin başında bulunanların birinci derecede mes’ûl oldukları bir vazîfedir.
Türk, kerem ve ihsân başlıklarında, öylesine uzun ve geniş bir yelpâzenin sâhibidir ki, o yelpâzenin içine insan dâhil, cümle yaradılmışlar girmiştir. Yaralı leyleklere hastahâne açan Bursa şehrimiz, “Gurebâhâne-i Lâklakân” adını verdiği o leylek yuvasını, kereminin ve ihsânının nişânesi olarak ortaya koymuştu. Ahmed Hâşim’in, aynı adı taşıyan eseri, bahsi geçen Türk keremi ve ihsânını, sahîfelerinde hâlâ muhâfaza ediyor.
Netîce olarak şunu söyleyebiliriz: Atatürk;
“Cumhûriyet fazîlettir.”
derken, Türk milleti ile Cumhûriyet’i aynı yerde görmüş, birini diğerinin yanına koymuştur.